23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 30 KASIM 2013 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Dersane Kavgasının Amacı Eğitim mi? Cumhuriyeti Yaşatmak YÜZÜNCÜ yılını kutlamaya pek az süre kalan Türkiye Cumhuriyeti sıradan ve alelade bir devlet değildir. Kurucusuyla, tarihteki yeriyle, uğrunda feda edilmiş canlarla, meydana getirilişindeki olağanüstü siyasal ustalıkla, değerlerinin çağdaşlığı ve yüceliğiyle mükemmel bir yönetim anıtıdır bizim cumhuriyet. Böyle bir devlete sahip olmak, rasgele her topluma nasip olmayan gurur verici bir şereftir. Böyle bir devlete layık olabilmek de vatandaşlarının yaşamları boyunca asla vazgeçemeyecekleri bir görevdir, titizlikle ödemeleri gereken bir borçtur. Bu devlet mutlaka yaşatılmalıdır. Cumhurbaşkanı seçiminin yaklaştığı bir dönemde bunları düşünmeden edemiyor insan. e yazık ki şu sırada ulusun bütün kesimlerince yeterli önem verilen ve gerekli sorumlulukla ele alınan bir konu olmadı bu seçim. Sanki sıradan bir göreve ve kim olursa olsun rasgele birinin seçilmesi söz konusuymuş gibi. Oysa içte ve dışta çalkantılı bir konjonktürden geçmekteyiz. Önemli olan, devletin başına geçecek kişinin bu çalkantıların içinden henüz çıkmış ve o olayların etkisini taşımaya devam eden bir politikacı olmamasıdır. Devlet başkanlığı politikadan farklı, bambaşka bir görev. Şimdiki anayasa sistemimiz Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu başta olmak üzere yargının önemli dallarına insan seçmede devlet başkanı son derece önemli bir rol vermekte. Cumhurbaşkanı bu seçim yetkisiyle Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi yüksek mahkemelerin çalışmalarında doğal olarak etkili olabilmektedir. Tabii, Sezer döneminde olduğu gibi Cumhurbaşkanı’nın hukukçu sıfatıyla bağımsızlık, tarafsızlık, eşitlik gibi değerlere bağlı kalmanın güvencesi olma izlenimi vermesi, olumsuz bir müdahale etkisi yaratmak şöyle dursun, tam tersine, kişiler doğru olunca sistemlerin de doğru işlediğini göstermiştir. öyle olduğu içindir ki kimimizin düşündüğü gibi işbaşındaki yargıçları doğrudan doğruya devletin başına geçmeye çağırmak yerine, belki bir ara sözü edildiği gibi devlet başkanlığı seçimine Barolar Birliği Başkanı’nın ilgisini çekebilmek, daha doğru olabilir. Kolay anlaşılır biçimde parti bağlarıyla, siyasal ve ideolojik tutumlarıyla açıkça ayırt edilebilecek siyasal kadrolarımız yok. Şimdi bir de cemaatlerle partiler birbirine karıştı ve karar vermek daha da zorlaştı. Bu zorluk gerekeni yapmaktan bizi alıkoyamaz. Dersaneler kalsın mı, kapatılsın mı; bu kavga tabela değiştirmekle bitmez; amaç ne eğitimsel ne bilimseldir. İktidarda kalma kavgasıdır. İktidar da sürtüştüğü takım da aslında “dindar ve kindar nesil” peşindedir. Bu kavgayı ussal, bilimsel olandan başka doğru tanımayanlar bitirecektir! Umut, ayaklandı bir kez! Atatürk’e ve Türk Devrimine inananlara selam olsun! SEVGİ ÖZEL sokağa atıldı; bir bölümü dersanelere katılarak, gizlice ders vererek yaşamını sürdürdü. 12 Eylül ülkenin sol damarını kesmiş; dinciırkça sağa kan pompalamıştı. Devlet desteğiyle palazlanan dinci, ırkçı kişi ve kurumlar, dersane ve özel okullarda örgütlenmeye yöneldiler. Albenili adlar Düne dek laik Cumhuriyetle hesaplaşmak için el ele olanların, bir anda saç saça kavgaya tutuşması hiç şaşırtıcı değildir; çünkü amaç çağdaş okullar, özgür üniversite yerine, inancın dibine dek sömürüleceği kara postları kapmak, post üstünden “fetva”larla laik Cumhuriyeti din devleti yapmaktır! Bizler öğrenciyken büyük kentlerde bir iki dersane vardı; ailesinin durumu elverenler matematik, İngilizce gibi dersler için ya dersaneye gider ya özel ders alırdı. Nüfus çoğaldıkça, yurttaşın gelir düzeyi düştükçe, sınıf farkı derinleştikçe devletin eğitime bakışı da sığlaştı. Halkın yoksullaşması, çocuk ve gençlerin umarsızlığı işlerini kolaylaştırıyordu. Albenili adlarla süsledikleri onlarca dersane ve okul açtılar. Yurtiçi ve dışında inancı kullanarak varsıllaşan, artık açık açık adı anılan “cemaat” hedefi büyütmüştü; ama önündeki en büyük engel laik eğitimdi. Cemaatin yurtiçi ve dışında nasıl varsıllaştığını Uğur Mumcu gibi aydınlar kanıtlamıştı. Dinciler çok kazanıyor, kesenin ağzını açarak yoksul çocukları avlıyor; elini veren geleceğini kaptırıyordu. Bilgisayar varsıl evlerine girmeden yoksul çocukların kucağına verilmişti; çocuk ve gençler “ışık”lı evlerde, yurtlarla kamplarda eğitiliyordu. Atatürk, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı, Türk Devrimi kirletilerek ezberletiliyor; genç beyinler laik Cumhuriyetle hesaplaşmaya koşullandırılıyor, isteseler de içine itildikleri ussal, bilimsel ve sanatsal olanı yok sayan yeşil çemberden çıkamıyorlardı. İnsanın içini görerek doktor, uğradığı haksızlığı bilerek hukukçu oluyor; rektör, milletvekili seçiliyor; ama usu, inanca teslim ettiklerinden özgürlük için ayaklanan, öldürülen, şiddet gören gençler için bile ağır konuşuyor, hukuk dışılığa sığınabiliyorlardı. Dersaneler kalsın mı, kapatılsın mı; bu kavga tabela değiştirmekle bitmez; amaç ne eğitimsel ne bilimseldir. İktidarda kalma kavgasıdır. İktidar da sürtüştüğü takım da aslında “dindar ve kindar nesil” peşindedir. Bu kavgayı ussal, bilimsel olandan başka doğru tanımayanlar bitirecektir! Umut, ayaklandı bir kez! Atatürk’e ve Türk Devrimine inananlara selam olsun! Bülent Eczacıbaşı: Çatışan Roller! Bülent Eczacıbaşı, Süleyman Ferit Eczacıbaşı’nın torunu, Nejat Eczacıbaşı’nın oğlu, Şakir Eczacıbaşı’nın yeğeni, Faruk Eczacıbaşı’nın kardeşi, Oya Eczacıbaşı’nın eşidir… Eczacıbaşı Holding’in başkanıdır… Babasının kurduğu, kurumlaştırdığı, amcasının daha da geliştirdiği, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın (İKSV) Yönetim Kurulu Başkanı’dır. HHH Amacım Bülent Eczacıbaşı’nın soyağacını çıkarmak değil, onun için ayrıntıya girmedim… Belirtmek istediğim nokta, bütün bu “toplumsal rollerinin” (kimliklerinin) kimi zaman birbiriyle çatıştığı, bir alanda yapmak zorunda olduğu bir davranışın, başka bir alandaki “toplumsal rolüne” (imajına, görevlerine) zarar verebileceğidir. HHH Bülent Eczacıbaşı, bir aile babasının, eşine ve çocuklarına karşı sahip olduğu sorumluluklarına ek olarak, birbirine bağlı üç büyük manevi mirasın yükümlülüğünü de devralmıştır: 1) Eczacıbaşı adı. 2) Holding. 3) İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı. Her üç miras da her şeyden önce manevi bir değer taşımakla birlikte, günümüzün koşulları çerçevesinde maddi başarılarla da desteklenmek zorundadır… Yoksa ailenin ismi de, holding de, vakıf da erir, yok olup gider. İşte tam bu noktada, İKSV’nin milyonlarca dolar olan borçlarını karşılamak ve vakfın yaşatılması için maddi kaynak bulmak zorunluluğu ortaya çıkmıştır: Her başarılı girişimci gibi, elindeki olanakları değerlendiren Bülent Eczacıbaşı, İKSV’nin mülkiyetinde bulunan ve simgesi olarak da büyük bir manevi değer taşıyan Deniz Palas’ı satmaya karar vermişti. Bu karar kamuoyunda büyük bir infial uyandırdı: Başta değerli dostlarım Güngör Uras ve Zeynep Oral olmak kaydıyla, sanatsever aydınlar bu karara karşı çıktı. Sonunda kültür ve sanat kamuoyunun tepkilerini dikkate alan Bülent Eczacıbaşı, 46 milyon gibi muazzam bir borcu yüklenerek, Deniz Palas’ı İKSV’ye mal etmiştir. Böylece belki bir girişimci olarak büyük bir maddi kayba uğramış ama ailesinin adına uygun, asil bir davranışın altına imza atarak, bütün Eczacıbaşıların ruhlarını şad etmiştir. Kendisini, ona her zaman destek olan eşini ve kardeşini yürekten kutluyorum… Cumhuriyet Türkiyesi’nin sanat ve kültür tarihine, ailesinin adını bir kez daha altın harflerle yazdırmıştır! D N ersane bileşiği Arapça “ders”le Farsça “hane” sözcüklerinden oluşmuştur. “Hastane, eczane, postane, pastane” benzeri bileşiklerin çoğunda olduğu gibi “dersane”de de “hane”nin “h”si söylenmez ve yazılmazken ortak (resmi) dilimiz Türkçeyi ve yazım birliğini bozan Başbakanlığa bağlı TDK’nin yönlendirmesiyle MEB, dersaneleri uyarmış, “dershane” yazımı yeniden tabelalara yerleşmiştir. 1950’lerden bu yana her iktidarın, dahası MEB’nin başına geçen kişilerin uydurduğu kurallarla eğitimde izlenceler bilimsel veriler yok sayılarak tabela değiştirir gibi zırt pırt değiştirilmektedir. “Dersane”yi “dershane” yazmayı beceri sanan, dilin ve eğitimin bilimi olduğunu göz ardı edenler, anlık değişiklikleri siyasal çıkar için yapmaktadır. Doğallıkla siyasal çıkar, dersane gerçeğinde olduğu gibi kaymaklı başka çıkarlara da dönüşebilmektedir; siyasal çıkarın oltaya takılan ilk kurbanları da her dönem çocuk ve gençlerdir. Siyasilerin oyun bahçesi Bütçeden eğitime ayrılan pay gülünç denecek ölçülerdeydi; doğallıkla devlet eliyle açılan boşluklara “aklı özgür, vicdanı özgür” yurttaş yetiştirmek değil, “mürit” üretmek olanlar yerleşti. Eğitim kurumları siyasilerin oyun bahçesi, Cumhuriyetin öğretmenleri sevilmeyen kişi oldu. Sözümona eğitim parasızdı; 1970’lerin sonundan 80’lere gelindiğinde öğrenci avlanacak kuş; öğretmen limon satmak zorunda kalan devlet memuruydu. Çağdaş, laik eğitimden hoşnut olmayanlar okullarda örgütleniyor, imam hatip okulları, türban ve Kuran kursu kavgasını tırmandırıyorlardı. 1970’lerin ortasında eğitim enstitülerinden bir buçuk iki ayda mezun edilenler okulların ve yeni açılan üniversitelerin yönetim kadrolarına yerleştirildi; sözde milliyetçilerle dindarlar subaşlarını tuttu. 12 Eylül’ün asıl darbesi eğitime ve öğretmenlere indi; solcu bilinenler Politikacılar suçludur Tarikatları, “cemaat”leri toplumun gerçeği diye sunan yaşayan, yaşamayan bütün politikacılar için çok şey söylenebilir; şimdi susup izleyenler de eğitim sistemini, doğallıkla ülkeyi bu karabasana sokanlar kadar suçludur. Basının yansıttığı hükümetcemaat kavgasının hiçbir noktasında ussal ve bilimsel doğru yoktur; bu nedenle basının büyük bir bölümü de bu karanlık gidişe su taşımaktadır. En şaşırtıcı olan da üniversitelerden çıt çıkmamasıdır. B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear