22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
22 HAZİRAN 2012 CUMA CUMHURİYET SAYFA 13 Sezaryen Yasasını Loğusa Şerbeti ile Kutlayalım! Operet ya Resullallah! arya derslerinin seçimlik ve “Her köye bir piyano ve değiş/tokuşluk ve TRT Beş tenis kortu!” ile TRT Şeş’ten canlı yayın Çetin Altan yıllarca bu yapılması bir adım olabilir. hayali kurdu. Halkın irşat edilmesi şart. Belki bu amaçla milletvekili Yoksa... bile oldu. Bu kez de “operalı mescit” Ne yazık ki, partisiyle isteyenlerle “mescitli opera” birlikte hayalleri de söndü istemeyenler diye ikiye gitti. bölüneceğiz! İnsan hayal ettiği Bölünmenin ilk işaretini müddetçe yaşıyor. Ahmet Altan köşesinde Hayal sırası şimdi Tayyip verdi bile: Erdoğan’da... “Operaya mescit Onun da Başbakan hayali, “Her Erdoğan’ın operaya bir kendisine mescit!” benzemeyenlere Ancak, karşı, iktidar hayalinin Mutluyken söz, gücünü odağında öfkeliyken göstermek gibi “mescitli opera” en nk gü üz lık, karşı ve 28 Şubat mı var... karar vermeyin! türü, Çevik Yoksa “operalı Bir’vari bir mescit” mi belli manasızlıktır!” dedi. değil! “Mescitli opera” AB’ye göz Tıpkı... kırpmak için mi, Fazıl Say’a PKK ile “mücadeleli yapılanların onarılması ve müzakere” mi, yoksa, entel desteğinin sağlanması “müzakereli mücadele” mi? için mi belli değil. Siyaseti güttüğünün belli Ama bu konudaki olmaması gibi... gelişmeler çok eğlenceli Ancak... olacak. Opera ve mescit işinde Bir Başbakan, “Beni Diyanet İşleri ile Kültür emekli bir paşaya benzetti” Bakanlığı’nın biraz çalışması diye oğul Altan’ı gerekiyor. mahkemeye verirse, o Örneğin, imam duruşmaların gelişmelerin hatiplerdeki tecvit ve kıraat “mescitli opera”dan daha dersleri ile... eğlenceli olacağı kesin! Konservatuvardaki şan ve Loğusa geçmiş zamanların ruhuna ve mutluluğuna içilen bir şerbet. Loğusa (veya loğusa) eski Yunanca “Lokheios”tan galat. “Yatmak” fiilinden geliyor.. Ama bu yatmanın seviyeli ilişkileri ifade eden fiile bir ilişkisi yok. “Lokheios”, “doğum yapılan yatak” anlamına geliyor. Yeni doğurmuş kadına da “lekhousa” deniliyor. Ve bu sözcüğün ucu felsefi ufuklara açılıyor: “Özgürlük” anlamındaki “lekuteria”dan türemiş! Kadın “yük”ünden kurtuluyor. Özgürleşiyor. Anne oluyor! Ama asıl özgürleşen... Tutuklu olduğu ana karnından kurtulan “bebek”! Özgürlüğünü yeni kazanmış.. Tahliye bebeğe de “lekoufi” deniyor. Hepsi bizim “loğusa” ailesinden! ? Bunları yazıyoruz... Yarından sonra, sezaryen yasası TBMM’nin baş maddesi olacak. Başbakanımız... Hem gündem gümletme.. Hem de zamanlama dehası.. Ve tutarlı mı da tutarlı.. Sezaryen ile bu PKK zayiatını tutturmak mümkün değil. Terörle Mücadele Kanunu’na destek çıkmak... Ve bu arada.. Kadını da tabiattaki kutsal görevine döndürmek gerek. Hitler’in 3 K sloganı boşuna değildi: Kinder (Çocuk), Küche (Mutfak), Kirsche (Kilise) Yani... Kadının 3 temel görevi... Yemek yapmak, dua etmek, doğurmak! ? Bizim loğusa şerbeti âdetimiz bu üç kutsal görevin simgesidir. TBMM’de sezaryen yasası çıktığı gün mutlaka Genel Kurul’da bu şerbetle kutlanmalıdır. GÖRÜŞ Av. Kazım KOLCUOĞLU Kalıcı Barış İçin Hukuk! Ülkede ve dünyada barışı, demokrasiyi, insan hak ve özgürlüklerini sağlamak, bu ilkeler için mücadele etmekle olasıdır. İnsanların en önemli haklarının başında gelen yaşam hakkının, maddi ve manevi varlığını serbestçe geliştirmesi ancak barış ortamıyla sağlanabilir. Ülkemiz Birinci Dünya Savaşı sırasında emperyalist devletlerin haksız saldırısı ve işgaline uğramış, Mustafa Kemal’in önderliğinde “Meşru savunma hakkı”nı kullanarak bu saldırıları savuşturmasını bilmiştir. Mustafa Kemal, meşru savunma dışında saldırı niteliği taşıyan savaşların bir cinayet olduğunu o koşullarda dahi açıklıkla dile getirirken bu felsefeyi “Yurtta barış dünyada barış” ilkesi üzerinden temellendirmiştir. Gazi, 18 Mart 1923 günlü konuşmasında tüm dünyaya şöyle seslenmiştir: “Şu veya bu nedenler için ulusu savaşa sürükleme yandaşı değilim. Savaş zorunlu ve yaşamsal olmalı. Gerçek inancım şudur; ulusu harbe götürünce vicdanımda acı duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz. Ne var ki ulusun yaşamı tehlike altına girmedikçe savaş bir cinayettir.” Bu büyük ve ilk dünya savaşının izleri ve insanlığa yaşattığı acılar henüz tazeliğini korurken dünya halkları bir anda kendilerini ikinci bir dünya savaşının içinde buluvermişlerdir. Tüm baskılara karşın Türkiye, kendisine saldırı olmadıkça savaşa girmeme konusunda ilkeli bir davranış sergilemiştir. Usta devlet adamı İsmet İnönü’nün barış yolunda sürdürdüğü siyaset başarıya ulaşmış ve Atatürk’ün ifadesi ile cinayete dahil olunmamıştır. Bilindik öyküyle simgeleşen süreçte “Ülke çocukları şekersiz kalsalar da babasız kalmamışlardır.” Yakın tarihe baktığımızda son yirmi yıl ABD’nin tek taraflı saldırılarıyla şekillenmiştir. 11 Eylül saldırıları ve sonrasında yaşanan duruma da dikkat çekmek gerekir. Başkan Bush, “Dünya devletlerine ya bizden yanasınız ya da terörden yanasınız, konumunuzu netleştirin” diye çağrıda bulunmaktan çekinmemiştir. Ve önleyici saldırı politikası güdeceklerini, eşdeyişle kendilerine herhangi bir saldırı olmadan, tehdit olarak gördükleri ülkelere saldırabileceklerini ilan etmiştir. Bu siyasetin hiçbir meşruiyeti olmadığı açıktır. Bu olsa olsa zorbalığın hukuku, yani hukuksuzluktur. “Terör tehlikesi” tanımı ülkeleri yeni tedbirler almaya itti. Bizde olduğu gibi terörle mücadele yasaları yürürlüğe girdi. Bu yasalarla güvenlik olgusu özgürlüğün önüne geçti. Terörü ve şiddeti öngörmeye; ancak düzene ve iktidara karşı muhalefette bulunanları, düşüncelerini açıklayanları susturmak için onları terör örgütünün üyesi veya terör örgütüne yardım ve yataklık yapmakla suçlayarak haklarında dava açıp tutuklanmaları sağlandı. Toplumda korku yaratıldı. Eleştiri hakkını kullanan gazeteciler, kitap yazanlar, muhalefette bulunan aydınlar, fikir özgürlüğünü kullanarak açıklamada bulunan ve gösteri hakkını kullanan gençler tutuklanmalara soruşturmalara maruz bırakıldılar. Bu uygulamalar bizi demokrasi ve özgürlüklerden uzaklaştırır. Hukuk barışın en önemli unsurudur. Hukuku savunmak barışı savunmaktır. Irak işgali öncesi Başkan Bush’un tehlikeyi önleyici saldırı kuralını uygulamak için kitleleri bir tehlikenin varlığına bir ölçüde “inandırmak” gerekirdi. İnsanlığa karşı suç, savaş suçu ve soykırım suçu işleyen kişileri yargılamak üzere 2003 yılı başında çalışmaya başlayan uluslararası ceza mahkemesi yetkisini 125 ülke kabul etmiş, bu sayı daha da artmıştır. İşgalin önemli ortaklarından İngiltere, mahkemenin yetkisini kabul etmiş olması nedeniyle yöneticiler hakkında İstanbul Barosu adına başkan olarak Lahey’deki başsavcıya, kanıt niteliği taşıyan iki klasör belge ile birlikte suç duyurusunda bulunduk. Mahkemenin yetkisini kabul etmeyen ABD’nin Başkanı Bush’un da tanık olarak dinlenmesini talep ettik. Ancak tarafımıza “... Bu aşamada Irak’taki duruma yönelik soruşturma yetkisi alabilmek için anlaşmanın gerekleri yerine getirilmemiştir…” açıklaması yapıldı. Diğer anlatımla başında açıkladığımız hukukun gücüne ne yazık ki ulaşamadık. Bu düşünceler çerçevesinde komşumuz Suriye ile yaşanan ilişkilere de dikkat çekmek kaçınılmaz. Oradaki muhalefeti örgütleme, onlara yardımda bulunma, silah eğitimi verme gibi çalışmalar, Uluslararası Adalet Divanı 1986 Nikaragua kararında belirtilen başka bir ülkenin içişlerine karışmama ve egemenliği ihlal fiillerini oluşturur. Bilindiği üzere bu konuda dili en çok yanan ülke Türkiye’dir. Geçmişten bugüne terör örgütlerine başka ülkelerce, silah ve maddi yardımda bulunulması içişlerimize karışma ve egemenliğin ihlali olarak değerlendirilmiştir. Gelecekte de başımız dik şekilde bunu dile getirebilmek adına ülke olarak attığımız her adıma dikkat etmeli, uluslararası hukuk ilkelerine aykırılık oluşturacak davranışlardan kaçınmalıyız. Ana Nasihati PKK bir taraftan öldürüyorsa.. Annelerin de bir taraftan doğurması gerek! Terör dört nala can alıyorsa.. Doğumların düzenlenmesinden, yasa ile düzenlenmesinden daha yaşamsal daha ne olabilir ki? Şampiyonluk kupasını kimin, nasıl, nerede vereceğine karar veren Başbakanımız... Elbette kadınların da... Nasıl, ne şekilde ve kaç “adet” doğuracağına da karar verecektir! Ülkede sezaryen de... Terör gibi, almış başına gidiyorsa... Anne karnının konserve açılır gibi açılması ve dikilmesi demek olan sezaryene dur demek gerek! Bu “aç ve dik yöntemi”... En çok üç kez doğurmaya izin veriyor. Oysa Başbakan, en az 4... hatta 5... istiyor. Haklı... Pencere Doktor Bey, garip bir alışkanlığım var. Nedir? Nedense kapıdan değil, hep pencereden dışarıya çıkmak istiyorum! Nasıl yani? Pencereden çıkmak daha kolay geliyor. Oğlum herhalde sezaryenle doğdun. Onun etkisi... ‘Vuvuzela’laşmak! MERİÇ VELİDEDEOĞLU Çoğu kez, “anlamsız” ve “gürültü kaynağı” olarak değerlendirilse de, “vuvuzela”ya alıştık artık. Üstelik son zamanlarda da sesini duymaktan çok “öttürmek” daha “keyifli” deniyor. Öyle ki, bu “keyif”in insanı “vuvuzela”laştırdığından bile söz ediliyor. Bu belirlemenin ilginç bir örneğini, perşembe günü (14 Haziran) “Cumhuriyet Kitap”ta Gamze Akdemir’in, Ertuğrul Özkök ile yaptığı söyleşide gördük, okuduk denebilir. Söyleşi, Özkök’ün, “Yedi Büyük Günah” adlı kitabı üzerineydi. G. Akdemir, kitabın içeriğini dile getirirken bir ara: “(...) isterseniz kendi çalıp kendi söylemek diye düşünün; isterseniz tef deyin, zil deyin!” diyor ve Özkök’ün değerlendirmesini de belirtiyor: “Vuvuzela!” Böyle diyormuş Özkök kendi kitabı için... Bu adlandırmadan yararlanarak, bu “söyleşi” üzerinden, “vuvuzela”ya; “vuvuzelalık” olmaya; “vuvuzelalaşmak” olgusuna şöyle bir değinelim diyorum. Özkök’ün, Türkiye’de “korku” içeren bir hava soluduğumuzu; bu yüzden ülkede olupbiteni “dolaylı” yoldan anlatacak bir “korku alfabesi”ne doğru yol alındığını dile getirmesiyle “söyleşi”nin koyulaştığı söylenebilir. Örneğin, “AKP”nin Arena Stadı’nda yaptığı “siyasi miting”in: Hitler Almanyası’ndaki “Nazi” mitinglerine benzediğini kimsenin söyleyip yazamadığını, “Belli ki bir şeyden ‘çekiniyorlar’!” diyerek rahatça açıklayan Özkök, ardından: “Ben de demiyorum, demek ki ben de çekiniyorum!” demesi bir tür “vuvuzelalık” olmuyor mu? Ne ki, Özkök dirençle sürdürüyor konuyu; önce bir güzel “demokrasi” tanımı yapıyor: “Demokrasi insanları korkutmayan, insanların korkmadığı bir rejim”dir diyor; kuşkusuz öyle. Ama ülkedeki bu “korku rejimi”ne düne kadar hiç başkaldırmamasının sorgulanmasına da şöylece dikleşiveriyor: “İleri demokrasi’ diye savunulan şeyin, aslında bir ‘illüzyon’ olduğunu ‘itiraf’ etmek ‘kolay’ bir şey değil. Bu hepimiz için geçerli. O nedenle kimseye, şimdi mi anladın? sorusunu sormamak lazım!”... Nasıl? Tam da “vuvuzelaca” bir “ses” değil mi? Dahası da var; bunun hemen ardından dile getirdikleri, kitabına “vuvuzela” demekle ne denli haklı olduğunu da ortaya koyuyor; çünkü yine rahatlıkla, “Bazı şeyleri ‘gecikmeden’ söylemek lazım!” diyor... “On yıl sonra mı?” “Atı alan Üsküdar’ı geçtikten” sonra mı? Bitmedi: “Önemli olan gerçeği görmek!”miş; “Gelen tehlikenin farkında olmak!”mış... Eski dilde söylersek: “Basü badel mevt!” (öldükten sonra dirilmek!) Günümüz diliyle tam bir “vuvuzelalaşmak!” Ayrıca bu “söyleşi”yi okuyanlar anımsayacaklardır; G. Akdemir’in usta bir gazeteci olarak sorularıyla “vuvuzela”yı ne denli coşturduğunu... Akdemir; Özkök’ün kitabını bir “demokrasi sinirstres testi” olarak “da” değerlendirmesinin nedenini sorduğumda: “Biz neleri konuşmaya hazırız? Biz olmayacak gibi görünen teorileri, aykırıları konuşmalıyız. (...) bazı uç konularda nereye kadar gidebiliriz. (...) Mesela lezbiyen bir cumhurbaşkanı olabilir mi, bu ülkede?” diyerek açıklamasına, sorusuna özellikle gençler “Vuvuzelalık kafa bulma!” diyorlar... Hele bu dile getirmeler, “Kürtajı Yasaklama” girişimine karşı kadınların yaptıkları bir “eylem” sırasında ortaya konulmuşsa... Ülkemizde kadınlara özgü yıllardır çözülemeyen onca yaşamsal “SORUN” varken söyleniyorsa... Bu genç kızlarla birlikte yürürken bir ara, bu “söyleşi”de Akdemir’in yine bir sorusu üzerine Özkök’ün: “Ne zaman kitlesel bir hareket görsem korkarım. ‘Cumhuriyet Mitingleri’nden hep ‘korktum!” demesini anımsadım. Az önce sözü edilen “AKP Mitingi”; “1930”ların, insanın içini ürperten “Nazi Mitingleri”ne dört dörtlük benzediği halde; bunu söyleyemeyen, yazamayan bir “Ertuğrul Özkök”ün; o tarihsel “Cumhuriyet Mitingleri”ni “korkutucu” bulduğunu ve pek “korktuğu”nu dile getirmesi tam bir “vuvuzelaşmak” değilse nedir? İnsan bir kez daha “hak” veriyor, kitabının bir “vuvuzela” olduğunu açıklamasının yerindeliğine... Ama ortada gerçek bir “haksızlık!” var. Şöyle ki, yürüyüşte türlü düdükler öttürülüyor, türlü sesler çıkıyordu; ne ki bunlar arasında hiç “vuvuzela” sesi duyulmuyordu; yalnız ara sıra “vuvuzelamsı” bir ses kulaklara gelir gibi oluyordu. Elindeki “1520 cm’lik, bilek kalınlığındaki plastik bir borudan bu sesi çıkaran bir genç kıza, “Bu nedir?” dediğimde, “Vuvuzela!” demez mi? Anında o ünlü fıkrayı anımsayıverdim. Köylüler kendilerine zarar veren “kaplan”ı yakalayıp ağaca bağlamışlar; bir güzel dövüyorlar. Bu sırada yanlarından geçen bir “kedi”yi gören kaplan köylülere: “Dövün, dövün ama küçültmeyin!” demiş... Yazılan kitapları “benzetmek” yetmiyormuş gibi bir de bu denli “küçültmek” haksızlık olmuyor mu “vuvuzela”ya? Faks: 0216 355 31 78 KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK behicak@yahoo.com.tr Açıkça haklılar! ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI kamilmasaraci@gmail.com BULMACA SEDAT YAŞAYAN HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hetiyatrosu@mynet.com OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ kurgenc@yahoo.com 1 2 3 4 5 6 7 8 9 SOLDAN SAĞA: 1/ Pokerde oyunu 1 açmak için gerekli el. 2/ Bir takvim tü 2 rü... Latife. 3/ Bar 3 tezgâhtarı... “ ü 4 namus şişesini taşa çaldım kime ne” 5 (Nesimi). 4/ İngil 6 tere’de çok sevilen 7 bir cins bira... Halkın İstanbul’daki 8 yabancılara, özel 9 likle Fransızlara es1 2 3 4 5 6 7 8 9 kiden verdiği ad. 5/ Bir soru sözü... Eyer kolanının 1 S A T R A N Ç Ç tokaya geçen kayışı. 6/ 2 A K R E P E D E Bir borcu azar azar öde 3 T R Ü F F L O Ş yerek kapatma... Konut. 7/ 4 R E F A K A T M Telefon sözü... Nazilerin 5 A P K A L İ T E politikasında Germen ır6N F A L A K A kından kimselere yakıştı7 Ç E L T İ K R A rılan ad. 8/ Eylemleri 8 D O T A R A K olumsuz yapmakta kullaA K I nılan ek... Osmanlılarda 9 Ç E Ş M E önceleri halktan yalnız olağanüstü durumlarda, sonraları ise sürekli olarak toplanan vergi. 9/ Tuzlanıp kurutulmuş yiyecek... Yüz metrenin kısa yazılışı. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Mimarlığın, şehir düzeni ile uğraşan kolu. 2/ Kadın şapkalarına konulan ve yüzü örten ince tül... İlave. 3/ Âşık, vurgun, tutkun... Bir nota. 4/ Osmanlılar döneminde Roma kentine verilen ad... Birçok üflemeli çalgıda, gövdenin son kısmındaki huniyi andıran genişlik. 5/ Tavır, davranış... Düz ve geniş arazi. 6/ Suyosunları... Yiyecek bulamayan, yoksul kimse. 7/ Radyum elementinin simgesi... Koyun ve keçiye verilen ortak ad. 8/ Karışıklık, kargaşa... Mürekkebi kurutmakta kullanılan çok ince kum. 9/ Romantizm akımına tepki olarak 1850’de Fransa’da ortaya çıkan şiir akımı. C MY B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear