23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 11 OCAK 2012 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Sözde Ermeni Soykırımının 100. Yıldönümü Yaklaşırken Devlet Orkestrası ŞİMDİ de “üçüncü köprü” sorunu çıktı. Boğaz’a koşut bir İstanbul Kanalı açmaya yönelik “Çılgın Proje” kadar saçma olmasa bile, yine de pek akıllıca olmayan bir tasarım. İki köprüdeki tıkanıklığı gidermek için kuzeyde üçüncüsü yapılarak kıtalar arası trafik orman içlerinden yeni yollara aktarılacakmış. Yapişlet sinekleri ve rant böcekleri yeniden seferber durumdalar. Oysa, çok daha akılcı bir başka düşünce var: Ambarlı ile karşı iskeleler arasına işlek RoRo seferleri koyup her iki yakadaki ağır taşımacılığı rahatlatarak yakıt ve zaman tasarrufu sağlamak. RoRo, eski İstanbul’daki “araba vapuru” sisteminin büyütülüp geliştirilmişidir. “Ro”nun birincisi vapura giriş, ikincisi de çıkış için. Ağır taşıtları gemilere alırken, sürücülerini de rahat kamaralarda yatırarak dinlendirip uzak yerlere taşıyorsunuz. Tek koşul, giriş çıkışı kolaylaştırıcı liman ve iskele altyapısını iyi kurmaktır. Türkiye, bir ara, “kapıdan kapıya”lığı da sağlayan bu seçenekte uzak seferler açısından hayli yol almıştı; ama başta Karadeniz iskeleleri olmak üzere kendi içinde işlek bir taşıma sistemi kuramadı. Temel kusurumuz olan eşgüdümsüzlük bunda da yaşandı. nerjicilerle çevreciler arasında da aynı kusur sırıtmıyor mu? Gün geçmiyor ki, hidroelektrik barajcılar ile coşkulu doğacılar birbirine girmiş olmasın. Hepsini aynı masa çevresinde buluşturarak doğru çözüme yönlendirecek olanlar nerede? Devletin böyle bir işlevi yok mudur? İki kampın da bakanlıkları var yönetimde. Enerji açığı gibi kritik bir sorunumuz olduğu asla yadsınamaz. Üzerine titrenmesi gereken doğa güzelliklerimizin varlığı da. Halk yardakçılığı ve müteahhit yandaşlığı yapmadan akılcı bir tartışma ve bilimsel planlamayla çözülmeyecek bir sorun mudur bu? özünü etmek bile dilimize ters gelen “koordinasyon” yerine Türkçe “eşgüdüm” sözcüğünün yardımına başvurmak gerekli galiba. Burada güdüm, kaz ya da koyun güdümü değil, iyi niyetli ve akıllı insanların hep birlikte ortak bir hedefe yönlendirilmesidir. Sonuç, iyi bir orkestranın kulak tırmalamayan ortak sesi gibi, ülke ekonomisinin gereklerine ve doğanın yapısına uygun düşürülmeli. Devleti yönetenler bu besteyi sağlayıp doğru icra ettirmek için değil de başka ne için vardırlar? Birbirini yiyişi seyretmek için mi? Bu arada şunu da belirteyim ki diyasporanın baskısı dolayısıyla Ermenistan’ın soykırım iddiasından bu gelişmeler üzerine hemen vazgeçebileceğini beklemek gerçekçi olmayabilir. Bu konunun tüm ülkelerin arşivlerinin açılarak tarihçilerden oluşturulacak tarafsız bir komisyonda incelenmesi hususunda tarafımızdan yapılan önerinin ele alınmasının mümkün olabileceğini düşünüyorum. Ayhan Atay KAMEL Emekli Büyükelçi ransa’nın sözde Ermeni soykırımı iddiasını seneler önce tanıdığı malumdur. Bu ülke, bu defa bir adım daha ileri giderek soykırım iddiasının inkârını suç sayıp cezai müeyyideye bağlamıştır. Parlamentosunun kabul ettiği bu yasa senatoda da onaylanırsa yürürlüğe girecektir. Fransa bu yaklaşımıyla, 1789 Fransız İhtilali’nden beri bayraktarlığını yaptığı ve kendi anayasasında da yer alan ifade, kanaat ve inanç özgürlüğü gibi evrensel değerleri çiğnemekle kalmayıp aynı zamanda Ermenilerin haksız davasını sahiplenmiş ve soruna taraf olmuştur. Fransa’nın AB’ye üyeliğimiz konusunda olduğu gibi, bu defa da sözde Ermeni soykırımı mevzuunda takındığı bu önyargılı ve gayri dostane tavrına karşı Türkiye’nin tepkisi sert olmuştur. Soykırım konusunda, esas itibarıyla I. Dünya Savaşı yıllarında bazı Batılı büyükelçiliklerde çalışan Ermeni tercümanların rivayet kabilinden yaptığı beyanlara dayanılarak sipariş üzerine hazırlatılan önyargılı birkaç kitap ve yayında yer alan iddiaların gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktur. Her şeyden önce, İspanya’da engizisyona maruz kalan Yahudileri ülkeye kabul edip bağrına basan, keza imparatorluk döneminde Ermenilere önemli görevler tevdi etmekte ve bu meyanda I. Dünya Savaşı sırasında Dışişleri Bakanlığı gibi çok hassas bir göreve bir Ermeni vatandaşı getirmekte tereddüt etmeyerek onlara ne kadar büyük güven duyduğunu gösteren Osmanlı’nın, üstelik yedi cephede savaş verildiği ve büyük sorunlarla boğuşulduğu bir ortamda “Sadık Teba” olarak vasıflandırdığı Ermenilere karşı durup dururken soykırıma girişerek başına bir dert daha açmayı göze almış olabileceğini düşünmek ve iddia etmek aklın alacağı bir husus değildir. Kaldı ki, 1948 yılında Birleşmiş Milletler örgütünce kabul edilen Soykırım Sözleşmesi’ne göre bir eylemin soykırım olarak nitelendirilebilmesi için, bir ırkın tümünü veya bir kesimini tamamen yok etme kastının mevcut bulunması gerekir. Tıpkı Hitler’in 1930 ve 1940’larda Yahudilere karşı giriştiği topyekun insan avcılığında ya da Fransızların Cezayirlilere karşı uyguladığı soykırımda olduğu gibi. F E Bu konuda tüm olup bitenlerin özeti şudur: I. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında imparatorluğun içine düştüğü zafiyeti fırsat bilen Ermeniler, Doğu illerimizi işgal eden Rusların himayesine de sığınarak isyan etmişlerdir. Ermeniler bir yandan Rus ordusu saflarında Osmanlı ordusuna karşı savaşırken öte yandan bölge halkı arasında terör havası estirmişler ve Türklere gözdağı vererek yaşadıkları yerleri terke zorlamak amacıyla on binlercesini acımasızca katletmişler ve bu suretle Doğu illerinde kurmayı tasarladıkları Ermeni devleti için dayanak oluşturmak üzere bu illerde bir Ermeni nüfus çoğunluğu oluşturmaya çalışmışlardır. Osmanlı idaresi giderek tırmanma istidadı gösteren olayların önünü kesmek amacıyla bölgedeki Ermenileri imparatorluğun başka bir bölgesine yerleştirmek üzere tehcir kararı almak mecburiyetinde kalmıştır.Ancak sayıları 300 bini bulan Ermeniler bu tehcir sırasında baskınlar, talan olayları ve yaygın bulaşıcı hastalıklar da dahil çeşitli nedenlerle yaşamlarını yitirmişlerdir. Bu durum, tehcirin uygulanması sırasında yaşanan aksaklıklardan ve tehcire tabi tutulan bu vatandaşların güvenlik ve sağlığını korumak için gerekli önlemlerin alınmasında yerel makamlarca gösterilen ihmalden ileri gelmiştir. Bu durumun sorumluları sonradan adalet önüne çıkarılarak cezalandırılmışlardır. dığı kabul edilse dahi, tehcir sırasında yaşanan büyük trajedinin vahametini ortadan kaldırmamaktadır. Bu nedenledir ki Ermeni propagandasının etkisine kapılarak soykırım iddiasını tanıyan ülkelerin sayısı giderek artmıştır. Bu itibarla, Ermenilerin sözde soykırımın 100. yıldönümü vesilesiyle 2015 yılı için büyük hazırlık içinde oldukları da göz önüne alınarak, 24 Nisan öncesindeki bu dönemde siyasi düzeyde bir bildiri yayımlanması ve bu bildiride olayların oluşum ve seyri hakkında yukarıdaki söylemimiz özetlendikten sonra olaylarda Osmanlılara atfedilebilecek bir kast unsurunun mevcut bulunmadığı, bu nedenle bir soykırımdan söz etmenin ve böyle bir iddiayı kabullenmenin imkânsız olduğu, esasen Cumhuriyet hükümetinin Osmanlı döneminde cereyan etmiş ve üzerinden bir asıra yakın süre geçmiş olan olaylardan dolayı hiçbir suretle sorumlu tutulamayacağı, bununla beraber bu elim olaylardan derin üzüntü duyulduğu belirtilerek halen tarihe karışmış Osmanlı yönetimi adına Ermenilerden bir şekilde özür dilenmesi düşünülebilir. Laga Luga.. Kılıçdaroğlu adaleti arayacağına... Adalet onu aramaya başladı... Fırsat bulsalar ya... İçeri atacaklar... ? “Olmaz” deme... Genelkurmay Başkanı’nı “terörist” sayıp da bir gecede hapse atabilecekleri de aklınıza gelmemişti... ? Mesela dün televizyonda Başbakan’ı kızmış da bağırırken görünce düşündüm: Normalde Kılıçdaroğlu’nun bağırması gerekmez mi?.. Bu bağırıyor... ? Bence halk için “uyuyorlar” diyorsunuz da... Hâlâ siz uyanmadınız... Hâlâ farkında değilsiniz... Bu bir normal siyasi mücadele değil... Bu sıradan bir iktidar muhalefet çekişmesi de değil... Bu haddini bilmez iktidar sorunu da değil... Bu bir istila... ? O zaman CHP’nin, normal şartların muhalefet yapma yöntemlerini gözden geçirmesinin zamanı gelmedi mi?.. Parlamentoya sıkışıp kalmak... Parlak laflar... Demokrasi adı altında oynanan bir karşıdevrim oyununun figüranları ya da fotoğraf tamamlayıcısı olmak... Yetiyor mu laga luga? ? Bir de bunlarla anayasa yapmaya oturuyorsun birader... Söylüyorsun ya “Bunların adalet, hukuk anlayışı yok” diye... ? Bu dönemin sorumluluğunu taşıyor CHP... Tarih karşısında verilecek bir hesabın... Çocuklarımızın, gençlerimizin, yetişkinlerin, aklı başında olsun ya da olmasın bir koca milletin, dağın, taşın, toprağın vebali var... ? Böyle mi gidecek?.. O zaman; mutabakat kâğıtları imzalayıp da hapisteki milletvekilleri Prof. Mehmet Haberal ile Mustafa Balbay’ı kurtarıyorum derken... Genel Başkan’ı içeri atacaklar... İyi mi? ? O zaman; arkadaşlardan birisi kanun karşısında sahtecilikten “sanık”, öbürü zimmete para geçirmekten “şüpheli” iken... Bir de bakmışsınız bizimkisi içeride... Kim kurtara Kemal Bey’i?.. Karabağ sorunu İnsani açıdan anlamlı olan böyle bir adımın dünya kamuoyunda yankı uyandıracağına inanıyorum. Diyasporanın büyük olasılıkla soykırım iddiasını sürdürmeye devam etmekle beraber, Türkiye ile ilişkileri normalleştirmek isteyen Ermenistan’ın yapılacak bildiriyi karşılıksız bırakamayacağını, bildirinin Erivan’ı da yapıcı bir adım atmaya zorlayabileceğini ve bu arada AGİT’in Karabağ sorununun çözümü için kurduğu MİNSK Grubu’nun üyesi olarak vaktiyle kendisi ile birkaç kez baş başa görüştüğüm Ermenistan’ın sabık cumhurbaşkanı olup halen de aktif siyasete devam eden Ter Petrosyan gibi ılımlı politikacıların elini güçlendireceğini,böylece iki ülke arasında tarihi bir uzlaşma yolunun açılacağını ve ErmenistanAzerbaycan arasında 20 yıldan beri süregiden Karabağ sorununun çözüme kavuşma imkânının da ortaya çıkabileceğini umuyorum. Bu arada şunu da belirteyim ki diyasporanın baskısı dolayısıyla Ermenistan’ın soykırım iddiasından bu gelişmeler üzerine hemen vazgeçebileceğini beklemek gerçekçi olmayabilir. Ancak, iki ülke arasındaki ilişkilerde böylece sağlanacak olumlu hava içinde bu konunun tüm ülkelerin arşivlerinin açılarak tarihçilerden oluşturulacak tarafsız bir komisyonda incelenmesi hususunda tarafımızdan yapılan önerinin ele alınmasının mümkün olabileceğini düşünüyorum. S Soykırım kastı yok Ayrıca İstanbul’un işgalinden sonra olaylarda dahli olabilecekleri gerekçesiyle İngilizlerce Malta’ya sürülen 150 kadar üst düzey zevat hakkında Osmanlı ve Amerikan arşivlerinde yapılan tüm araştırmalara rağmen aleyhlelerinde hiçbir delil bulunamamış olması üzerine bu kişiler serbest bırakılmışlardır. Görüleceği üzere olayları, devlete karşı isyan eden Ermeniler başlatmışlardır. Her iki taraftan da büyük kayıplar vardır. Ortada bir soykırım kastı ve olgusu mevcut değildir. Ancak kabul etmek gerekir ki olaylarda bir kast unsurunun bulunmayışı ve tehcir sırasında ihmali görülenlerin cezalandırılmış olması, Ermeni kayıplarının onların iddialarının aksine 300 bin civarında kal Arapça Dersine Hayır! Arapça dersi ileri demokrasiden mollakrasiye geçiş sürecinde uygulanan bir yığın sinsi ve açık İslamcı yöntemlerden bir tanesidir. Arapça dersi bu kontekste demokrasi adına işlenen bir suçtur, hümanizma açısından ruhsal ölümdür. H. İbrahim TÜRKDOĞAN u an MEB’in uygulamaya kalkıştığı antiaydınlanmacı program pek de kimseyi rahatsız etmiyor. Neden bir karşı duruş yok? İlköğretim okullarında Arapça dersi uygulaması neden bu kadar kolay kabul görüyor? İnceleyebildiğim kadarıyla Emin Çölaşan ve Ataol Behramoğlu dışında kimseden bir reaksiyon gelmedi. Durup dururken neden Arapça? Durup dururken mi, yoksa arka planda düzenlenen uzun süreli bir strateji gereği mi? Yoksa günümüzde yeşeren ve büyüyen bir Arap bilimi ve felsefesi mi dünyayı sarsmaktadır? Sanat ve aydınlanmayla örtüşemeyen bir din imparatorluğunun dilini bu ülkenin ilkokullarında öğretmenin anlamı nedir? Herkesin bildiği gibi Arapçanın ilkokullara zorunlu ya da seçmeli ders olarak getirilmesinin tek nedeni geleceğin toplumunu İslamlaştırmaktır. Bunun arkasında iki güç var: Biri bu programı planlayıp sunan iktidar ve parayla donatılmış akademik destekleyicileri, diğeri de haklarında her gün yüzlerce keyfi karar alınıp verilebilen bilgisiz yığınlardır. Bilgisizliktir ki, bu iktidarı ayakta tutabiliyor ve zora dayalı İslamlaştırma buyruğuna hoş geldin diyebiliyor. Daha önce din dersine Ş odaklandığım bir yazımda, din kapsamında çocukların sistematik olarak düşüncesizliğe itildiğini ve bununla da geleceğin bilgisiz yığınlarının şimdiden hazırlandığını vurgulamıştım: “Din dersi tek yönlüdür, çocuğu sadece belli bir yöne çeker, bütün bir çocuk ruhunu bir noktaya indirger, bununla çocuğun düşün dünyasını yoksullaştırır, ruhsal algılama ufkunu daraltır. Din dersinin amacı çocuğu dindar yapmaktır. Bununla öğrenciyi saf bilgiden uzaklaştırır, bilgilenmekten soğutur ve giderek bilgisizleştirir. Türkiye’de din dersi, din dersi bile değil, reel İslam dersidir.” Din dersinin karakter yapısı tek taraflı oluşudur. Ülkemizde İslam odaklı, hatta İslamiyetin belli bir mezhebine dayalı din dersi geleceğin toplumunu tek tarafta sabitleştirmeye hazırlar. Bu, daha önce sinsi yöntemlerle uygulanırken bugün açıktan yapılabilecek kadar güç kazanmıştır. Sabitleştirme politikasını amaçlayan siyasal erk Arapça dersini getirmekle amacını tam olarak gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Propagandanın son derecesi budur, daha ilerisi olamaz. Arapça kökenli olan din dersinin yanında bir de özel olarak din kökenli Arapça dersinin planlanması, geleceğin antidemokratik ve diktatör İslamcı toplumunu gerçekleştirecektir. Bu amacıyla siyasal erk çocuk haklarını zedeleyerek hümanizma karşıtı davranış sergilemektedir. Zaten ahlaksal açıdan uçurumda yaşayan Müslüman Türkiye, çoktandır diğer İslamcı ülkelerden farksızlaşmaya başladı. Bu gezegendeki İslam ülkelerinin hangi birinin üstün ahlaklı ve üstün bilgili olduğunu iddia edebiliriz? Bütün bu ülkelerin bilgisiz ve hâlâ arkaik ritüellerle bitkisel varlıklarını sürdürmeleri bir tesadüf değildir. İlkel kabile mantalitesini aşamayarak şerefnamus kompleksinde tıkanan bu ülkeler onura dair etiksel ve kültürel eser geliştirememişlerdir. Hümanizmanın görevi uçuruma düşeni daha da derine itmek değil, çıkabilmesi için ona el uzatmaktır. Bu nedenle söz konusu yazımda uçurumdan çıkabilmenin çeşitli yollarından birinin eğitim bilimleri olduğunu, dolayısıyla burada yapılması gereken acil değişimlerden birinin ilköğretim sistemi olduğuna dikkat çekerek, somut olarak da din dersinden daha çok felsefeye odaklanılmasını öneriyorum. Söz konusu yazımdan alıntı: “Felsefe tüm bilimlerin kökeni ve temelidir. Felsefe her şeyi kapsadığı için, dinleri ve dinsel sorunları da içermektedir. Felsefe yaşamı yaşamaya değer kılar, yaşamın asıl kılavuzudur, çünkü insan düşünendir. Düşünmek ve düşündürmek felsefenin esas görevidir. Felsefe bütün dinleri kapsar, bununla da yetmez, dinsizliği, ateizmi, ezoterizmi, deizmi, bilinemezciliği, şüpheciliği, Zerdüştçülüğü ve diğerlerini. Ve felsefe ‘şu doğru şu yanlış’ demez, sadece bilgilendirir, bağımsız bilgi verir ki, doğru kararı birey kendisi verebilsin. Felsefe, inancı ve dini yok saymaz, ancak inancın ve dinin birçok olasılık arasında sadece birer olasılık olduklarını öğretir.” Hümanizma ve aydınlanmanın etik anlayışına uygun olarak uzatılan bu el, bağnazlıktan arınmanın tek yoludur. Aksi takdirde demokrasinin tüm değer yargılarından vazgeçilerek çocuklarımız ve dolayısıyla geleceğin toplumu intihara sürüklenecektir. Mevcut siyasal erkin ereği İslamcı yetiştirmektir. Bütün edimleri bunu gösteriyor. Polisi ve militarizmi arkasına alarak bütün bir toplumu işgal etmek onun ana hedefidir. Arapça dersi ileri demokrasiden mollakrasiye geçiş sürecinde uygulanan bir yığın sinsi ve açık İslamcı yöntemlerden bir tanesidir. Arapça dersi bu kontekste demokrasi adına işlenen bir suçtur, hümanizma açısından ruhsal ölümdür. C MY B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear