Catalog
                    Publication
                
                - Anneler Günü
 - Atatürk Kitapları
 - Babalar Günü
 - Bilgisayar
 - Bilim Teknik
 - Cumhuriyet
 - Cumhuriyet 19 Mayıs
 - Cumhuriyet 23 Nisan
 - Cumhuriyet Akademi
 - Cumhuriyet Akdeniz
 - Cumhuriyet Alışveriş
 - Cumhuriyet Almanya
 - Cumhuriyet Anadolu
 - Cumhuriyet Ankara
 - Cumhuriyet Büyük Taaruz
 - Cumhuriyet Cumartesi
 - Cumhuriyet Çevre
 - Cumhuriyet Ege
 - Cumhuriyet Eğitim
 - Cumhuriyet Emlak
 - Cumhuriyet Enerji
 - Cumhuriyet Festival
 - Cumhuriyet Gezi
 - Cumhuriyet Gurme
 - Cumhuriyet Haftasonu
 - Cumhuriyet İzmir
 - Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
 - Cumhuriyet Marmara
 - Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
 - Cumhuriyet Oto
 - Cumhuriyet Özel Ekler
 - Cumhuriyet Pazar
 - Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
 - Cumhuriyet Sokak
 - Cumhuriyet Spor
 - Cumhuriyet Strateji
 - Cumhuriyet Tarım
 - Cumhuriyet Yılbaşı
 - Çerçeve Eki
 - Çocuk Kitap
 - Dergi Eki
 - Ekonomi Eki
 - Eskişehir
 - Evleniyoruz
 - Güney Dogu
 - Kitap Eki
 - Özel Ekler
 - Özel Okullar
 - Sevgililer Günü
 - Siyaset Eki
 - Sürdürülebilir yaşam
 - Turizm Eki
 - Yerel Yönetimler
 
                        Years
                    
                    - 2025
 - 2024
 - 2023
 - 2022
 - 2021
 - 2020
 - 2019
 - 2018
 - 2017
 - 2016
 - 2015
 - 2014
 - 2013
 - 2012
 - 2011
 - 2010
 - 2009
 - 2008
 - 2007
 - 2006
 - 2005
 - 2004
 - 2003
 - 2002
 - 2001
 - 2000
 - 1999
 - 1998
 - 1997
 - 1996
 - 1995
 - 1994
 - 1993
 - 1992
 - 1991
 - 1990
 - 1989
 - 1988
 - 1987
 - 1986
 - 1985
 - 1984
 - 1983
 - 1982
 - 1981
 - 1980
 - 1979
 - 1978
 - 1977
 - 1976
 - 1975
 - 1974
 - 1973
 - 1972
 - 1971
 - 1970
 - 1969
 - 1968
 - 1967
 - 1966
 - 1965
 - 1964
 - 1963
 - 1962
 - 1961
 - 1960
 - 1959
 - 1958
 - 1957
 - 1956
 - 1955
 - 1954
 - 1953
 - 1952
 - 1951
 - 1950
 - 1949
 - 1948
 - 1947
 - 1946
 - 1945
 - 1944
 - 1943
 - 1942
 - 1941
 - 1940
 - 1939
 - 1938
 - 1937
 - 1936
 - 1935
 - 1934
 - 1933
 - 1932
 - 1931
 - 1930
 
                    Our Subscribers Can Login And Read Original Page
                    I Want To Register And Read The Whole Archive
                    I Want To Buy The Page
                
            
                CMYB  C M Y B  SAYFA CUMHUR YET 19 EK M 2010 SALI  2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER  EVET / HAYIR  OKTAY AKBAL  Kabadayılık Bu mu?  İki yıl boşu boşuna hapiste tutmuşlar! Ne bir  şey söylemiş, ne de sorulara yanıt vermiş! Öyle  yatmış kendine bir köşe bulup... Yaşı yetmişe  yaklaşmış bir sendikacı! Kıbrıs radyolarından sık  sık uygarca konuşmalarını dinlediğimiz bir aydın  kişi...  Ne duruşma, ne savunma, ne başka bir  hukuksal olay!. Hiçbir şey yokken almışlar  Silivri’ye götürmüşler, iki yıl orada tutmuşlar...  Kimin emriyle, isteğiyle!..  Görünüşe göre, Silivri’deki ünlü savcı beyin  isteğiyle, suçlamasıyla...  İki yıl sonra nasıl olmuş da bırakmışlar?  Neden almışlar, neden bırakmışlar?  O iki yıllık hapisliğin hesabını kim verecek?  Koskoca bir sendikanın başkanı Mustafa  Özbek anılarını yazmayacak mı? Başından  geçen, hem de oldukça ileri bir yaşta kendisine  yaşatılan bu işkenceli olayı okurlara, halkına  anlatmayacak mı? TV’lerde, hiç değilse kendi  TV’sinde konuşmayacak mı?  Ya ötekiler? Üç dört yıldır Silivri’de “Özgür olma  sırası bize de gelir” diye bekleşenler! “Benim  suçum nedir” diye kitap yazanlar, “Biz hangi suçu  işledik, söyleyin de anlayalım” diye bağıranlar!..  Bütün bu insanlar, bir savcının ya da birkaç  savcının çağrısıyla mı yaşamlarının en güzel  yıllarını yaşamadan geçirsinler? Ailelerinden,  çocuklarından, işlerinden, güçlerinden uzakta...  Anlaşılmaz bir zulmet karanlığında... Koskoca  Türk milletinin ve onun temsilcilerinin bilgisi,  görgüsü altında!..  Şimdi Bay Arınç, nereden geldiğini unutup ne  demiş Bay Özbek’e: “Özgürlüğe kavuştun, artık  kabadayılık etme, çok konuşursan yine içeri  alırlar.”  Ben yazmadan, sevgili Emre Kongar yazdı. Ne  de olsa, benim gibi haftada üç gün değil, hemen  her gün yazıyor, ayrıca TV’lerde de, hemen her  gün bir arkadaşıyla tartışıyor; Mehmet  Barlas’la!.. Ki, bizim Cumhuriyet’in eski yazarı, bir  zamanlar solun önde gelenlerinden, ama son  birkaç yıldır Tayyip Bey’in bir yandaşı. O kadar ki,  yanağını okşayacak kadar yakını!..  Gelelim Mustafa Özbek’e, “kabadayılık etme,  sonra yeniden kendini içeride bulursun”  konusuna... Emre Kongar tarihe geçecek bir yazı  yazmış. Kongar’ın o yazısınıysa, özellikle son  bölümünü kesip bir belge olarak saklayın:  “Ama ilk kez bir Başbakan Yardımcısı, hem de  hukukçu olan bir iktidar mensubu açık yüreklilikle  bir hukukun temel özelliklerini ‘faş etmiş’ oldu.  Ayrıca, konuşanların içeri atılacağını da  anımsattı...”  Kabadayılık denen şey buysa, Bay Arınç’ı  kabadayıların kralı diye anmalıyız.  PENCERE  Üçüncü Selim  Laik miydi?..  Üçüncü Selim “İlhami” mahlasıyla şiir yazar,  beste yapar, ney çalardı.  Sonu kötü oldu.  Odasını basan cellatlara karşı elindeki neyle  kendisini savunmaya çalışırken öldürüldü.  Kabakçı Mustafa isyanıyla patlak veren  irtica eylemi, “Büyük Yenilikçi” diye anılan  padişahı tahttan indirip bir odaya kapatmış,  Dördüncü Mustafa’yı tahta geçirmişti. Bunun  üzerine “Rusçuk Yârânı” diye anılan yenilik  yandaşları, Alemdar Mustafa Paşa’nın  önderliğinde Topkapı Sarayı’nı kuşattılar.  Dördüncü Mustafa, tahtı yitirmemek için,  sarayın kapılarını kapatıp Üçüncü Selim’le  kardeşi Mahmut’un öldürülmesini buyurdu.  Selim boğazlanırken sonradan İkinci Mahmut  diye tahta oturacak kardeşi damdan kaçtı.  Yenilikçiler ile mürteciler arasındaki kavga,  İkinci Mahmut döneminde de sürdü.  Ahmet Say’ın 560 sayfalık “Müzik Tarihi”  üçüncü baskısına ulaştı. Yazar “müzik tarihini  kültürel evrimin yaratıcı bir parçası olarak”  değerlendiriyor. Müzik, felsefe ve sanat  tarihinden soyutlanabilir mi!..  Çoksesli müziği, Atatürk değil, Osmanlı  yenilikçileri ülkeye soktular; Üçüncü Selim  Topkapı Sarayı’nda belli bir opera topluluğunu  izlerken tarih 1797’yi vurguluyordu.  1826’da İkinci Mahmut “Mehterhane”yi  kaldırdı.  Neden?..  Yeniçerilik gericilik ve anarşi ocağına  dönüşmüştü; mehter müziği bu ocağın  sayılıyordu; İkinci Mahmut her ikisine birden  son verdi.  1828’de Muzıkai Hümayun kuruldu; başına  ünlü İtalyan opera bestecisi Gaetano  Donizetti’nin ağabeyi Giuseppe Donizetti  getirildi.  1911’de, Ahmet Muhtar Paşa’nın  öncülüğünde, mehter müziğini yeniden  canlandırmak için girişime geçildi; bir takım  kuruldu; ama, 1935’te dağıtıldı.  1952’de İstanbul’da Askeri Müze’ye bağlı  olarak “Mehteran Bölüğü” oluşturuldu.  Palabıyıklı Mehteran Bölüğü’nün çok partili  rejimden sonra DP iktidarında canlandırılması  rastlantı mı?  Hayır..  İkinci Mahmut’un Yeniçeri Ocağı ile birlikte  Mehterhane’yi kapatması nasıl rastlantı  değilse, mehteranın yeniden canlandırılması  da anlam taşıyor; tarihimizdeki gelgit olayları  gericiilerici dalgalanmalarının dışavurumunu  sergileyen boyutları yakalanabilirse anlaşılır.  İrtica, Cumhuriyetin kurucusu Mustafa  Kemal’i, sevmez.  Peki, Osmanlı Padişahı Üçüncü Selim’i ya  da İkinci Mahmutu sever mi?..  Mürteci, ayrılıkçı ve entel sacayağı irticanın  laik Cumhuriyete ve Atatürk devrimine karşı bir  tepki olduğunu ileri sürüyorlar.  Ya tarih bilmiyorlar ya da olayı saptırıyorlar...  Üçüncü Selim laik miydi?..  Ya İkinci Mahmut?..  31 Mart ayaklanması laik Cumhuriyete karşı  başkaldırı mıdır?..  İrtica dünyanın her yanında var..  Mısır’da, İran’da, Afganistan’da, Cezayir’de,  Pakistan’da laik cumhuriyet mi var?..  Zamanda ve uzamda irtica doymak bilmez  bir canavar gibidir; ne verirsen ver, daha  fazlasını isteyecektir.  (18 Ekim 1998 tarihli yazısı)  H  ayatta her şey her şeye bağlı ol  duğu ya da öyle göründüğü gi  bi, kamu yönetiminde de çoğu  kurumlar birbirine bağlı ve ba  ğımlıdır. Biz insanlar söz ve  kavramlarla bağlarız her şeyleri birbirine;  ama, kurduğumuz bu ilişkileri kolayca göre  meyiz. Sorun, kavramların kullanımında or  taya çıkar. Cumhuriyet’te “Devlet yani  AKP...” diye başlayan bir başlık hatırlıyorum.  Parti devletlerinde belki geçerli olabilir. Ay  dınlanma filozofu Voltaire, fikir karşıtlarına  meydan okurmuş: “Tanımladığınız her ko  nuyu tartışmaya hazırım.” Osmanlı da “Ta  rif, efradını cami ağyârını mani olmalı” de  miştir. Devlet, hukuk adalet ve yargı aşkın  kavramlardır: Kurumlarla birlikte, anlamlar ve  kavramlar da değişir / evrimleşir (Bozkurt).  Kavramlarda birlik ve anlaşma olmazsa tar  tışmalar sonuçsuz kalır.  Devlet ve hukuk  Devlet, adalet ve hukukla var olur. “Ada  let mülkün temelidir!” deriz (Kınalızade).  Deyimdeki “mülk”, mülki ve mülkiyet vb.  türevler, devlet / ülke yönetiminin adalete da  yandığını simgeler. “Devlet, ulusun tüzelki  şiliğidir. ” (Rousseau). Devlet, yasama, yü  rütme ve yargılama erklerinin yalnız ayrı  lığını ya da ayrıcalığını değil birliğini de sim  geler. Çağdaş devletin “çeşitlilik içinde bir  lik” öncülü buradan gelir. Ancak yürütme (hü  kümet) dahil kurum ve güçlerin birliği olarak  devlet gücünü yalnız inançtan değil bilinç  ten de alır. Türkiye Devleti “Hâkimiyeti Mil  liye” ülküsüyle kurulmuştu. “Egemenlik ka  yıtsız şartsız ulusundur” özdeyişiyle geldi de  mokrasiye. Yasaları uygulamak ve yürüt  mekle yükümlü, yargıya ve topluma karşı so  rumlu olan hükümet “Yargı işimize karış  masın” diyebilir mi? Hükmetme eğilimini sı  nırlamak amacıyla, son yıllarda “Hükümet”  yerine “Bakanlar Kurulu” kavramı tercih edi  liyor.  “Küreselleşme yanlısı” Fukuyama, “ta  rihin ve ‘ulus devlet’in sona erdiğini” ilan et  tikten sonra, yanlıştan çark etti: “Devletinizi  inşa edin” dedi: Dünya barışı ve düzeni için.  “Küreselleşen dünya” söyleminin dünyayı  yönetemeyeceği gerçeği anlaşıldı. Küresel  krizden çıkma sorumluluğu gemisini kurta  racak devletlere bırakıldı.  Hukuk, yargı, kamu yararı  Devletin temeli hukuktur. Adalet ve gönenç  amaç, yasalar ise araçtır. Yasama ve yargıla  ma her zaman ve mutlaka adil olamadığı için,  yasama ve yürütmeyi denetleme görevi yar  gıya ve yargıçlara verilmiştir. Değişim süre  cinde toplumun hakhukukahlak değerleri hat  ta erdem anlayışı değişebilir. Yürürlükteki ya  zılı (pozitif) hukuk yanında dinamik bir hukuk  oluşur. Yasalar değiştirilir. Uygulamada, bi  reysel, toplumsal, gerçek ve tüzel yararları ara  sında çelişkiler yaşanabilir. Hukuk felsefeci  leri, “kamu yararı”na, öncelik verme eğili  minde görünüyor (Hançerlioğlu). Bu bağ  lamda, ideal bir demokrasi yerine, kültüre öz  gü farklı demokrasilerden söz ediliyor. “De  mokraside çare tükenmez” denir; ama bazen  demokrasinin kendisi tükenebilir.  Özetle demokrasinin ömrü  Adam Smith’in çağdaşı tarihçi Alesander  Tyler, Atina (kent) demokrasinin ortalama 200  yıllık bir sürede çöktüğünü; kamu kaynakla  rı tükenince seçmenlerin diktatörlere oy ver  diği tezini ortaya atmış. ABD Anayasası’nı ya  zan Franklin’in sert tepkisine yol açan bu tar  tışmalı görüş şimdi yeniden gündemdedir. En  düstri tarihçisi Polanyi’yi Dönüşüm dene  mesinde benzer bir sonuca varmıştı: Korpo  ratizm ya da devletçilik olarak “Faşizm, sağ  lıksız ekonomilerin gürbüz çocuğudur.” Kü  reselci pazar ekonomisini inceleyen Stiglitz de  gelir dağılımı ve vergi adaleti vb. sorunların,  devlet, hukuk ve yargı ile ilişkisini gösterip No  bel kazanmıştır.  Kamu görevlisi Hanefi Avcı’nın kitabı, hal  koylamasına hazırlanan ülkemizde coşkuyla  karşılandı: Demokrasiye açılan Türkiye ne  reye gidiyordu? Bazı istihbarat bilgileri, ki  şisel görüş ve anılar dışında kitapta, Cumhu  riyetçi yurttaşlarımızın paylaştığı kaygılar  yer alıyor. Ancak, devletin (yürütme, yasama  ve yargı erklerinin) olaya yaklaşımı, ülkemi  zi yeni bir yol ayrımına getirebilir: “Kılıç mı  keskin, kalem mi?” Sanırım yakında göre  ceğiz.  Kaynak Notları: Avcı, H. Haliç’te Yaşayan Si  monlar, 2010. Bozkurt, N. Kavramların Evrimi,  Say, 2008. Fukuyama, F. Devlet İnşası, Remzi,  2004. Hançerlioğlu, O. Felsefe Sözlüğü, Rem  zi, 1980. Kınalızade, “Adalet Çemberi” Bkz Di  vitçioğlu, 1967. Polanyi, K. Büyük Dönüşüm.  (1954) 1984. Rousseau, JJ. Toplum Sözleşme  si. ,1760. Stiglitz, JE. Küreselleşmenin Hayal Kı  rıklığı 2002. Tyler. A. “Demokrasinin Çöküşü”  (kuramı). 1784.  Devlet, Hukuk, Adalet, Yargı  Bozkurt GÜVENÇ  Kamu görevlisi Hanefi Avcı’ nın kitabı, halkoylamasına hazırlanan  ülkemizde coşkuyla karşılandı: Demokrasiye açılan Türkiye nereye  gidiyordu? Bazı istihbarat bilgileri, kişisel görüş ve anılar dışında kitapta,  Cumhuriyetçi yurttaşlarımızın paylaştığı kaygılar yer alıyor.  K  endimi bildim bileli okurum. Okurum  diyorum. Abur cubur şeyleri değil, oku  maya değer olanları adeta ve hâlâ bü  yük bir açlıkla ortaokul lise yıllarından bu ya  na okumaktayım. Bazen, daha ne zamana ka  dar okuyacağım diye düşündüğüm olur. Ör  neğin bu sabah elimdeki bir kitabı bitirmek üze  reyken, yüzünü görmediğim birileri dünyanın  en uzak ülkelerinde oturmuş kitaplarını yazı  yorlar diye düşündüm. Yazdıkları belki de ba  na hiç ulaşmayacak ve ben ne yazarın ne yaz  dıklarının farkında olacağım. Teknoloji iste  diği kadar harikalar yaratsın bu ulaşma, ya da  buluşma diyelim, mümkün görünmüyor. O bi  linmez yazar, ya da yazarlar, yazadursunlar bi  zi de içine alıp sürükleyen zaman, bir başka ta  rifi ile aslında tükenen ömrümüz yoluna devam  ediyor. Geçip gidiyor. Böyle düşününce bazen  “Bu saçmalık, okumak denilen şeyin sonu  yok. Üstelik her yazılan şeyi okumanın hiç  imkânı yok” gibi duygulara da kapılıyor in  san.  Ama yine de örneğin bu sabah Çin’de bir  yerlerde Yeni Zelanda ya da Alaska, yok bil  mem Şili’de bir evde, hiç görmediğim hatta  kurgulamakta bile zorlandığım bir masada yü  zünü görmediğim adını duymadığım bir yazarın  neler yazdığını delicesine merak etmeden de  duramıyorum. Neler yazdı, neler söylemek,  kendi dünyasından bize neleri taşımak, bizimle  neleri paylaşmak istiyordu acaba diyorum.  Yazının icadından bu yana içlerinde biri  kenlerin itimiyle kendini başkalarına iletmek  isteyenler hep var oldular. Onları binlerce yıl  sonra okuyoruz. Hoşlanıyoruz, hatta çoğu  kez faydalanıyoruz da. O zaman aynı şey biz  ler için de olacak. Bizi hiç görmemiş bilme  miş, hatta bir sabah oturmuş kitaplarını yazan  ve bizim için birer “bilinmez”, “bilinememiş”  olanlar bir gün bizim yazdıklarımızı okurken  bizi hiç tanıyıp görmemişken bizimle bir yer  lerde buluşacaklar. Ne garip bir gerçek nasıl  bir buluşma değil mi?.  Ama yine de elimizde kalemi tutabildiğimiz  sürece yazacağız gibime geliyor. Siz ne der  siniz bilmem ama yazan insan, kendini, yüzünü  görmediği birilerine taşıma, onlarla duygu dün  yasını paylaşma ihtiyacını hep duyacak ben  ce. Çünkü “okumak” denilen şey içimizde ve  tüm yaşantımız boyunca önceleri pek fark et  mediğimiz bir birikim oluşturuyor.  Bu birikime, oluşum da diyebiliriz, bir gün  öyle bir boyuta ulaşıyor ki içimizde denizler  meydana geliyor ve işin garibi gün geliyor biz,  yani o denizleri yaratan, o denizlere sığamaz  oluyoruz ve “yazmak” denilen olgu işte o za  man başlıyor. O içimizdeki denizlerin bize, bi  zim o denizlere sığamadığımız dönemde yaz  maktan başka çaremiz kalmıyor. Bu nedenle  yazmak bir yerde bir zorunluluğun itelemesi  oluyor. Öyle bir iteleme ki, patlayış gibi bir şey;  ancak bir yerlere vardığımızda bir paylaşıma  ulaştığımızın bilincinde sakinleşiyor, diyebi  lirsem eğer, mutluluğa dokunur gibi oluyor  sunuz.  Türkiye’de ve dünyanın dolaştığım her bü  yük kentinde sahaflar kitapçılar en çok za  manımın geçtiği, saatlerce özellikle kapıları  nın önüne koydukları kocaman kitap yığınla  rını didikler dururum. Oralarda çok eğleniyo  rum. Hele de yeni çıkmış ve yazarı birden ün  lenmiş bir kitabı kapağı başkaları tarafından ko  layca okunsun diye adeta pankart taşırcasına  tutan ve o kitaptan henüz bir satır bile oku  mamış moda düşkünü kültürlülük gösterisi için  de genç kızları görünce gülmemi zor tutuyo  rum.  Her ne ise okumak başlığı altında yazıyoruz.  Her okuduğumuz kitap içimizdeki denizleri  oluşturan bir damla. Biraz fazlaca fantezi  ama tüm yazarları tanımayı tüm yazılanları  okumuş olmayı ne kadar çok isterdim. Oku  mak aslında bilerek ya da bilmeyerek içimiz  de bir gün taşacak ve yazmaya dönüşecek ola  yın kaynağı bence. Ama unutmayalım ki asıl  daha da önemli kaynak “yaşadıklarımız”.  Okumak...  Oktay SÖNMEZ İTÜ Denizcilik Fakültesi Öğr. Görevlisi  Z  aman zaman ülkenin nab  zını tutmaya çalışıyorum.  Güncellik taşıyan konu  larda fikir yürütüyorum. Bunu,  ülkenin bir aydını olarak, aydın  sorumluluğu çizgisinde yerine  getirmeye çabalıyorum. Bir nok  ta benim açımdan çok açıktır:  Ben politikacı değilim, politi  kayla hiç uğraşmadım. Hukuk  çu olarak bu bilim dalına politika  da karıştırmadım. Bilimsel, ob  jektif gerçeklere dayanarak de  ğerlendirmeler yaptım. Bunu  sürdürüyorum.  Bugün için ülkemizi ilgilen  diren ve güncellik taşıyan ko  nular nelerdir?  Çok öncelerden gelen bir tar  tışma konusu, elbette kimilerine  göre türban, kimilerine göre ba  şın bağlanması. Ne derseniz de  yin, bu konu artık noktalanma  lıdır. Hukuk normları ile bir  çözüm üretilmelidir. Bu çözüm  herkes için bağlayıcı olacaktır.  Bu çözümü üretme yeri elbette  TBMM’dir. Tüm partilerin uyu  şacağı bir sonuç hukuka geçi  rildiğinde, bu çıban başı ortadan  kalkacaktır. Bu konuya doğrul  tu verilirken, üretilecek olan  sonucun ilkin anayasaya uygun  olması gerekir. Anayasanın la  ik yapısını zedeleyecek olan bir  çözüm üzerinde bir uzlaşma ol  mayacağı bir yana, bu konuda  ki normların Anayasa Mahke  mesi’nin süzgecinden geçiril  mesinde de, bu yeni normların  pozitif hukukta yer almayacağını  düşünmek uygun olur.  Sonraki konu: Anayasa deği  şikliği yürürlüğe girdikten son  ra, yeni normların gereği yapı  larak, bazı kurumların göster  dikleri adaylar arasından  TBMM’de üyeler seçilecektir.  Süreç başlamıştır. Son yaşanan  örnek, Sayıştay’ın gösterdiği  adaylar arasından bir üye Ana  yasa Mahkemesi üyeliğine se  çilmiştir. Sonradan anlaşılmıştır  ki, bu kişinin yaşı 45’in altın  dadır.  Anayasanın ilgili maddesini  okuduğunuzda, Anayasa Mah  kemesi’ne üye olabilmek için 45  yaşın tamamlanması öngö  rülmüştür. Bu, tüm üyeler için  bağlayıcı temel bir kuraldır. Siz  bunu adayın geldiği kuruma gö  re çekip çevirirseniz, hata eder  siniz. Anayasa koyucunun fark  lı kurumlardan gelen adaylar  için farklı yaş sınırı öngörmüş ol  duğunu ileri sürmek kabul edi  lemez. Bu yaş sınırı bağlayıcı  dır. Aksine bir düşünce, hukuk  ta karmaşa yaratır. Oysa hukuk  karmaşa yaratmak için değil,  karmaşaları yok etmek ya da hiç  yaratmamak için vardır. Huku  kun iddiası bu noktadadır.  Yapılacak olan, yapılmış olan  seçimi, anayasaya aykırılıktan  ötürü iptal etmek, yeni bir seçim  yapmaktır. Bu yetki TBMM  Başkanlık Divanı’nındır.  Sonraki konu: YÖK düzeni. 6  Kasım 1981 ülkemizde bir mi  lattır. Bu tarihte YÖK kurul  muştur ve ülkenin yükseköğre  timinde koordinasyonu sağla  yacak olan YÖK, bırakınız ko  ordinasyonu sağlamayı, tam an  lamıyla bir çökertme yaşatmış  tır. Bu çöküntü halen sürmek  tedir. Ülkede akademik kariye  rin yerle bir olduğunu ileri sür  mek için o kadar haklı nedenler  var ki. Yüksek lisans ve dokto  ra çalışmalarının düzenine ve dü  zeyine bakınız.  Doçentlik unvanının kazanıl  ması ve üniversite öğretim üye  si olunmasında uygulanan ku  ralları ve yapılan göstermelik sı  navları bir süzgeçten geçiriniz.  Bunun böyle mi olması gere  kirdi? Elbette hayır. YÖK öncesi  dönemde, eski yazı sınavını ba  şaramamaktan, yabancı dil sı  navından en az iyi derece ala  mamaktan, deneme dersini tam  tamına 50 dakikada bitireme  mekten ötürü doçent olama  yanlar, yeni düzeni ve terimi ba  ğışlayınız peynir ekmek gibi da  ğıtılan doçent ve profesör un  vanlarına hayıflanmazlar mı?  Elbette hayıflanırlar.  Dillere yerleşmiş güzel bir  söz var: Herkes kendi evinin  önünü süpürürse şehir tertemiz  olur. Ne kadar doğru. Şimdi  kendi evimin önünü süpürüyo  rum ve soruyorum: Bu ülkede 55  adet hukuk fakültesi olur mu?  Elbette olmaz, ama var. Bu fa  kültelerde ders verecek, akade  mik unvana sahip, yabancı dil  de araştırma ve inceleme yapa  cak ve bunun sonuçlarını öğ  rencilerine aktaracak yeterli öğ  retim elemanı var mı? Elbette  yok.  YÖK Başkanı’nın dünkü açık  lamasına göre, yeni YÖK Yasası  taslağı birkaç gün içinde Milli  Eğitim Bakanlığı’na sunuluyor.  Bu taslak hangi sorunlara çözüm  üretiyor? Yukarıda kısaca sıra  ladığım satır başlarını yeniden  düzenleyip düzeltiyor mu? Bek  leyelim görelim.  YÖK içinde bir kilometre ta  şı da yükseköğretim kurumları  na öğrenci almak için yapılan sı  navlardır. Son yıl yaşananlar  bu ülke insanına bir işkence de  ğil miydi? Elbette öyleydi. Siz  genç fidanları yükseköğretimde  öğrenci olmak için kaç kez ya  rıştırıyorsunuz? Bu, insaf ölçü  lerini aşan sayılara ulaşıyor.  Unutmayın ki bir dünya şampi  yonu atlet bile üst üste aynı de  receyi ve başarıyı tekrarlayamaz.  Bu insanın doğasına aykırıdır.  Ülkenin Manzarası  Prof. Dr. Erdener YURTCAN İstanbul Üniversitesi  Siz genç fidanları yükseköğretimde öğrenci olmak için kaç  kez yarıştırıyorsunuz? Bu, insaf ölçülerini aşan sayılara  ulaşıyor. Unutmayın ki bir dünya şampiyonu atlet bile üst  üste aynı dereceyi ve başarıyı tekrarlayamaz.   
            
    
