25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 23 OCAK 2008 ÇARŞAMBA 4 HABERLER Hukukçular, Erdoğan’ın türban tartışmasında kuvvetler ayrılığını görmezden gelmesine tepkili GLOBALPOLİTİKÜLTÜR ERGİN YILDIZOĞLU Kanadoğlu: Tek adam diktası İLHAN TAŞCI Kriz, ‘Sermaye’ ve İnsan Kapitalizmin krizi derinleştikçe “sermaye” ile insan arasındaki çelişki derinleşiyor. Bu çelişkinin insan tarafında, salt işçiler değil kriz sırasında ayakta kalmaya çalışan kapitalistler de var. Şimdi bunlar da serbest piyasa “modelini” sorgulamaya başlıyorlar. ANKARA AKP’ye yönelik kapatma uyarısını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yasama ve yürütmeye yönelik müdahale olarak çarpıtması erkler arasında çatışmaya yol açtı. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Yargıtay Başsavcısı’nın yaptığı anımsatma ve uyarının siyasi partiye uyarı olduğunu vurgulayarak “Bunun herhangi bir şekilde yasama ve yürütmeye bir müdahale olarak düşünülmesi olanaksızdır. Meclis’in her türlü yetki ve sorumluluğa sahip olduğunu ileri sürmek kuvvetler ayrılığı konusunda doğru bir fikir ve bilgi sahibi olmamak demektir. Yasama, güçlerden sadece bir tanesidir. Zaten anayasanın başlangıç bölümünde kuvvetler ayrılığının herhangi bir üstünlük sıralaması olmadığı açıkça belirtilmiştir” dedi. ? Sabih Kanadoğlu: Meclis’in her türlü yetki ve sorumluluğa sahip olduğunu ileri sürmek kuvvetler ayrılığı konusunda doğru bir fikir ve bilgi sahibi olmamak demektir. Prof. Dr. Ülkü Azrak: Yargı denetiminden hiç hoşnut olmayan bir iktidarla karşı karşıyayız. İktidar kendisini TBMM ile eşdeğer görüyor. Kasten kavramlar karıştırılıyor. Bir çatışma ortamına gidiliyor. Yargıtay Başsavcısı ve Danıştay Başkanlar Kurulu’nun ihsası reyde bulundukları görüşünün hiçbir temele dayanmadığını belirten Kanadoğlu, “Başsavcılık karar yeri değildir. Ayrıca ihsası rey önünde bulunan veya önüne gelmesi olası bir davada kullanacağı oyun sezdirilmesi, ima edilmesi anlamına gelir. Danıştay aynı konuda ihsası rey dışında karar vermiş bir yüksek mahkemedir. Kararlarının uygulanmasını istemek her yüksek mahkemenin en doğal hakkıdır” dedi. Kanadoğlu, iktidarın yargının yıpratıldığını ve tüm üstünlüğün yasamada olduğunu öne sürdüğünü vurgulayarak şunları söyledi:“Anayasamızdaki çağdaş demokrasinin temel ilkesi olan kuvvetler ayrılığını yozlaştırmak ve onu tek adam diktası haline getirmek, bugünkü iktidarın politikası olmakla beraber, hem iktidarlarını, hem siyasi partilerini hem de Türkiye’deki demokratik olması lazım gelen rejimi tehlikeye düşürmekten başka bir yarar sağlamayacaktır. Ayrıca kullanılan üsluba devlet ve siyaset adamlarının dikkat etmeleri gerekmektedir.” Prof. Dr. Ülkü Azrak ise başsavcılığın uyarısının kasten saptırıldığını vurgulayarak “Yargı kararlarına ters düşecek beyanlarla bir gerginlik yaratmak doğru değil” dedi. Başsavcının uyarısının hukuki kurallar çerçevesinde olduğunu belirten Azrak, “Başsavcı, siyasi partilerin kapatılmasına kadar uzanan sürecin başında böyle bir şeyin ortaya çıkmaması için önce uyarıda bulunur. Bu uyarı sanki yasama ve yürütmeye bir müdahale gibi telakki edilirse işte bu telakki yanlış olur” diye konuştu. Partilerin kapatılmasının demokratik rejimler bakımından hoş olmayan bir karar olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Azrak, “Ama kaçınılmaz hale gelebilir. İşte böyle bir sürecin ortaya çıkmasını engelleyecek bir uyarı başsavcıdan gelebilir. Bu hukuka aykırı değildir” değerlendirmesini yaptı. Yasama ve yürütmenin mah keme kararlarına uymak zorunda olduğunu vurgulayan Azrak şu değerlendirmeyi yaptı: “Anayasa Mahkemesi’nin kararları anayasa gereğince, yasama, yürütmeyi, yargı organlarını, idareyi, gerçek ve tüzelkişileri bağlar. Hükümetin kararlarının yargıyı bağlayacağı hükmü var mı? Nasıl kendilerini yargı üzerinde görebilirler. Yasama ve yürütme yargıyı bağlayamaz. Yasaların ve idare işlemlerinin denetimi yargıya bırakılmıştır. Hukuken Anayasa Mahkemesi, yasama organının üstünde yer alıyor. İstedikleri kadar inkâr etmeye kalksınlar.” Azrak, Başbakan’ın öteden beri yargıya karşı tavrı olduğunu vurgulayarak “Yargı denetiminden hiç hoşnut olmayan bir iktidarla karşı karşıyayız. İktidar kendisini TBMM ile eşdeğer görüyor. Kasten kavramlar karıştırılıyor. Bir çatışma ortamına gidiliyor” dedi. Bir ‘makine’ olarak sermaye Sermaye bir salt “şey” değil, daha çok bir “ilişkiler ağı”. Bu “ilişkiler ağı” varlığını sürdürebilmek için durmadan genişlemek, sürekli “canlıemekle” karşılaşıp onu içine çekerek tüketmek ve genişlemesine olanak sağlayacak ekonomik fazlayı üretmek zorundadır. Hegelci bir deyimle “kendi kendine genişleyen şey” de diyebiliriz sermaye için. “Sermaye”, insan çelişkisini irdelemeye çalışırken Deleuze ve Guttari’nin (Antioedipus, III/9) “modern kapitalist makine” kavramından da yararlanabiliriz. Bu genişleme boyunca sermaye, mekânı ve zamanı durmaksızın yeniden düzenler, verili “anlamları” (kültürü, öznellikleri) “çözer”, yenilerini oluşturur, insanın “yaşam dünyasını” kendi genişleme gereksinimlerine uydurur. Bunun için bir “makine” olarak sermayenin işleyişinin önünde hiçbir engel olmamalıdır: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” Bu “makine” çok sayıda makinelerden oluşur. Kriz dönemlerinde bu makinelerden genişleme sürecinin gereksinimlerine uyum sağlayamayanların bir kısmı tasfiye olur, bir kısmı diğer makineler tarafından tüketilir/özümsenir, bir “yaratıcı yıkım” yaşanır. İşte bu süreç içinde, Deleuze ve Guttari’nin bir başka kavramına başvurursak, “arzulayan bir makine” (yiyen, içen, sıçan, sevişen...) olarak insan, bir canlı emek tüketme makinesi olarak sermaye ile karşı karşıya gelir. Bu, kapitalist açısından yaşam etkinliğine olanak veren sermaye parçasının (şirketinin vb.) yok olması ve mekânın/zamanın yeniden düzenlenmesi bağlamında, hem kendisinin (ailesinin) hem de kültürünün varlığını tehdit eden bir karşılaşmadır. Bu yüzden birileri, “Bu koşullarda biraz acı çekmek kaçınılmazdır”.. “‘yaratıcı yıkım’ın piyasanın özünde olduğunu sorun çıkartmadan kabul etmek gerekir; o bir piyasa hatası değildir” (Lindsay, www.adamsmith.org, aktaran Glyn Daly, IJZS Cilt.1.4) dese de kapitalist, çoktan işletmesini, iktidarını, kültürünü hatta canını kurtarmanın yolarını aramaya başlamıştır: Devlet devreye girmeli, birileri kurtarılmalı, birikim merkezinin bir mekânından bir başkasına kayması önlenmeli, yıkımı erteleyecek yeni mekânlar açılmalı vb... TBB BAŞKANI DİSK BAŞKANI ÇELEBİ: Özok: Biz çağdaş yaşamın yanındayız ? Türban konusuna ayaküstü politik sömürülerle yaklaşmanın yanlışlığına dikkat çeken TBB Başkanı Özok, “Laik hukuk düzenine gölge düşürmeyecek bir çözüm lazım’’ dedi. DİYARBAKIR (Cumhuriyet Bürosu) Diyarbakır’da çeşitli görüşmelerde bulunan Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Özdemir Özok, yargının açıklamalarını eleştiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a “itidal” çağrısı yaptı. Özok ve yönetim kurulu üyeleri, dün Diyarbakır’da Vali Hüseyin Avni Mutlu ve Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ile ayrı ayrı görüşmeler yaptı. Özok, 3 Ocak günü patlayan bombalama olayı nedeniyle üzgün olduklarını ve acıları paylaşmak için geldiklerini söyledi. Basın mensuplarının gündeme ilişkin sorularını yanıtlayan Özok, türban tartışmalarına da değindi. Sık sık türbanın yanında veya karşısında olup olmadıkları yolundaki sorularla karşı karşıya kaldıklarını anlatan Özok şöyle konuştu: “Bizim yanında ve karşısında olduğumuz, Türkiye’deki laik düzen ve onun karşıtı. Biz ülkemizde laik hukuk düzeni ve laik hukuk düzeninin getirdiği çağdaş yaşamın yanındayız. O nedenle bu konulara ayaküstü politik sömürülerle yaklaşmak son derece yanlıştır. Şimdi MHP’nin getirdiği bir öneri var. ‘Sadece üniversitelerde kamu hizmeti alan genç kızlarımıza bu fırsatı verelim’ diyor. Bu son derece masum ve mantıklı görünüyor. Ama bu arkadaşları pozitif bilimin çeşitli dallarında okutuyorsunuz. Mezun olur ise bu arkadaş, ‘Kamu görevini de böyle yapacağım’ der ise o gün de bu tartışmayı yaşamaz mıyız? O nedenle geleceği de düşünerek, Türkiye’nin hakikaten farklı hukuksal yapısı olan laik hukuk düzenine gölge düşürmeyecek, onu zedelemeyecek bir çözümü getirmemiz lazım.” Türban, hak gaspına örtü oldu İstanbul Haber Servisi DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, “türban tartışmalarının bir hak ve özgürlük konusu olmadığını” belirterek “Başbakan örtünme konusunu siyasallaştırdı. Ortaya attığı bu tartışmalar, halkın temel haklarını ortadan kaldıran düzenlemeleri gizlemek için kullanılan bir örtüdür” dedi. İstanbul Üniversitesi (İÜ) Rektörü Prof. Dr. Mesut Parlak da türban tartışmalara ile ilgili olarak “Laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bir bütün olduğunu savunan üniversite olarak, hukuk devletinin bize dediklerini uygularız. Kimse bizden türban konusunda bir şey isteyemez. Yargı ne derse o olur” değerlendirmesini yaptı. DİSK Başkanı Çelebi yaptığı yazılı açıklamada, Başbakan Erdoğan’ın geçen hafta İspanya’da gerçekleştirilen “Medeniyetler İttifakı” forumunda türban ile ilgili yaptığı açıklamalarla küresel boyutta dinler arası diyalog arayışına katkı yaparken örtünme konusunu siyasallaştırdığını ve ülke barışına meydan okuduğunu belirtti. Çelebi, AKP hükümetinin sosyal politikaları siyasal politikalara dönüştürdüğüne dikkatleri çekerek “Sosyal hukuk devletini sadaka devletine dönüştürerek halkı tutsak alan AKP, ülkede yaşanan sorunları, hükümet sorumluluğu olarak görmekten kaçınmayı ve sorunları kendi sorumluluğundan soyutlamayı da maharetle sürdürmektedir” dedi. İÜ Rektörü Prof. Dr. Parlak da İstanbul’da katıldığı bir açılışta gazetecilerin “Başbakan Erdoğan’ın üniversitelerdeki türban yasağını çözüme kavuşturacağı yönündeki açıklamalarına İÜ olarak nasıl baktıkları” sorusuna, “Bizler laik demokratik Cumhuriyetin, ülkenin bölünmez bütünlüğünden ödün vermeyecek savunucularıyız. Kimse bizden bunu isteyemez. Demokratik hukuk devletinin bize dediklerini yaparız. Demokratik, laik sistemin hukuku ne derse o olur, kimse hukukun dışına çıkamaz” yanıtını verdi. ‘Arzulayan makine’ olarak kapitalist Son krizde de sermayenin genişleme sürecinin “yıkıma” yol açma riski büyüdükçe bir “arzulayan makine” olarak kapitalist(ler)in bir tepkisi, Freud’un deyişiyle “yadsıma” (“Yok, yok, kurt değil köpektir...”), fanteziler üreterek “normalliği” korumaya çalışmak, dahası bu yadsımayı/fantezileri topluma yaymaya çalışmak oldu. Örneğin, 1990’larda: “Artık bir yeni ekonomi” var, “küreselleşme enflasyon tehlikesini ortadan kaldırdı.” 20032008 arası: “ABD dış açığı sorun değil”, “dünyada tasarruf fazlası var, bize göndermeyecek de ne yapacaklar?”... 2007/08: Daha sonra, “Merak etmeyin kriz sınırlı bir bölgede.. resesyon olmayacak, ‘ayrışma var’, Asya peşinden sürükler”... Böylece, “beklentiler yönetildi”, diğer sınıflar (halk) daha fazla borca batma, daha büyük yıkım pahasına tüketmeye, işler yolundaymış gibi davranmaya yönlendirildi. Diğer tepki de “yaratıcı yıkımı” kabullenmek yerine, devleti “sermaye makinesine” müdahale etmeye zorlamak, sorunları, “kırılmayı”, gelecekte şiddetinin artması pahasına erteletmeye çalışmak oldu. Ancak “kırılma” anı, “yaratıcıyıkım” artık ertelenemez hale geldiğinde toplumsal düş kırıklığı, tepki riski daha da artmıştı. Dahası sermayenin işleyişini, yıkımı azaltacak biçimde yeniden düzenleyecek modellerin geliştirilmesi gecikmişti. Şimdi “arzulayan makine” olarak kapitalist, bir “yıkım makinesine” dönüşen sermayeyi yeniden denetim altına almak istiyor ama hem yöneticilerin hem de halkın öznelliklerinin buna hazır olmadığını dehşetle görüyor. Giderek daha geniş çaplı müdahale zorunluluğu oluşuyor. Bu da daha geniş toplumsal tabakaların harekete geçirilmesini gerektiriyor. Üç “olay” olasılığını birden içeren kritik bir “moment” oluşuyor: Faşizm (günümüzde ek olarak siyasal İslam), sosyal demokrat uzlaşma, toplumsal devrim. Şimdi, artık bir “olay alanı” şekillenmiş, Badiou’nun vurguladığı gibi “olayı” yaratmak için “öznesini” beklemeye başlamıştır. Kriz derinleştikçe “sermaye” ile insan arasındaki çelişki derinleşiyor. Krizler yalnızca kapitalist ve işçi arasında sınıf savaşlarını değil, aynı zamanda sosyal demokrasinin tarihinden bildiğimiz gibi bu sınıfların “sermaye” karşısında uzlaşma olasılığını da gündeme getiriyor. Bu uzlaşmanın maddi zeminini (yönetenlerin yönetemediği, yönetilenlerin yönetme işlevini üstlenecek düzeye yükselemediği için) toplumsal çöküntü olasılığının doğduğu bir konjonktür oluşturabiliyor. Bugün böyle konjonktür, “uzlaşma” yoluyla sermayeyi dizginleyecek yeni bir “modele” geçme olasılığı doğuyor. “Davos”ta yaşanacak tartışmalara bu gözle de bakmakta yarar var. erginy@tr.net http://erginyildizoglu.blogspot.com AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın partisinin TBMM grup toplantısında konuşmasını tamamlamasının ardından salonun üst bölümünde oturan bir partili, “Başbakanım” diye bağırdı. Bu bölümde oturan polisler vatandaşa müdahale ederek ağzını kapattı ve salondan çıkardı. (Fotoğraf: AA) Erdoğan’ın hedefi yine yargı Başbakan, ‘Kime kendini milli iradenin üzerinde görmesin’ dedi. Merkez Bankası’nın İstanbul’da bağımsızlığını arttıracağını savundu ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya ve Danıştay’ın türbanla ilgili uyarılarını sindiremeyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında yine yargıyı hedef aldı. Erdoğan, “Bu ülkede kimse ama kimse demokrasiyi, hukuku sadece kendine hak olarak görmesin, kimse kendisini milli iradenin üzerinde görmesin’’ dedi. Erdoğan, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, bazı çevrelerin milli iradeye dayanarak, milletin sorunlarını siyasetin konusu yapmalarından rahatsızlık duyduğunu söyledi. Adaletin samimiyet istediğini, merhametin bütün önyargıları yenmeyi gerektirdiğini iyi bildiklerini ileri süren Erdoğan, konuşmasında dış politika ve ekonomiyle ilgili konulara da değindi. Konuşmasıda Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınmasıyla ilgili tartışmaları da anımsatan Erdoğan, taşınmanın bankanın bağımsızlığını daha da arttıracağını savundu. kırımı iddialarını tanıyacağı yönündeki açıklamalarını ima ederek tasarının ABD’de geçmesi durumunda iki ülke ilişkilerinde onarılmaz yaralar açacağını belirtti. Erdoğan, şunları söyledi: “Bir aday adayı politikacının, seçimleri kazandığı takdirde sözde soykırımı tanıyacağı yönündeki talihsiz açıklamaları, ülkelerimiz arasındaki ilişkilere gölge düşürme riski taşıyor. TürkiyeABD ilişkileri bazı lobilerin karalama kampanyalarına da feda edilemez, iç siyasetin ucuz hesaplarına da kurban edilemez. Seçim meydanlarında atıp tutanlar, ondan sonra el bebek gül bebek bizlerle gayet iyi münasebetlerde bulunuyor. Aynı durum şimdi ABD’deki aday adayı siyasetçi için de geçerli. Demek ki bir siyaset acemiliği var, bunu gidermesini tavsiye ederiz.’’ Gazze’de trajedi yaşanıyor Erdoğan, İsrail’in yaklaşık bir haftadan beri Gazze’yi abluka altında tuttuğunu anımsattı. Gazze’de yaşayanların bir “insanlık trajedisiyle karşı karşıya olduklarını” ifade eden Erdoğan, “Birileri yanlış yapıyor diye bir toplumu topyekun cezalandırmak, insani bir trajediye sebep olmak, anlaşılabilir bir uygulama değildir” görüşünü dile getirdi. Obama’nın ucuz siyaseti Erdoğan, ABD’de Demokratların başkan adaylarından Barack Hussein Obama’nın başkan seçilmesi durumunda Ermeni soy Can Dündar ve Rıdvan Akar’ın “Ecevit’in Gizli Arşivi” başlıklı yazı dizisindeki (Milliyet gazetesi) Kürt raporu, “inanılmaz bir belge” spotuyla sunulmuştu. Neden “inanılmaz” ki? Daha çok yakın bir tarihte şimdi Meclis’te MHP milletvekili olan bir eski diplomat, bir köşe yazısında “mübadele”den söz etmişti. Bu teze göre Türkiye’nin güneydoğusundaki Kürtler Kuzey Irak’a gönderilecek ve Kuzey Irak’taki Türkmenler de Türkiye’ye onların yerine yerleştirilecekti. Böylece bu konu da sona erdirilmiş olacaktı. Benzer bir çalışmanın İttihat Terakki döneminde de hazırlandığını biliyoruz. O dönemde de İttihat ve Terakki (19131918) bir iskân politikası hazırlamıştı. ??? 27 Mayıs 1960’ta iktidara el koyan askerlerin hazırladığı “hicret” raporu Cemal Gürsel döneminde kabul edilmiş ancak uygulamaya konulmadan yeni bir hükümet kurulmuştu. İsmet İnönü’nün başbakanlığında kurulan CHP Ecevit’in Arşivindeki Kürt ‘Hicret’i AP koalisyon hükümeti, kuruluşun ardından hazırlanan bu raporu önünde bulmuştu. Bülent Ecevit o hükümetin genç bakanlarından birisiydi. Rapor onun önüne de konulmuştu. Raporu hükümete veren askerler, “Bunu sizin tasarruf hakkınızı kullandığımız şekilde yorumlamayın, size bir yardım kabul edin” demişti. ??? Peki ne vardı bu raporun içinde: “Bölgenin kendini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü, Türk lehine çevirmek için, bölgelerindeki iktisadi şartların zorluğu karşısında başka taraflara hicrete mecbur kalan Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışında gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmek, bölgedeki kendilerini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik ve bu hicreti finanse ederek, memleketin Türk çocuğu bulunan yerlerine iskân etmek...” Bu raporda dikkat çekici başka bölümler de yer alıyor. Benim ilgimi çeken “Radyoda propaganda” bölümünde şunlar yer alıyordu: “Radyo vasıtasıyla Türkçe güfteleriyle mahalli havaların çalınması ve mahalli radyoların, bölge için, propaganda uzmanlarından müteşekkil gruplar tarafından hazırlanacak programlar yayması...” Kürtlerin Türk ırkından geldiği yönünde bir “inandırma faaliyeti” de raporun bölümleri arasındaydı: “Irk bakımından, Türk siyasi düzeninin kendi menfaatları bakımından en elverişli, en emin ve en çok imkân sağlayan düzen olduğunu telkin eden bir inandırma faaliyetine girilmesi...” “Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesinin mevcut olmadığının anlatılması…” “Bir üniversiteye bağlı derhal bir Türkoloji enstitüsü kurularak, kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun ispat olunarak yayıMlanması… Doğu’nun Türk tarihinin yazılarak neşredilmesi… Kendilerini Kürt sananların, menşelerinin Turani kavimlere dayandığı hakkında, çeşitli yönlerden arayışlar yapılmaya ve neticelerinin türlü neşir vasıtalarıyla yayılması…” ??? Bu görüşler tam 47 yıl önce hazırlanan bir raporda yer alıyor. Bu görüşler yıllarca değişik milliyetçi çevreler tarafından savunuldu. MHP’li bir bakan öğretim üyesi, doktora tezini Kürtlerin Türk olduğu üzerine hazırlamıştı. Sonuç olarak, Türkiye’ye egemen olan anlayış, Kürt sorununu ya da adı her neyse olan sorunu, bir türlü demokratik sistem içinde çözmek gerçeğine sıcak bakmadı. Toptan göçertmelerle, bilimsel olmayan sahte tarih tezleriyle bu sorunun üstesinden gelineceği sanıldı. “Dağlı Türkler” teorisi de bu “inkâr” siyasetinin isimlerinden birisiydi. 47 yıl, daha da gerilere gidersek belki yüz yıldır bu sorun Türkiye’nin önünde duruyor. İsyanlarla, ölümlerle bugünlere kadar gelindi. O “kafa” ile hazırlanan bütün siyasetler ve önlemler Türkiye’yi bugünlere getirdi. Hâlâ, bu raporu hazırlayan anlayış ülkemizde etkisini sürdürüyor. Ancak bir çözüm de üretemiyor. Bu raporun en dikkat çekici olan bölümlerinden birisi “akademi”yi, yani üniversiteyi ve bilimi de kendi tezlerine alet etmek istemesi. Büyük ölçüde ettiğini de biliyoruz. Sonuç ne oldu: Sıfıra sıfır, elde var sıfır… ??? “İnkâr”ı, “hicret”i bir yana bırakıp demokrasiyi, toplumsal hakları öne çıkaran bir yol izlense, yani bugün kadar yapılmayan ve yapılmak istenmeyen yapılsa, mutlaka daha başka bir noktada olurduk… Neden buraya geldik, sorusuna verilecek cevaplardan birisi Ecevit’in gizli arşivindeki “Kürt Raporu” olabilir… Türk uçaklarına engelleme ? ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Genelkurmay’ın internet sitesinde yer alan “Ege/Akdeniz Eğitim ve Tatbikat Uçuşlarına Yunanistan’ın Müdahalesi’’ başlıklı duyuruya göre, Türk Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın Ege Denizi’nin uluslararası hava sahasında dün eğitim uçuşu yapan F16 uçaklarına, Yunanistan’ın Limni, Larissa ve Skiros meydanlarından kalkan F16 ve F4 uçakları tarafından Midilli Adası batısı ve kuzeybatısında 4 kez önleme yapıldı. Karasuları ihlali ? ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Genelkurmay’ın internet sitesindeki karasuları ihlallerine ilişkin duyuruya göre dün, Kardak kayalıkları bölgesinde Yunanistan’a ait bir sahil güvenlik botu 07.0011.15, diğer bir sahil güvenlik botu ise 11.1114.45 saatleri arasında Türk karasularını ihlal etti. Girişimlerde bulunulması maksadıyla olaylar Dışişleri Bakanlığı’na bildirildi. CUMHURİYET 04 K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear