24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 11 MART 2007 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Denizleri Yazmak Bizim ülkemizde bu donanım ve dolulukla denizciliğimizi sanat ve edebiyatımıza taşıyacak insanların çıkması, “yazmak için yaşamak” denilen maceraya girişmek için çok daha bol malzeme var. Üstelik bizim ülkemiz her şeyi ile dünya çapında dev olaylara ve gelişimlere sahne olmuş nadir bir ülke. PENCERE ve şiirleri daima olagelmiş entelektüeller... Kamerayı Cumhuriyetin ilk on yılından 1940/50’lere kadar Karadeniz ya da güney kıyılarımıza çevirelim. Ne yeterli demiryolu var o kıyı kentlerini İstanbul yoluyla dünyaya bağlayan ne de karayolu. Her türlü ulaşım, canlı hayvan dahil, yük, yolcu her şeyi üstlenen o artık masallaşmış “Posta Gemileri”. Marquez ne denizci, ne balıkçı. Sadece “Anlatmak için yaşamak”(*) diyerek Nobel’e kadar ulaşan bir fakir Kolombiyalı. Ama yazmanın tutkusu ile yakaladığı karakterler hep aynı. O iki büyük nehirde ülkenin tüm ulaşımını üstlenen ve ülkenin iç kesimlerini denize bağlayan gemileri, isimleri, kaptanları nehirlerdeki uğrak iskeleleri ile ne büyük bir ustalıkla yazıyor. Denizi, yerel akıntıları, fırtınaları, savaşları, yönetim değişikliklerini, aslında yapıları oldukça karışık sosyoekonomik olayları herkesin anlayacağı şiirsel bir yalınlığa indirgeyerek nasıl anlatıyor ve ülkesinin denizle ilişkisini nasıl romantize ediyor. Bizim ülkemizde bu donanım ve dolulukla denizciliğimizi sanat ve edebiyatımıza taşıyacak insanların çıkması, “yazmak için yaşamak” denilen maceraya girişmek için çok daha bol malzeme var. Üstelik bizim ülkemiz her şeyi ile dünya çapında dev olaylara ve gelişimlere sahne olmuş nadir bir ülke. Her şeyi ile de zengin. Neden denizle insanımızın ilişkilerinden kültür denilecek o kıymetli tortu birikmiyor. Ben bu işe yıllar önce soyunmuş, sadece bir tek yazarımızı, çok başarılı ve şimdi aramızda olmayan birini büyük bir hayranlık ve saygı, özellikle de “Direğin Tepesinde Bir Adam” öyküsüyle anıyorum. Üstelik denizci de değildi Zeyyat Selimoğlu. Genç denizciler, nerelerdesiniz? O görkemli dünya, o sonsuz şiir, içinde yaşadığınız ve dünyayı dolaştığınız gemilerle, “Deniz”le aranızda hiç mi bir şeyler oluşmuyor?.. * Gabriel G. Marquez’in 1982 Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı kitabı “Anlatmak İçin Yaşamak.” Askere Güvenmek Suç mu? Baktım, iki listede de adım yok. Askere güvenenler bir yanda, AKP iktidarına güvenenler öte yanda... Olur şey mi? Bu ülkede asker ayrı, hükümet ayrı mı? Arkadaşımız Oral Çalışlar’ın, bir dergiden aldığı listede bir sürü yazar adı var! “Kim askere karşı, kim askerden yana” olan yazarları böylece tanımış oluyoruz... O derginin yazdıklarını doğru sayarsak!.. Askersivil diye bir bölünme var mıydı eskiden? Asker diye tanımladığımız kimdir, nedir? Hepimiz askeriz, hepimiz Silahlı Kuvvetler’in parçasıyız. Halkımızın en çok güvendiği güç asker değil mi? Askere güvenmeyip de başka kime güveneceğiz? Bizlere, “Siz asker darbesi istiyorsunuz” diye çatanlar vardır. Yakından bakınca bu gibi kişilerin en çok asker yönetimlerinde çıkarlarını koruduklarını, işlerini yürüttüklerini, rahatlarını sürdürdüklerini görürsünüz. Oysa “Siz askerden yanasınız” diyenlere sormamalı mı? 12 Mart’larda, 12 Eylül’lerde en çok hapislerde yatan, adalet önünde hesap veren, en ağır suçlamalarla karşılaşanlar kimlerdi? İlhan Selçuk’lar, Ali Sirmen’ler, Erdal Atabek’ler, Orhan Apaydın’lar, daha kimler.. kimler?.. ??? AKP kafasındakilere göre asker konuşmasın, düşüncesini açıklamasın, irtica tehditlerine, Atatürk Cumhuriyeti’nin temellerinin sarsılmasına karşı çıkmasın, yanlışlıktan yanlışlığa, gerilemeden gerilemeye düşen bir iktidardan hesap sormasın... Asker kim? Bu ülkenin en iyi koşullarda, en iyi öğrenimlerle yetişmiş subayları.. yüzbaşıları, albayları, generalleri; bu ülke için tehlike yaratan kişilere, kafalara ulusal görev gereği ister istemez “dur” diyeceklerdir, demek zorundadırlar. Bilirsiniz her askeri yönetim işbaşına gelir gelmez ilk fırsatta seçimlere gidileceğini açıklar, bu sözünü de tutar. Ama yönetimden uzaklaştırılanlar bir yolunu bulup yeniden iktidarlarını kurmayı becerirler! Bizim politikacılarımızın bu tür olaylardan ders almaları hep beklenmiştir. Ama aynı çıkmaz yoldan vazgeçtikleri görülmemiştir... Askere güvenenlerle, AKP’ye güvenenler listesinde adımı görmeyince, üzüleyim mi, sevineyim mi, diye düşündüm... Demek, yıllardır yalnızca bildiğimi, gördüğümü, düşündüğümü yazmışım. O ne der, bu ne der diye düşünmemişim! Batı Dünyasının Çivisi mi Çıktı?.. ‘Küreselleşme’ denilen olgu hepimizi şaşırtıyor, afallatıyor, çarpıyor, zıvanadan çıkarıyor... Yerküre neredeyse küçülecek, küçülecek, küçülecek, cebimize giriverecek... Eskiden Doğu Perinçek’i bizim mahkemeler fikirlerinden ötürü hapis cezasına çarptırırlardı... Şimdi İsviçre mahkemeleri Doğu’yu fikirlerinden ötürü hapis cezasına çarptırıyorlar... Orta Avrupa’da fikir suçu hortladı!.. ? Perinçek geçenlerde İsviçre’nin Lozan kentinde demiş ki: “ Ermeni soykırımı savı emperyalist bir yalandır!..” Vay sen misin bunu söyleyen!.. İsviçre mahkemesi Perinçek’e para ve hapis cezası vermiş... Peki, İsviçre uygar bir ülke değil mi?.. Düşüncesini söyledi diye kişiyi cezalandırmak demokrasiye taban tabana zıt düşmüyor mu?.. Nasıl bir ‘uygarlık’ bu?.. ? Oysa eskiden biz İsviçre’yi yere göğe koyamazdık!.. Türkiye Cumhuriyeti şeriata dayalı Mecelle’yi 1926 yılında kaldırmış, ‘İsviçre Medeni Kanunu’nu benimsemişti... Ne oldu bu İsviçre’ye?.. Hiçbir şey olmadı!.. Kendine dönük yüzünde uygar mı uygar olan Avrupa, dünyaya bakışında ilkel, acımasız, vahşi ve emperyalisttir... İsviçre de bu kuralın çelişkisinde yaşayan nice Batı ülkesinden biri... ? Ya İngiltere’ye ne demeli?.. Sözüm ona Şekspir’in ülkesi!.. Irak’taki vahşetin emperyalist patronlarından en önde gelen biri İngiltere değil mi!.. Oysa ‘Magna Carta’ (Büyük Ferman) uygarlık tarihinde ilk İngiliz anayasal belgesi olarak görülür; 1215’te çıkarılmıştır... Bugün İngiltere hem Avrupa Birliği üyesi... Hem Irak’ın işgalcisi... Amerika ile birlikte emperyalizmin 21’inci yüzyıldaki canavarlığına gönüllü ortak İngiltere’nin insanlığa bakacak yüzü var mı?.. ? Evet, küreselleşiyoruz... ‘Yeni Dünya Düzeni’ne diyecek yok!.. ‘Neoliberalizm’in tüm marifetleri ortaya dökülüyor... Kıyamet yakın!.. İklim koşulları SOS göstergelerini sergiliyor; insanlar kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar dörtnala kıyamete doğru koşuyorlar... Ne var ki Irak’ta bugünkü koşullar şimdiden kıyamete rahmet okutur... ? Küreselleşen dünyamızın çağdışı manzaralarından birini de Irak’taki Kerbelâ kartpostalında görüyoruz... Hıristiyan emperyalizminin istavrozu Mezopotamya’da tam egemenliğe sahipken Sünnilerle Şiiler 1300 yıl önceki Kerbelâ faciasının hesaplaşmasında birbirlerini yiyorlar... İşgalci Amerikan ordusuna karşı birleşemeyen Müslümanların Müslümanlığına ne denir?.. Hiçbir şey denmez!.. Ya sabır çekilir... ? Batılılar bize diyorlar ki: “ Türklüğü aşağılayanları cezalandıran 301’inci maddeyi Türk Ceza Yasası’ndan kaldırın!..” Hatırları büyüktür, kaldıralım!.. Ama, Doğu Perinçek ne kimseyi aşağılamış, ne de kimseye “Gözünün üstünde kaşın var” demiş; yalnız Ermeni soykırımı savının doğru olmadığını söylemişti; cezayı yedi... Avrupa “Ermeni soykırımı yoktur” diyeni cezalandırırken Türklüğü aşağılayanların bağışlanmasını istiyor... Sanırım Batı dünyasının çivisi çıktı!.. OKTAY SÖNMEZ Denizci yazar “Anlatmak için yaşamak” diyor Gabriel Marquez, yaşadığımız yılların unutulmaz ve tartışmasız Nobel ödüllü romancısı. Bu sözleri denizleri, ekmeğini orada kazananları yani denizcileri, gemiler ve gemicileri yazmak konusunda düşününüz. Yüz binlerce deniz adamının bazen teknolojinin harika ürünleri olan yardımcı donanımlara sahip olsalar bile yine de “Deniz” denilen o riskler dünyasında karşılaştıklarının, o çilenin, o kavganın bir ülkenin deniz kültürü olarak sanata yansımasındaki görkemi görmezlikten gelemezsiniz. Denizlerde açan çiçekler dediğim ve canlı saydığım “gemiler”in öykülerini yazmak, gemicilerin, yaşanmadıkça hep uzak kalınmış acılarını, genellikle küçük şeylerden oluşan, katıksız büyük coşkular yüklü mutluluklarını, inanılmaz dostlukları, sevdaları, aşkları yazmak Marquez’in dediği gibi salt bunları anlatabilmek, milyonlarca insana taşıyabilmek için yaşamaya değer. Hangi coğrafya ya da iklimde olursa olsun denizle bağışık, ekmeğini denizden kazanan insanların yaşadığı, daha doğrusu “Denizi olan ülkeler”in insanı ile onun en şiirli, en güçlü, zengin ve gizemli doğa unsuru olan “Deniz” arasındaki ilişkiler, o kavga, o kendiliğinden oluşan ilişkilerden doğan kültür, temel unsurlarda hep aynı kalıyor. Deniz ve denizcilikle ilgili türlü tekniklerin yanında oluşan örf, âdet ve gelenekler bunlardan süzülen sanatın özü olan şeyler pek değişmiyor. Çünkü başlı başına dev bir şiir olan deniz ve onun, onunla ömür boyu yaşayan, ölüm kalım kavgası ya da terk edilmez bir sevda içinde olan çocukları, yani “gerçek denizci” halklar, uzun süreler içinde gelişen özümsemelerle bir “deniz kültürü ve sanatı”nı farkında olmaksızın yaratıyorlar. Bu yaratış ve üretimin temeli de “uluslararası anlamında” denizci bir halk olmak. Bu gerçekleşince o ünlü müzeler, görkemli kütüphaneler dolup taşıyor. Çünkü o ülkelerde denizi yazanlar var. Denizcilerin kendileri de yazıyorlar. O ülkelerde denize yakın olup, denizde ve denizin verdikleri ile yaşayıp da ondan etkilenmemeye imkân yok. Bu sürekli etkileniş bir birikim ve zenginlik yaratıyor. Bu birikim de o insanlarda bir paylaşma, içindekileri başkalarına taşıma duygusuna iteliyor ve denizi yazmak böyle gerçekleşiyor. Uluslararası denizciliğin asları olan ülkelerden özellikle İngiliz ve Amerikalı yazarlardan örnek vermek varken yadırganabileceğini de düşünmeme karşın bu bağlamda yine de Marquez’den söz edeceğim. Türkiye nere Kolombiya nere. Ama insanın denizle, ona kavuşan büyük nehirlerle ilişkisi coğrafya ya da iklim ne olursa olsun değişmiyor. Marquez’in ülkesi Kolombiya. Atlantik kıyısında iç ülkeye (interland) iki büyük nehirle bağlı iki limanı var. Barranquilla ve Cartagena. Uzun yıllar boyunca ulaşım için yeterli altyapısı yok. Ülkenin iç kesimini denize bağlayan bu iki nehirde yolcu, yük ulaşımını yapan tarifeli posta gemileri çalışıyor. Yolcuları, hep o azgelişmişliği, yoksulluğu, yokluklara alışmışlığı ile birlikte yine de oldum olası var olan bir gönül zenginliği ile bizim Anadolu halkımıza özellikle Karadeniz insanına çok benziyor. Üniversite öğrenimi için deniz kıyısındaki büyük kentlere giden gençler, her işi ne ücretle olursa olsun yapmaya hazır yarı aç yarı tok insanlar, yalnız, yenik, ezilmiş kadınlar, fukara, yetenekli, acıya alışık, hayal, umut TOKAT TURHAL ORMANÖZÜ KÖYÜ DERNEĞİ GENÇLİK KOMİSYONU www.ormanozu.com Dernek Gençlik Komisyonumuzun düzenlemiş olduğu dostluk ve dayanışma yemeğimize katılmanızı saygılarımla dilerim. 18 MART PAZAR SAAT: 12.00 17.00 ARASI HALAY SALONLARI Ahmet Bayram Cad. Eski Oto Sanayi Seyrantepe dönüşü No: 2 Kat: 5 4 Levent/İstanbul PROGRAM SUNUMLARI VE ŞİİRLERİ İLE HÜSEYİN KELLECİ (Radyo Barış ve Su TV) MURAT AKKAYA MUZAFER ÖZDEMİR TAYYAR ERDEM AYSEL DEMİRCİ ERHAN CANAKCI AYDIN BOLAT ORHAN BERK GENÇLER SEMAH VE FOLKLOR EKİPLERİ Sizin Eseriniz... Ali BULUNMAZ leştiri, ayrıştırma yanında; doğruyu cesaretle söyleme anlamını da içerir. Eski Yunan’da buna “parrhesia” deniyordu. Bu bağlamda, doğruyu korkusuzca ifade etme gibi büyük bir sorumluluğu bulunan (gerçek, tam) aydın, sorumluluğunu yerine getirdiğinde, gücü elinde bulunduranları (bir anlamda iktidarı) eleştiri oklarının hedefi haline getirmeyi de bilmiştir. Aydın olmanın ilk koşullarından biri güce ilişmek değil; gücün kim / kimler tarafından, nasıl kullanıldığına ilişkin eleştiri(ler) ortaya koyabilmektir. Buradan bakıldığında, iktidarın da eleştiriye açık olması gereklidir. İşte bu türden bir eleştiriyi korkusuzca yöneltebilecek oluşumlardan biri de, aydınlarla beraber (her üyesi bir aydın olması gereken) basındır. Türkiye örneğini göz önünde bulundurduğumuzda, uzun zamandır dillere persenk olan çok E seslilik deyişi, kâğıt üzerinde geçerli görünmesine ve ilgi uyandırmasına karşın; uygulamada ağırlıklı olan teksesliliktir. Bunun temel nedeni, gücün (iktidarın) sıcak yüzüne yakınlaşma kolaycılığı ile birlikte, muhalif sesler üzerinde kurulan baskıdır. Basının ve aydınların büyük bir bölümünün tekelleşmesi ya da tekellerin güdümüne girmesi ve bu tekellerin iktidarla çıkar ilişkisi kurması; hem basının hem de aydınların büyük bir kısmının önündeki en büyük açmazdır. Çünkü burada kaybedilen veya teslim edilen şey özgürlüktür; güncel deyişle ifade özgürlüğüdür. Hal böyle olunca, iktidarın yarattığı “biz ve onlar” ayrışmasında; basının ve aydınların azımsanmayacak bir bölümü, iktidarın başını çektiği “biz” kompartımanına binmek için yarışmaktadır. Bir zamanların kimi komünist veya solcu “aydınları” neolibe rallikten muhafazakâr demokratlığa “terfi edip”, “büyük medyada” kendilerine yer de bulunca; aynı iktidar gibi, “her şey yolunda” aldatmacasının kalemşorluğunu üstlenmekten geri kalmamıştır. Böylece muhalif sesleri ya duymazdan gelmiş ya da susturulmasına yönelik çalışmalara göz yummayı seçmişlerdir. Diğer bir ifadeyle, kendilerine oyuncaklar bulup yozlaşan siyaseti eleştirmemeyi “görev” bilmişler; teksesliliğe karşı duranların sindirilmesine ve haksız şekilde soruşturulmasına, “onlar da ileri gittiler” veya “özgürlük ve demokrasi karşıtları” gibi açık veya gizli arka çıkmışlardır. Böylesine bir yaklaşımın günü kurtardığı ve iktidarın hareket alanını genişletmekten başka bir anlamı olmadığı açık değil mi? Bu, belli “fikir” ve “edimler” etrafında kümeleşme anlamına gelmez mi? Peki özgürlük ya da ifade özgürlüğü nerede kaldı? Y oksa “ifade özgürlüğü”, yönlendi rilen söylem ve fikirlerin peşinden gitmek olarak mı algılanmalı? O zaman, Türkiye’deki kimi aydınlar ve basının kimi kalemleri, söylem geliştirir ve eylemde bulunurken; gerçeğin peşinden gitmeyecek demektir. O halde bugün, birçok “aydın” ve “gazeteci” sansüre, baskıya ve haksız soruşturmaya ses çıkarmayan yarı aydın konumuna razıdır! Sansüre yönelik yasa tasarıları hazırlanır, iktidarı eleştirenler takibe alınır ve soruşturulurken; “her şey yolunda” ve “istikrar yerinde” diyerek kendini ve herkesi kandırıp suskun kalanlar, yarın benzeri baskı politikaları kendilerine de dönerse sesini kime duyuracak? Türkiye’de muhalif tavır takınan ve iktidarın uygulamalarını eleştirenlere karşı, varlığı tartışmasız olan baskı ve yıldırı tablosu daha çok “görmeyen”, “duymayan” ve konuşmayanların eseri değil mi? Nereden baksanız bakın, bu da bir linç tablosudur... Şişli Belediyesi Senfoni Orkestrası Şef: Sera Tokay Konser programı J. Brahms: Macar Dansları 1 ve 5 M. Bruch: Keman Konçertosu Op. 26 J. Brahms: Senfoni No.4 Keman: Ayşen Ulucan 11 Mart 2007 Pazar Saat: 20.00 Atatürk Kültür Merkezi Konser Salonu ŞİŞLİ 1 İCRA MÜDÜRLÜĞÜ’NDEN ESAS: 2006/1945 Tal. DÜZELTME İLANIDIR 15.02.2007 tarih ve aynı sayılı ilanımızda ikinci satış günü 19.03.2007 tarihi yazılması gerekirken zuhulen 23.03.2007 olarak yazılmıştır. Doğru menkul satış gününün 19.03.2007 günü aynı saatlerde olup tavzihen ve ilgililerine tebliğ yerine kaim olmak üzere ilan olunur. 09.03.2007. Basın: 12731 CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear