26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
19 ŞUBAT 2007 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA 17 Cumhuriyet sahipsiz değil Liselerde okutulan “Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük” kitabındaki devrim tarihine yönelik saptırma ve çarpıtmalara yönelik eleştiriler sürüyor. Eğitimİş Genel Başkanı Yüksel Adıbelli’ye göre; çağdaş, laik ve bilimsel olması gereken ders kitaplarının içerikleri değiştirilerek ve kavramların içi boşaltılarak yeni kuşakların beyinlerinin yıkanması hedefleniyor: “Bu gibi uygulamalar, seçim dönemine girilen şu günlerdeki kamuoyunda yakından bilinen uygulamalarla birleştiğinde, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü tehdit edecek gelişmelerin tohumlarının atıldığını da açık bir biçimde göstermektedir. Toplumun doğru bilinçlenmesini savunan tüm ulusal kurum ve kuruluşların, bu tehlikenin farkına bir an önce varması gerekmektedir.” Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Genel Sekreteri Erdal Atıcı da uyanık olma çağrısını yineledi: “Tarih kitaplarında yaptıkları çarpıtmalar, bazı bilgileri çıkartıp Padişah Vahdettin’i, tarikatları aklamak istemeleri; yol aldıkları ‘Ilımlı İslam Modeli’ doğrultusunda engel gördükleri Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal’i yok etme çalışmalarının bir parçasıdır. Özellikle şeriatçılar ve ikinci cumhuriyetçiler bu konuda ağız birliği etmişlerdir. Onlar Kurtuluş Savaşı’nı ve Mustafa Kemal’i önemsiz hale getirip emellerine ulaşacaklarını sanmaktadırlar. Ancak dün olduğu gibi bugün de başarılı olamayacaklardır. Türkiye Cumhuriyeti ve devrimler sahipsiz değildir...” Tüm bu tepkiler sürerken çocuklarımız saptırılmış, çarpıtılmış bilgilerle donatılan ders kitabını okumaya devam ediyor. Konuyu Meclis’e taşıyan, yakından izleyen CHP’li Mustafa Gazalcı’nın geliştirdiği öneri dikkate alınmalı: “Milli Eğitim Bakanlığı ders kitaplarında, özellikle tarih kitaplarında yaptığı çarpıtmalarla suçüstü yakalanmıştır. Okulaile birlikleri, öğrenci velileri çocuklarına Atatürk ve devrimler çarpıtılarak okutulduğu için bu kitapların okutulmaması için yargıya başvurmalıdır.” Uygun görülmeyen SAĞNAK NİLGÜN CERRAHOĞLU Esinti Devlet sanki çift kişilikli... Genelkurmay Başkanı, Amerika gezisi sırasında Irak’ın kuzeyindeki bir Kürt devletine karşı olduğunu dile getiriyor. Başbakan ise Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerle görüşmeye hazır olduğunu ilan ediyor. CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen anlattı. Münih’teki güvenlik konferansında, Amerikalı diplomat Richard Holbroke ile karşılaşmışlar. Holbroke, Recep Tayyip Erdoğan ile görüştükten sonra Erbil’e gittiğini, 5 saat Barzani ile, 3 saat de oğlu ile konuştuğunu aktarmış ve ağzındaki baklayı çıkarmış: “Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürtlerle görüşmesi iyi olur. Sorunları onlarla temas ederek halletseniz iyi olur.” Bu konuşmanın üstünden daha bir hafta geçmeden aynı sözleri Erdoğan’dan duyan Onur Öymen diyor ki: “Almanya ile bir derdimiz olduğu zaman Hamburg eyaletiyle mi konuşuyoruz biz? Bir devlet dururken ortada, bir yerel yönetimi muhatap alabilir miyiz? Bizim muhatabımız Irak devletidir. Üstelik görüşme yapmayı düşündüğünüz kişi ‘Türkiye Kerkük’e müdahale ederse çiçekle karşılamayız’ diyen, ‘Türkiye’deki Kürtler ayrı bir millettir’ diyen, Türkiye’nin, dış politikası ve terörle mücadele politikası üzerine ileri geri konuşan Barzani...” Birileri birilerinin aklına estiriyor. Aklına estirilen de işine geldiği için işimize gelmeyeni yapıveriyor... Büyükanıt’ın çizgisi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, göreve geldiğinden bu yana hep aynı çizgide konuşuyor. O çizgiyi kimileri “sert” buluyor. Sert mi, kendi içinde tutarlı mı? Büyükanıt’ın çizgisinin kendi içinde tutarlı olduğu kesin... Orgeneral Büyükanıt’ı zaman ve mekân seçimi konusunda da aynı tutarlılık içinde görüyoruz. Örneğin, peş peşe gelen “Türkiye bölünüyor mu, kim bölecek Türkiye’yi, kim bölebilir, Türkiye’yi bölmeye kimin gücü yeter” sorularını geçtiğimiz hafta ABD’nin başkenti Washington’da sordu ve hemen ardından da karşılığını verdi: “Türkiye’yi bölmeyi rüyalarında görenler, bu rüyanın sonunda kâbus görür.” Orgeneral Büyükanıt benzer bir açıklamayı, bu kez hiç soru sormadan geçtiğimiz 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda yapmıştı: “Vatanımızın bütünlüğü ve ulusumuzun birliği ancak laik, demokratik ve hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında sağlanabilir. Kurmak ve devam ettirmek uğruna binlerce şehit verdiğimiz ve vermeye devam ettiğimiz cumhuriyetten vazgeçilebileceğinin hayali bile bu vatana ihanettir.” Kıbrıslı Rumların Akdeniz’de petrol arama atağına karşılık Türkiye, petrol arama ve üretme alanındaki tek ulusal ve kamusal şirketi olan TPAO’yu devreye soktu. Çünkü, ortada bir “milli menfaat” söz konusuydu. Aynı “milli menfaat” AKP’nin Meclis’ten çıkardığı, Cumhurbaşkanı’nın da geri gönderdiği Petrol Yasası’ndan dışlanmıştı. Meclis komisyonunda yasa yeniden görüşülmüş, “milli menfaat” ilkesini petrol aramaları için AKP’liler yine uygun görmemişler. Petrol Mühendisleri Odası Başkanı Mete Topgüder, “Akdeniz’deki son gelişmeler, ülkenin kamu kurumu niteliğinde milli bir petrol şirketinin gerekliliğini ortaya koydu” dedi ve ekledi: “Böyle bir olay karşısında yabancı ya da özel sektördeki bir şirkete ‘Git orada petrol ara’ diyemezdiniz. Petrol sektöründe, kamunun elinde piyasa faaliyetlerini düzenleyecek, kendi politikalarına yön verecek bir kurumun yani TPAO’nun varlığının önemi bir kez daha kanıtlandı. O olmasaydı ne olurdu sorusunu onlara sormak gerekir aslında.” En Uzun Kış... Gazetecilik yaşamımda böylesine “ağır çekim” yaşadığım bir başka zaman dilimi hatırlamıyorum. Sayfayı çeviremiyorum. Başka konulara geçemiyorum. Hrant Dink cinayetinden bu yana geçen bu bir ay, bana yıl gibi geldi. Önce “şok”! Ardından gelen o duygu seli. Yıllar içinde birikmiş, biriktirilmiş Anadolu hüznünden damıtılmış “Sarı Gelin” ve “Fırat Türküsü” ile yapılan yolculuk... Cenazeyi kucaklayan kalabalıklar... Rakel Dink’in “Ah Sevgilim!” diye her satırbaşında içimize akan, yüreklerimizi yakan unutulmaz sesi... Keder, beis, isyan, öfke, utanç, üzüntü, yas... Ve midemizde düğümlenip kalan o koca “yumruk”... İşte o “yumruk” çıkmıyor. Ezilip ufalanmıyor. Orada öylece duruyor. Hatta her gün büyüyor. Neden peki? ‘Tüm kâbusların anası’ Hrant Dink cinayeti çünkü, başka hiçbir siyasi cinayete benzemiyor. Türkiye’nin “tüm kâbuslarının anası” gibi bir şey bu. Bir yanda Hrant Dink’in şahsında simgelenen trajik “geçmişin” gölgeleri; diğer yanda bu korkunç cinayetin izlerini uzun zaman üzerinde taşıyacak, soru işaretlerine gebe bir “gelecek”... Zarların yeniden atıldığı uluslararası bir konjonktürde, olabilecek en kritik kavşaklardan birinde Türkiye’yi yakalayan bu ölümü, artık istesek de zaten unutamayacağımızı biliyoruz. “Tek silahı samimiyet olan” Hrant Dink’i “koruyamamış” ve “yaşatamamış” olmanın verdiği acı ve ezikliğin yanı sıra, dağarcığımızda böyle de bir bilgi var. Bu yetmezmiş gibi, iç konjonktürde, Türkiye’nin “tüm güvercinlerini” hedef alan devasa bir “Pandora’nın Kutusu”nun açıldığını ve her geçen gün ortalığa yeni zehirler saçıldığını görüyoruz. “Bir Hrant yetmez, daha nicelerini öldürmek gerekir!” diyenler mi, “Hepimiz Ogün Samast’ız” diye pankart açanlar mı istersiniz? “Ağabeyine şöyle güzel bir poz ver!” diye katilin eline ayyıldızlı bayrağı tutuşturan güvenlik görevlileri mi? Kuran, bayrak, silah üzerine “ırkçı cihat” açan “sivil toplum örgütü” liderleri.. emekli albaylar mı? “301’e dokundurtmayız!” diyen siyasiler mi? Çetin Altan’ın ifadesiyle, “Bre biz nerde yaşıyoruz?” demekten kendini alamıyor insan... Düne kadar daha “Demokrasiyi biz kendimiz için istiyoruz. Türk halkı buna layıktır. AB olsun, olmasın... Kopenhag Kriterlerini biz, Ankara Kriterleri yapıp yola devam ederiz!” diyen ülke bu mu? Hrant Dink cinayeti, işte, gözümüzün üzerinden gerçeklikten tümüyle kopuk bu “riya perdesini” kaldırdı. “Gerçek ülke” ile “sanal ülke” arasındaki o uçsuz bucaksız mesafeyi kavradık. ’99’da Türkiye’nin aday ülke ilan edilmesinden bu yana, ülkenin AB üyeliğinden yana çıkan dolayısıyla da demokratik dönüşüme öyle ya da böyle zımni destek verdiği, verebileceği farz olunan yüzde 70’in tümüyle sanal bir boşlukta sallandığını keşfettik. Midemdeki o koca “yumruğun” orada öyle.. çöreklenmesinin bir nedeni de bu. ÇALIŞANLARIN SORULARI/SORUNLARI YILMAZ ŞİPAL KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK behicak?yahoo.com.tr Sosyal Güvenlik Reformu ve Anayasa Mahkemesi (1) Değerli hukuk adamı Sayın Senai OLGAÇ bir kitabının önsözünde, “Yasaların dili arı, özlü ve anlaşılır olmalıdır” diyerek bir gerçeği yansıtmıştır. Kamuoyunda oldukça tartışılan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası’nın dili ve anlatımı “arı, özlü ve anlaşılır” olmaktan çok uzaktır. 5510 sayılı Yasa, anayasaya uygun olmadığı yolunda oldukça yoğun eleştiriler almıştır. Ayrıca birçok maddesinin anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle: “1 Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER 2 Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyesi Haluk KOÇ ve Kemal KILIÇDAROĞLU ile birlikte 116 milletvekili” yasanın birçok maddesini anayasaya aykırı bularak maddelerin geçersiz sayılması için dava açmıştır. Dava 14 Aralık 2006 günü karara bağlanmış ve alınan 2006/111 Esas, 2006/112 sayılı karar 30 Aralık 2006 günlü Resmi Gazete’nin “Mükerrer” sayısında yayımlanmıştır. Anayasa Mahkemesi kararında, 5510 sayılı Yasa ile 506 sayılı Sosyal Sigortalar Yasası, 1479 sayılı Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu Yasası, 2925 sayılı Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Yasası, 2926 sayılı Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Yasası ve 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Yasası kapsamında bulunanların sosyal güvenlik ve sağlık hizmetleri yönünden aynı sisteme bağlı tutuldukları vurgulanmaktadır.. Kararda, “Yeni emeklilik sigortası rejimi ile halen devlet memurları, hizmet akdine göre ücretle çalışanlar, tarım işlerinde ücretle çalışanlar, kendi hesabına çalışanlar ve tarımda kendi hesabına çalışanları kapsayan beş farklı emeklilik rejiminin, aktüeryal olarak hak ve yükümlülüklerin eşit olacağı tek bir emeklilik rejimine dönüştürülmesi planlanmaktadır” denilmektedir. Anayasanın 5. maddesinde yer alan insana verilmesi gereken önem yalın bir dille aktarılmaktadır. “İnsanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli koşulları hazırlamaya çalışmak, devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmış olup, bu kapsam içinde kişileri mutlu kılmak, onların hayat mücadelesini kolaylaştırmak, insan haysiyetine yaraşır onurlu bir hayat sürdürmelerini sağlamak gibi hususların da yer aldığı kuşkusuzdur.” Mahkeme, kamu kesiminde görevlendirilenlerin ayrı bir statüde yer alması gerektiği görüşündedir. “Tarihi süreç içinde geçmişi ‘sosyal sigorta’dan çok daha eskilere dayanan ve memurların sosyal güvenlik hakkının en önemli güvencesi olan emekli maaşı, önceki hizmetler de gözetilerek verildiğinden, devletin mali olanaklarının yeterliliği ve adil ölçüler içinde görevlerinin niteliğine uygun olmalıdır. Hukuk sistemimizde de bugüne kadar emekli maaşının hesaplanmasında, belirtilen özellikler dikkate alınarak hizmet süresi, yaş, görevin önemi, alınan ve alınmakta olan maaşlar ve kesenekler gibi unsurların etkili olduğu görülmektedir (…) Devletin en temel işlevlerinden olan kamu hizmetinin görülmesindeki yeri tartışmasız olan kamu görevlileri için statülerine, yaptıkları görevin gereklerine uygun, emeklileri için de önceki statüleri ile uyumlu ayrı yasal düzenleme yapılmasını gerekli kılmaktadır. Ancak, düzenlemenin aynı hukuksal konumda bulunmayanların bu özelliklerini ve farklılıklarını yansıtmak koşuluyla aynı veya başka bir yasa içinde yapılması hususu kuşkusuz yasa koyucunun takdiri içindedir. Bu durumda, sosyal güvenlik hakkının yansımalarından biri olan emekli maaşının, sigorta esasına göre ödenen yaşlılık aylığı ile benzerlikleri bulunsa da amacı ve özellikleri bakımından önemli farklılıklar gösterdiği bir gerçektir. Bu farklılıklarına karşın emekli maaşının hesaplanmasında da yaş, hizmet süresi ve emeklilik kesenekleri gibi hususların belirleyici olması doğaldır. Memurlar ve diğer kamu görevlileri ile bunlar dışında kalan sigortalıların yukarıda belirtilen özellikleri gözetilmeksizin aynı sisteme bağlı tutulması, anayasanın 2., 10. ve 128. maddelerine aykırıdır. Dava konusu düzenlemelerin memurlar ve diğer kamu görevlileri yönünden iptali gerekir.” Kendine özgü, kural ve koşulların yer aldığı, Sosyal Sigortalar, BağKur ve TC Emekli Sandığı yasalarına bağlı çalışanların tek bir çatı altında ve aynı kural ve koşullara bağlı olması karmaşık bir yapı oluşturacaktır. TC Emekli Sandığı’nda “katsayı ve gösterge sistemi” geçerlidir. Sosyal Sigortalar Kurumu’nda ise primler ve aylıklar “alt sınır” ve “üst sınır” ücretlere göre belirlenmektedir. BağKur’da ise primler “basamak” sistemine göre belirlenmekte ve aylıklar da yine “basamak” sistemine göre bağlanmaktadır. Sosyal Güvenlik Reform Yasası’nın yeniden gözden geçirilip, özenle ve “arı, özlü ve anlaşılır” bir dil ve anlatımla hazırlanması gerektiği görüşündeyiz. Tsunamiye karşı tutunacak baraj yok “Irkçılık tsunamisi” ve aşağıdan gelen bu “dip dalgaya” karşı baraj oluşturabilecek herhangi bir siyasi partinin olmaması cabası... CHP’nin bu “tsunami karşısında” 301’i inadına sahiplenmek ötesine herhangi bir çıkış yaptığı ya da tavır aldığı görüldü mü? Ne biçim bir “sosyal demokrat parti”... hadi sosyali de geçtik... şiddete karşı tavır alması beklenen bir “demokrat parti” bu? Diyeceksiniz ki, “Günaydın!”: CHP başka yolun yolcusu olduğunu çoktan ilan etmişti... Bu bir yere dek doğru... “Laik ve demokrat çizgideki seçmenlerin” tüm beklentilerini karşılamaktan ne yazık ki nicedir uzak bir partiydi CHP. Ancak son yıllarda yaşadığımız tüm kritik fay hatlarında, bir dizi demokratik duyarlılıkları da sergilemekten çekinmeyen bir parti olabilmişti. Yakın zamanlara dek bu duyarlılıklara yanıt veren, bu duyarlılıklarla özdeşleşen isimler vardı CHP’nin içinde. Afyon’da izlediğim Metin Göktepe davasında örneğin; CHP’nin önde gelen kodamanları açık ve net saf tutmuştu. “Susurluk krizinde” keza... CHP adına ortaya çıkan bir Fikri Sağlar vardı. Derken “demokratikleşme” bayrağını sahiplenmeye çalışan Tarhan Erdem ve Altan Öymen dönemleri yaşandı... Bugün Meclis’te demokratik solu temsil ettiği söylenen bu partide, “demokrasi dili üzerinden” konuşabileceğimiz tek isim yok... Bir ay sadece bir ay içinde gerilediğimiz zemin bu. Bir ay içinde savrulduğumuz bu zemini düşündükçe, inanın kanım donuyor... HARBİ SEMİH POROY HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hetiyatrosu?mynet.com BULMACA SOLDAN SAĞA: SEDAT YAŞAYAN OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ kurgenc?yahoo.com TARİHTE BUGÜN MÜMTAZ ARIKAN 19 Şubat www.mumtazarikan.com 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1/ Türk müziğinde bir makam. 2/ 1 Yürürken dayan 2 mak için kullanılan kalın so 3 pa... Biniciyi 4 sarsmayan at yü 5 rüyüşlerinden biri. 3/ Radon ele 6 mentinin simge 7 si... Yalnız iki ge 8 niş yüzü testereyle düzeltilmiş 9 tahta... Tuzağa düşürülen 1 2 3 4 5 6 7 8 9 şey. 4/ Adı hemen akla 1 B O R İ K A S İ T gelmeyen ufak ve değer2 E V İ Ç K O L O siz şeyler için kullanı3 T A Y İ N S A P lan sözcük. 5/ Hububat 4 A R A S H U tozu... Boru sesi 6/ Ege Bölgesi’ne özgü bir halk 5 M A L İ K A S İ T oyunu. 7/ Ayakkabı ka 6 U S S K İ V İ T A L A Ş lıbının çapı... Bir göz 7 T A Y rengi. 8/ Çoban, deveci 8 A D A M N İ S A ya da göçerlerin giydiği 9 F O L İ K A S İ T uzun ve yakasız üstlük... Kırma, melez. 9/ İçenleri ölümsüzleştirdiğine inanılan sıvı... İlgi eki. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Şarkı ve sözün birbirini izlediği, İspanya’ya özgü müzik ve tiyatro gösterisi. 2/ Askerlik çağı... Kimononun beline bağlanan uzun Japon kemeri. 3/ Sodyum elementinin simgesi... Resmi bir erkek giysisi. 4/ Tavuk, civciv gibi hayvanların but ile paça arasındaki etli bölümü. 5/ Kaşındırıcı ve bulaşıcı bir deri hastalığı... İstanbul’un bir semti. 6/ Vladimir Nabokov’un tanınmış bir romanı... Rütbesiz asker. 7/ Erbiyum elementinin simgesi... Bir şeyi yapmayı önceden isteyip düşünme. 8/ Bir oyun ya da filmde aniden yaratılan komik durumlar... Düğme deliği. 9/ Eski bir Fransız halk dansı... Hatay ilinde bir ırmak. CUMHURİYET 17 K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear