01 Haziran 2024 Cumartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 16 OCAK 2007 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Savaşların Temel Nedeni Türkiye Cumhuriyeti’nin yapılanımında, sömürgeleştirici bir ekonomik altyapısal eğilimin siyasasını uygulamak için değil, böyle bir uygulamaya karşı duruşun savaşını veren Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başında Mareşal Mustafa Kemal vardır. Böyle olduğu için de onun evrensel “çaba ve çilesi”nin en büyük bilinç ve erdemi, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinde yansımıştır. PENCERE ‘Sinyal’?.. Cumartesi günü (13 Ocak) bu köşede çıkan yazının başlığı: “Beyaz Saray’dan Çankaya Ataması” idi... Yazıdan birkaç satır: “Beyaz Saray.. Ve Çankaya.. Biri Amerika’nın Başkanlık Sarayı.. Öteki Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Köşkü. Çankaya’ya çıkacak kişinin Beyaz Saray’da saptanması kaderin Atatürk Cumhuriyeti’ne oynadığı oyundur... Bu oyunun türü nedir?.. Komedi mi?.. Dram mı?.. Eğer Bush ‘adam’ı deliğe süpürmezse, ‘adam’ da Çankaya’ya Cumhurbaşkanı olarak çıkarsa, çoktan satılmış kimileri diyecekler ki: Türkiye’de demokrasi var!..” ? Yazı cumartesi günü yayımlandı.. Pazartesi günlü Milliyet’te bizim yazıya ivedi yanıt birinci sayfada en yukardan verildi: “ABD Köşk için sinyal vermez.” “ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris, Washington’un Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde taraf olmayacağını söyledi.” “Parris, ‘ABD Çankaya’ya dönük bir sinyal vermez. Demokratik sürecin sonucuna saygı duyacaktır. Başkan’ın Tayyip Erdoğan’ın adaylığını resmi olarak desteklemesi beni şaşırtır’ dedi.” Lafa bak sen!.. Başkan Bush neden Tayyip’in adaylığını ‘resmi’ olarak desteklesin ki?.. Böyle işler ‘özel’ olarak yürütülür... ? Bizim Türkiye’de açıkgöz kulağı kesik takımı çok iyi bilir ki, siyasal iktidarın yazgısı Amerika’nın elindedir... Lamı cimi yok, bu böyledir... Bizde demokrasi palavradır... Eğer Türkiye’de ABD güdümü olmasa, değerli gazetecimiz Derya Sazak, Mark Parris’e şu soruyu yöneltir miydi: “Erdoğan (Çankaya’ya) aday olsun ya da olmasın diye Washington’dan bir sinyal beklenebilir mi?..” Sorunun kendisi, içeriği, anlamı Türkiye’nin içine düştüğü durumu gözler önüne sermiyor mu!.. ? Bizde kulağı kesik olmayanlar saftırlar, ama, kulağı kesik olanların tümü kulaklarını Amerika’ya çevirmiş ‘sinyal’i bekliyorlar... 2002’de AKP’yi iktidara geçiren, Amerika’dan gelen ‘sinyal’di... Türkiye’de çok uyanık bir ‘sinyalizasyon’ örgütü kurulmuştur; Amerika’dan gelecek ‘sinyal’ dakika geçmeden ülkenin her tarafına yayılır, gereği yerine getirilir... ? Bir ülke düşünün ki Başbakanın Başdanışmanı, iktidar partisinin ağırlıklı topu, adı Cüneyd Zapsu, Amerika’ya gidip Başbakanı için şöyle konuşabiliyor: “ Adamı (Başbakanı) deliğe süpürmeyin, kullanın...” Konuşma medyada yayımlanıyor, yalanlanmıyor, doğrulanıyor, Başdanışman ellerini kollarını sallayarak ortada dolaşıyor, Başbakan bir şey olmamış gibi hava basıyor... Başbakanlık yetmiyor, bu “adam” şimdi Cumhurbaşkanı mı olacak?.. Vah Türkiyem benim... Hücre İşkencesine Son! Bugüne kadar 123 kişi ölüm orucunda yaşamdan kopmuş!.. Sıra 124, 125’e de gelecek mi? İstanbul’da Şişli’de avukat Behiç Aşçı, Adana’da iki çocuk anası Gülcan, Uşak’ta Sevgi yüzlerce gündür ölüm orucunda... Türkiye’nin pek çok cezaevinden aldığım mektuplarda tek bir yakınma var: “Tecritler kaldırılsın, ölümler durdurulsun!..” ‘’Tecritler kaldırılsın.” İnsanlar yalnızlığa mahkum edilmesin, bir koğuşta, üç beş arkadaşıyla söyleşerek çeksin cezasını, bir hücrede tek başına yıllar boyu kapatılmasın. Çok yaşandı bu olaylar. Bıkılmadı mı, yetkililer bıkmadı mı? Kendilerini, kendi istekleriyle ölüme gönderenlerin sesi bir duyarlılık yaratmadı mı? Başbakan, Adalet Bakanı, Kültür Bakanı, bunca milletvekili kör mü, sağır mı? Yoksa umurlarında değil mi kendilerine karşı olanların, kendileri gibi düşünmeyenlerin ardı ardına ölüm yolcusu olmaları? ??? “Tecrit” denen şey nedir bilenler bilir, bilmeyenler de artık duya duya, okuya okuya öğrenmediler mi? Tek kişilik bir yerde tek başınasın, yemeğini ekmeğini kapıdan bırakırlar, belki bir iki gazete, kitap.. sansürden geçirilecek bir iki mektup yazabilme!.. Hepsi bu!.. Böyle yaşamaktansa ölüm gelsin der insan, ister istemez. Ölümü seçmek bir kurtuluş değil, ama çaresizlik, umutsuzluk, toplumun duyarsızlığı, yetkililerin vurdumduymazlığı!.. Ölüm orucuna yatmanın her zaman karşısında oldum. Ölmek neyi çözebilir? Seni zorla ölüme koşturanları sevindirmek için mi günlerce, aylarca açlık çekeceksin? İnsanlık dışı bu uygulamayı bir yenilikmiş gibi uygulamaya kalkanlar çirkin inatlarından vazgeçmelidirler. İktidar sahipleri bir an, evet bir an önce hücre cezasını yürürlükten kaldırmalıdırlar. Kendilerini insandan sayıyorlarsa!.. Vedii BİLGET Em. Amiral iyasal ve ekonomik bileşimlerin (sentezlerin) yoğunca karmaştığı, çözümsüzlükler ile çözümler arasında yapay denge ve koşutluklar kurgulandığı, varsayımların savlaştığı, savların da öngörülere dönüştüğü güç evrelerde, ortama egemen temel sorunun gerçekte askersel içerikli bir sorun olduğu siyasal bilimcilerce çağdaş bir olgu olarak görülür. Bu görüşe göre, ulusal anamal birikimi içinde yeniden bir paylaşım savlayan ekonomik doktrinlerin gündemlediği süreçler, uluslararası alanda anamalcılığın bir yeniden paylaşım savaşını gündeme zorladığı süreçlerdir. Bir bakıma, İngiltere’de sıkı para politikasının Friedman doktrininin dar kapsamda uygulayımdan Thatcher’i “Demir Lady” kılan geniş biçimde uygulamaya konulması süreci ile Falkland Savaşı ve ABD füzelerinin çok amaçlı olarak üslendirilmesinin onayı arasındaki koşutluk gözetilirse, yukarıdaki saptama açısından çok çarpıcı bir ipucu da elde edilmiş olunur. Bütün savaşların nedeni ekonomiktir. Tüm çağlar boyunca bu böyle olmuştur, olmaktadır, olacaktır. Kapitalizm öncesi savaşlar, bir ülkeyi sömürgeleştirmek için yapıldı. (1) Emperyalist süreçteki savaşlar ise, bir başka ülkenin ya da ülkelerin sömürgelerini ele geçirip kendi sömürgesi haline getirmek amacıyla yapıldı. (2) Savaşın bu “ekonomik” özelliği, bir “savaş ekonomisi” felsefesinin doğuşunu bile gerektirmiştir. Bu felsefenin kurucusu, İngiliz ekonomisti John Maynard Keynes’tir. Keynes’e göre, “Kapitalist ekonominin durgunluğu, yerini, sürekli bir savaş ekonomisine bırakmalıdır”. Keynes, kuramını şöyle açıklar: “Ekonominin aşırı kapitalizas S Hevesli ve istikrarlıysanız garanti benden... Westminister University ve Premier College sertifikalarına sahip, Londra’da Master Yapmış ÖĞRETMENDEN, BRITISH ENGLISH gramer, iş İngilizcesi, derslere yardımcı olmak, sınavlara hazırlık. Acıbadem/İstanbul 0 536 225 07 80 yonunda, savaş çok kârlı ve verimli bir ekonomik kaynaktır. Sarsılma ya da çöküş tehlikesi içinde bulunan temel ikame piyasalarını harekete geçirmek için başkaca yol yoktur.” Emperyalizm, Keynes’in kuramına dört elle sarılmış, sadece tekelci niteliğini bir yana bırakıp savaş ekonomisi ve ikameler yoluyla, tekelci devlet kapitalizmi niteliğini de almıştır. (3) Savaşların “ekonomik” nedenselliğini algılayamayanlar, sadece birer resim görüntüsü ardından bakarak, İkinci Dünya Savaşı ertesinde “yıkılan” Almanya’nın kısa sürede gelişmesini ya da “atomla bombalanmış” Japonya’nın yeniden yükselişini birer “mucize” olarak görürler. Bu, çok bayağı bir bakış açısı olduğu kadar gerçekçi de değildir. Savaşlar ekonomik nedenlerle yapıldığı için, hiçbir ülke diğerinin ekonomik varlık kaynaklarını harap etmez. Yoksa savaş ertesinde, savaşın amacı olan “ekonomik çıkar” kaynağı yok olmuş olur. Savaşın anlamı kalmaz. Dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı’nda ne Almanya’nın ne de Japonya’nın ekonomik varlık kaynakları zarar görmemiştir. Almanya’nın en önemli sanayi alanları Ruhr ve Köln bölgesinde Düsseldorf, Solingen, Mönchengladbach, Moers, Hagen ve Essen’e; Stuttgart bölgesi ve Esslingen’e yönelik hiçbir sanayi teşekkülüne tek bir yıkıcı bomba atılmamıştır. Dahası Krupp, Robert Bosch, Siemens, DaimlerBenz, Thyssen ve Badische Anilin und SodaFabrik (BASF) gibi devler savaş sürecinde beslenip daha da semirtilmişler, müttefiklerin bu durumu engellemek gibi bir kalkışımları olmamıştır. Çünkü Nazi Almanyası’nın “Tereyağı yerine tank” sloganı, savaş yıllarında Amerika’da aynı doğrultuda bir başka sloganla paraleldir: “Jartiyer yerine mermi”... Japonya’da Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılmıştır, ama sanayi bölgeleri olan Osaka, Kobe, Kyoto, Himeci, Mizuşima, ve Nagaoka’ya tek bir bomba bile atılmamış, hiçbir sanayi tesisi en ufak bir yara bile almamıştır. Ne Zaibatsu’ların elindeki Mitsui, Mitsubishi, Sumimoto, Yasuda ve Nihon Steel savaştan etkilenmiş ne de bu kuruluşların birikimiyle yeniden yapılanacak Matsushita, Sony ve Honda gibi tesisler. Ne Alman ne de Japon “mucize”si vardır orta yerde. Kapitalizmin niteliğini gözden yitirtmek isteyenler, ne Batı uygarlığının akılcılığından ne de Materyalizm ya da Marksizimden nasip almamışların, olayları tümüyle idealist ve de ruhsal dünyalardan yakıştırmalarla sislendirmeleridir bu tür yaklaşımlar. Hiçbir savaşçı, savaş ertesinde nimetine konacağı ekonomik tesisleri yok etmez. Olsa olsa, çalışmalarını beli bir süre içinde kısıtlar, o kadar... Bilinç ancak eylemle bilinç olur. Bilinci bilinç eden eylemdir. Savaş eylemini bilen, barışın değerini en iyi bilendir! Türkiye Cumhuriyeti’nin yapılanımında, sömürgeleştirici bir ekonomik altyapısal eğilimin siyasasını uygulamak için değil, böyle bir uygulamaya karşı duruşun savaşını veren Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başında Mareşal Mustafa Kemal vardır. Böyle olduğu için de onun evrensel “çaba ve çilesi”nin en büyük bilinç ve erdemi, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinde yansımıştır. (1): Kapitalizm, akılcı oldu. Yağma savaşları ekonomik savaşı bir anda kapıp götürürken sömürgeleştirme savaşı, ekonomik çıkarı elde etmeyi uzun sürece bağladı. (2): Bu tür savaşlara “Emperyalist Paylaşım Savaşları” veya “Yeniden Paylaşım Savaşları” da denir. (3): Zaten, tekelcilik güçlendiği anda devleti de ele geçirir ve devlet kapitalizmi doğal bir süreç olur. Öte yandan, sosyalist olma savaşımındaki devletçi ekonomiler de eninde sonunda bu tuzağa bir başka yanından düşerler. Bu Kafalar Değişmez... Devletin tepesinde “siyasi İslamcı” bir Başbakanlık Müsteşarı, bakanlıklarda, özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’nda “dinsellik katsayısı” giderek yükselen bir siyasal kadrolaşma, eğitime aklın dışında başka bir “rehber” arama provalarının yapıldığı yönlendirilmiş “eğitim şura”ları, “anayasa dışı” bir güç olarak örgütlenip “anayasal düzen”e meydan okuyacak boyutlara ulaşmış bir “tarikat cemaat” yapılanmasının yurda yayılmış egemenliği ve daha da vahim olanı, tarikat sofralarının “onur konuğu” olan Cumhuriyetin kimi valileri, kaymakamları ve savcıları! İbrahim TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci A ttilâ İlhan bir yazısında, Paris Emniyet Müdürlüğü’nde pasaportunu kontrol eden memurun pasaporttaki adını okuyunca, “Attilâ mı, dehşet! Böyle bir adı nasıl taşıyorsun?” dediğini ince bir ironi ile anlatır. Batı’da “Türk imajının” olumlu çağrışımlar yapmadığı, Avrupalının Türkler ve “Türkiye” hakkında pek de olumlu düşünmediği, böyle bir “zan” karşısında geliştirilen “duygusal” bir “savunma mekanizması” değil, sıradan bir pasaport memurunun bile tepkisinde izlenebilecek kadar açık bir gerçektir. Durumun teşhisi bununla da sınırlı değildir. Aydınlanmanın beşiği sayılan bu ülkelerde, kimi zaman “ulusunun vicdanı” olmuş ünlü düşünür ve yazarların da Paris’teki pasaport memurundan farklı düşünmediği, az bilinen başka bir gerçektir. Ulusal Meclis’inden geçen “Ermeni soykırımını yadsıma”yı suç sayan yasa nedeniyle hemen herkesin, hatta “türban”ı her fırsatta toplumun gündemine sokan, Danıştay’ı türbanla ilgili aldığı kararlar nedeniyle “hedef ” gösteren ve sonuçta Türkiye’yi sarsan alçakça cinayete davetiye çıkaran “din bezirgânı”, “karanlık kafalı” siyasetçinin bile “Aydınlanmanın mirasını reddetmek”le suçladığı Fransa’nın Volter’i (Voltaire), bütün “Aydınlanmacı” kimliğine karşın bir Türk düşmanıdır. 1770 yılında Rus Çariçesi 2. Katerina’ya yazdığı mektupta Volter, “İnsanlığın iki büyük belası var; biri veba, öbürü Türkler” diyebilmekte, bu görüşünün aydınlanmacı kimliği ile bağdaşmayacağı yolunda gelebilecek olası eleştirileri de, “Ne yapalım ki insanlar çelişkilerle yoğrulmuştur” diyerek, peşinen göğüslemeye çalışmaktadır. Aydınlanmış Batı’da antinomik (biri öbürüyle çelişen) bu iki gerçek, hep yan yana olmuştur. Bu nedenle, Rönesanstan, Reformdan, hümanizma dan, laiklik ve demokrasiden, insan haklarından süzülerek gelen aydınlanmış bir Batı’nın varlığı ne denli gerçekse, kurulduğu 1252 yılından Aydınlanma çağına kadar 500 yıl Avrupa’yı “terör” ve “işkence” ile, “sansür” ve “yasaklar”la yöneten “Engizisyon”dan süzülüp gelen sömürgeci, ırkçı, emperyalist bir Batı’nın varlığı da o denli gerçektir. Bugünün Fransa’sı, hatta tüm Batı dünyası, Volter’lere, Monteskiyö’lere, Dekart’lara yakın olmaktan çok, “küresel” imparatorluğun tetikçiliğini yapan “çokuluslu” şirketlerle, onların “Avrupa hümanizması”nın geleneksel değerlerini rafa kaldıran siyasal ekonomik çıkarları doğrultusunda (2) biçimlenen “yeni dünya düzeni”ne yakın, daha da ilerisi, o düzenin tam içindedir. Bu nedenle Fransa’nın ne tarihen ne de hukuken kesin hükme bağlanmamış bir soykırım iddiasını reddetmeyi suç sayan yasayı meclisinden geçirmesi, ne bir “mirasın reddi” ne de “tarihsel çelişki” olmayıp, aksine, “küresel” imparatorluğun Türkiye’ye biçtiği “rol”e uygun yazılmış senaryonun bir parçasıdır. Bu yüzden, “özgürlüğün beşiği”, “Aydınlanmanın vatanı” deyip Batı’yı ve bu arada Fransa’yı kınayan yakınma ve dövünmeler, “duygusal” bir tepki olmaktan öte geçemez. Asıl çelişki Asıl “tarihsel çelişki”, içimizde sergilenendir. Asıl çelişki, Fransa’ya “ya aydınlanmacı kal, ya sömürgeci” diye çıkışan siyasal iktidardadır. Bugünkü iktidar, kendi ülkesinde Atatürk’ün gerçekleştirdiği “Cumhuriyet aydınlanmasının neresindedir, ona ne denli sahip ve onun ne ölçüde savunucusu”dur, asıl sorun budur. Devletin tepesinde “siyasi İslamcı” bir Başbakanlık Müsteşarı, bakanlıklarda, özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’nda “dinsellik katsayısı” giderek yükselen bir siyasal kadrolaşma, eğitime aklın dışında başka bir “rehber” arama provalarının yapıldığı yönlendirilmiş “eğitim şura”ları, “anayasa dışı” bir güç olarak örgütlenip “anayasal düzen”e meydan okuyacak boyutlara ulaşmış bir “tarikat cemaat” yapılanmasının yurda yayılmış egemenliği ve daha da vahim olanı, tarikat sofralarının “onur konuğu” olan Cumhuriyetin kimi valileri, kaymakamları ve savcıları! Atatürk’ün “Aydınlanma” dediği Cumhuriyetin bugünkü görünüşü işte budur. Bu tabloyu çizenlerin şimdi dönüp Fransa’ya “Aydınlanma dersi” vermeye kalkışması, bir siyasal ikiyüzlülük örneğidir. Bu “tarihsel çelişki”, son “eğitim şurası”na da damgasını vurmuştur. Bu şurada “sarığı beynine dolamış” kravatlı “ham softa”, “Türk devrimi”ne ve “anayasal düzen”e resmen başkaldırmıştır. Tıpkı “kanlı Danıştay baskını” sonrasında ürkek gözlerle etrafına bakınırken, aradan geçen üçbeş ay içinde “dersini almış da ediyor ezber” olan “müfettiş baba” gibi, “milletin değerleri” denilerek, “Cumhuriyetin değerleri”ne saldırılmıştır. Türk ulusuna da Volter örnek gösterilmiş, onun ünlü sözü ile, “Katılmasan da katlanacaksın” denilmiştir. Böylece, son günlerde “laik” ve “cumhuriyetçi” kesilmelerinin cumhurbaşkanlığına olası bir adaylığın hazmını kolaylaştırmaya yönelik olduğu, yoksa “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” örneği, dönüp dönüp “türban”, “imamhatip”, “katsayı” okumaya devam edileceği, bu son “şura” ile bir kez daha görülmüştür. CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear