26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 9 AĞUSTOS 2006 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL İmar Düzeni... Cumhuriyet dönemi, Türkiye’nin kentlerinin, devrimin temel ideolojisi uyarınca, çağdaş bir yapıya kavuşmasının hedeflendiği dönemdir. Atatürk, bu dönemin başlangıcında, kentlerin ‘‘sağlığın, temizliğin, güzelliğin, modern kültürün örnekleri’’ olması dileğini dile getirmiştir. PENCERE munun veya özel kişilerin arazileri üzerinde, başlangıçta derme çatma kulübeler şeklindeki yapılaşmadan doğan bu olgu, kısa zamanda, mevcut kentsel dokuyu kısa sürede onarılmaz şekilde imha eden bir süreç olmuştur. Gecekonduculukta imara ilişkin hiçbir yasal kural yoktur. Ne arazinin tasarrufu ne de yapının niteliği açısından, gecekonducu kendisini hiçbir kurala bağlı saymaz... O kadar ki eski düzendeki komşuluk hukukundan ya da örften doğan sınırlamalar bile gecekonducuyu bağlamaz. Bunun sonucu olarak, kentlerin varoşlarında oluşan hukuksuzluk, kısa sürede, kentlerin içine de sirayet eder ve kentlerin imar düzeni altüst olur. Devletin bu kaos karşısındaki tutumu gayet ilginçtir: Devlet gecekondu furyasının başlangıcında sadece ‘‘seyirci’’dir; sonrasında ise esas itibarıyla ‘‘affedici’’dir. Çıkarılan yasalarla (bunlar Gecekondu Yasası ile Af Yasaları’dır), güya gecekonduculuk sürecini önlemeye kararlı gözükürken, öte yandan ‘‘olan olmuş’’ mantığı ile bu yoldan meydana gelen yapılaşmayı meşrulaştırmıştır. Büyük kentlerin, bu arada özellikle nüfusu 12 milyona varan İstanbul’un çevresindeki geniş alanların işgali ile oluşan fiili gecekondu mıntıkaları, bugün, kimileri ilçe olarak kabul gören idari birimler haline gelmiştir. Çocuk Aldatır Gibi ONUR ÖYMEN’İN koyduğu tanı, en doğrusudur: Amerika’nın ‘‘PKK ile mücadele’’ için öngördüğü söylenen ‘‘özel temsilci’’ formülü ‘‘arabulucu’’ atamaktan başka bir şey değil. Deneyimli diplomatın belirttiği gibi, mesaj getirip götüren özel temsilcinin yaptığına, uygulamada ‘‘aracılı müzakere’’ denir. Daha da ötesi var: Özel temsilci mesaj getirip götürmekle yetinmez, tarafların mesajlarını kendi kafasındaki çözüme göre çarpıtıp çöpçatanlık yapmaya başlar. Ama, eskiden bohçacı kadınların yaptığı çöpçatanlıktan farklıdır özel temsilcininki: Kurulacak birlikteliğin gerçekçi, başarılı ve kalıcı olmasıyla fazla ilgilenmez o; güncel çıkarının kollanmasına bakar ve yılların eskitemediği devlet adamlarını çocuk aldatır gibi aldatmaya kalkışır. ayın Öymen, İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) ile İngiltere arasındaki örneği vermiş. Türkiye’nin Kıbrıs dolayısıyla yaşadığı ‘‘özel temsilci’’ örneği çok daha renkli ve ibret vericidir. O konuda Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Güvenlik Konseyi’nden yetki alarak atadığı özel temsilci, ayıp olmasın diye, ‘‘arabulucu’’ sayılmazdı. Görevinin sadece gerekli zemini ve ortamı hazırlamak, tarafların görüşmelerini kolaylaştırmak olduğu söylenir, ortaya herhangi bir çözüm taslağı bile koymayacağı ısrarla vurgulanırdı. Ama, bu işin resmî yanıydı; gerçekte Butros ButrosGali’nin taraflara danışarak hazırladığı ‘‘Fikirler Dizisi’’yle başlayan gelişmelerin sonuçta De Soto ve çömezlerinin gizlice hazırlayıp ültimatom gibi dayattıkları Annan Planı’na kadar vardığını görmeyen kaldı mı? Daha ilginç olan şudur: Kıbrıs konusunda Birleşmiş Milletler’in özel temsilcisiyle de yetinilmiş değildir; İngiltere’den Finlandiya’ya kadar bir yığın devlet kendi özel temsilcisini atayarak Türk tarafının başını döndürmek ve bir bakıma ortaklaşa tasarladıkları çözümü elde etmek için elinden geleni ardına koymadı. PKK konusunda da böyle olacağını ve başka kafalardaki çözümlerin herhalde Türkiye Cumhuriyeti’nin ilkelerine pek de uygun düşmeyeceğini tahmin edebilirsiniz. İşin kötüsü, bu kez Cumhuriyeti başka türlü anlayan ‘‘dahilî bedhahlar’’ da türemiştir. ütün bunların ışığında ancak şu sonuca varılabilir: Türkiye PKK sorununun çözümünü başkalarına havale edemez. Son olaylar da gösteriyor ki konu yalnızca Kuzey Irak odaklı sızmalardan ibaret değil; içte de yerleşik örgütlenmeler var. Dolayısıyla, bunlara karşı bulunacak iç ve dış ulusal çözümlere gölge etmemekten başka ihsanı olamaz başkalarının; her güçlük cumhuriyetin demokratik ve laik ulusdevlet ilkeleriyle, planlı ve dengeli kalkınma politikalarıyla akıllıca çözülebilir. Türkiye’nin yönetim geleneği ve ordu gücü, bütün zorlukların altından kalkabilir. Yeter ki, özgüvenini yitirmesin ve doğru yönetilsin. Tarımın Çöküşü ve Köylülük... Bizim gazetenin birinci sayfasında dün ilginç bir fotoğraflı haber vardı. CHP Ordu Milletvekili Sami Tandoğdu, arabasının bagajına koyduğu üç çuval fındığı Başbakanlık binasının önüne dökmek istemiş, görevliler engellemişler... Yine Cumhuriyet’in dünkü ‘TarımHayvancılık’ ekinde tüm girdisiyle çıktısıyla çay sorunu ele alınıyordu... Daha önce de arkadaşlarımızın ortaklaşa ürettikleri ‘Çöken Tarım’ dizisini yayımlamıştık... Bilmiyorum, birbiri ardına gelen bu uyarılar AKP iktidarında bir uyanış yaratır mı?.. Umudum yok!.. Çünkü AKP’nin elinde hiçbir yetki yok!.. Türkiye’de tarımın çökmesi (ya da kasıtlı olarak çökertilmesi) konusunda emir dışardan, yabancıdan, IMF’den, büyük doruklardan geliyor... ? Bizde tarım, köylü demek... Oysa herkesin bildiği gibi gelişmiş Batı toplumlarında artık ‘köylü’ kalmadı; tarımla uğraşan kesim, nüfusun en çok yüzde 5’ine kadar küçük bir azınlık!.. Üretim teknolojisini kullanan kesim, töreleri, inançları, görenekleriyle çağın gerisinde değil... Peki, nasıl bu noktaya gelindi?.. Önce sanayi devrimiyle!.. Ekonomide endüstrileşme ağırlığını kefeye koydukça, işçi, yani proletarya, burjuva sınıfıyla birlikte öne çıktı; teknoloji devrimi de bu süreci hızlandırıp günümüzdeki toplumu yarattı... Çağdaş toplumda köylülük tarihe karıştı... Bizde ise kent varoşlarına yığılan yeni kentli göçmen köylülerin bile kültürü, köylülüğün eski değer yargılarını taşıyor. ? Batı’da köylülüğün erimesi sanayi devrimiyle gerçekleşti... Bizdeki model değişik!.. Daha sanayi devrimi bile gerçekleşmeden, köylülüğü hiçe sayarak yok etmek isteyen politikada yüksek emir dışardan veriliyor... Peki, bu süreç nasıl yaşanacak?.. Yüzde 35 köylü nüfusun tarımla uğraşıp hayatını sürdürdüğünü bile bile tarım ürünlerinin fiyatlarını düşürürsen sonuç ne olur?.. Emperyalizmin öngördüğü bu model, toplumu ayağa kaldırmaz mı?.. ? Aracı, tefeci, faizci, komisyoncu, vesaire.. Elbette dünyanın her ülkesinde bunlardan bulunur; ama üreticiye ister sanayide, ister tarımda olsun sırtını dönen bir yönetim, halkını ve ülkenin geleceğini düpedüz baltalamaktadır... Hele bu siyaseti yabancı güdümünde bir değişmez devlet politikasına dönüştüren ülke iflah olamaz... Fındık fiyatı.. Çay fiyatı.. Tütün fiyatı.. Bilmem ne fiyatı.. Ne fiyatı biz serbestçe saptıyoruz, ne de tarım politikasını... Daha sanayileşmeden tarımını da baltalayan ülkenin şehir varoşlarını dolduran işsizlerine, AKP iktidarı, dinciliğin mavallarını okuyarak daha ne kadar durumu idare edebilir?.. Aydın AYBAY B S B ir ülkenin imar düzeni onun gelişmişliği ile bağlantılıdır. Geri kalmış ya da gelişmemiş toplumlarda kentlerin ve diğer yerleşim yerlerinin düzensiz oluşumu bundandır. Batı’da ortaçağın ardından özellikle kentlerde gözlemlenen imar hareketleri, sözünü ettiğimiz toplumsal gelişmenin göstergeleridir. İmar sözcüğünün karşılığı, geniş anlamda (Arapça bir isim olan umran’dan gelen) ‘‘bayındırlaştırma’’ ya da ‘‘şenlendirme’’ demektir. Ama bu sözcüğü kent arazisinin ve onun üzerindeki yapılaşmanın anlatılması için kullanıyorsak, bunu, birleşik ad olarak, imar düzeni şeklinde ifade etmeliyiz. Bu da bizi (bu düzeni yaratacak olan) planlama kavramına götürür. Bugün imar hukuku denilen hukuk dalının temeli ‘‘imar planlaması’’na dayanmaktadır. İmar planlaması, kentlerin ve kent çevrelerinin toplumun yararları için belli koşullar ve kalıplara göre biçimlendirilmesini sağlayacak düzenleme çalışmasıdır. Bizde, kamusal otoritenin bu tür çalışmalara girişmesinin tarihi çok eski değildir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde, 19. yüzyıla kadar, bu alan ‘bireysel irade’ye bırakılmış bir tür serbestlik rejimine tabi idi. Bunun esası şu idi: Her isteyen, kendisine ait olan veya ait olduğunu düşündüğü yere, istediği yapıyı kurabilirdi. Ayrıca, taşınmazlar için öngörülmüş ‘sınırlama’ kuralı olmadığı için yola taşma gibi taşkınlıkları (fina) önleyecek bir düzen de yoktu. İmar düzeni ile ilgili olabilecek hukuki engeller, daha çok, örflerle belirlenmiş komşuluk hukuku kurallarından ibaretti. Bunun da ne kadar etkili bir sınırlama getirdiğini anlamak için Ziya Paşa’nın ünlü dizelerini anımsayalım: ‘‘Diyarı garbı gezdim, beldeler kâşâneler gördüm, Dolaştım mülki İslamı bütün viraneler gördüm.’’ İstanbul’un ara caddelerinde bile rastgele gerçekleşmiş bu tür yapılaşmanın inanılmaz örnekleri vardır: Devletin yönetildiği Topkapı Sarayı bahçesinin duvarlarına bitişik evler inşa edilmiştir. (Bugünkü Soğukçeşme evleri). Eminönü’nde Yeni Cami’nin etrafında, caminin duvarına yapışık olarak inşa edilmiş bir dizi dükkân, ancak 1940’larda temizlenebilmiştir (Rahmetli hocamız Prof. Sıddık Sami Onar, derste, bu dükkânlardan bir kısmının tapularının Fener Patrikhanesi’nde çıktığını anlatmıştı.) Ziya Paşa’nın sözünü ettiği ‘‘diyarı garb’’ın kâşânelerinin ‘‘diyarı şark’’ı etkilemesi olgusunu, 19. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra göz lemlemeye başlıyoruz: Tanzimat döneminin yenileşme hareketleri içinde imarla ilgili olarak 1839’dan itibaren art arda düzenleyici tasarruflar yapılıyor. Ünlü Ebniye Nizamnamesi (1848), Ebniye Kanunu (1882) gibi mevzuatla, Batı örneklerinden esinlenerek, yolların genişliğinden, kentsel dokuyu etkileyen yoğunluklara ya da bina yüksekliklerine kadar birçok konuda kurallar getirilmiştir. Ayrıca Arazi Kanunnamesi (1858) adını taşıyan yasa ve buna dayanılarak çıkarılmış çeşitli mevzuatla, mülkiyetle ilgili düzenlemeler yapılmış; bu meyanda kadastro konusuna ilişkin temel kurallar da konmuştur. İmar mevzuatları Cumhuriyet dönemi, Türkiye’nin kentlerinin, devrimin temel ideolojisi uyarınca, çağdaş bir yapıya kavuşmasının hedeflendiği dönemdir. Atatürk, bu dönemin başlangıcında, kentlerin ‘‘sağlığın, temizliğin, güzelliğin, modern kültürün örnekleri’’ olması dileğini dile getirmiştir. Bu direktif uyarınca özellikle yeni başkent Ankara’nın imarının gerçekleşmesi için yapılan yasal düzenlemeyi izleyen dönemde çeşitli imar mevzuatı meydana getirilmiştir. Ebniye Kanunu’nun kimi hükümlerini değiştiren 642 sayılı yasa (1925) bunların ilkidir. Belediye Kanunu (1930), Umumi Hıfzıssıhha Kanunu (1930), Yapı Yollar Kanunu (1933) ile 19301945 yılları arasında bu konuda çıkarılan diğer mevzuat (yasa, tüzük, yönetmelik) imar düzenlemesinin ayrıntılı hukuki araçlarını oluşturmuştur. Tabiatıyla 1945’ten sonra da imar düzeni konusu hiç gündemden düşmemiş, çeşitli yasal düzenlemelerle örneğin 6785 sayılı İmar Kanunu (1956), 3194 sayılı İmar Kanunu (1985), 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu ve bunlara bağlı diğer alt düzenlemeler yüklü bir imar hukuku külliyatı meydana gelmiştir. Ruhsatsız yapılaşma Bu yazı da daha önce pek çok kimse tarafından birçok kez yazıldığı veya anlatıldığı gibi, zorunlu olarak; bir yakınma yazısından ibaret olacaktır. Sadece İstanbul’da, yapılaşmanın yüzde altmış oranında ruhsatsız ya da ruhsata aykırı olarak gerçekleştiği olgusu karşısında, bu konudaki çözümün yazmadaçizmede olmadığı zaten kendiliğinden anlaşılır. İmar düzensizliği ve buna eklenen imar yolsuzlukları karşısında, ne af yasaları ve ne de gecekonduları meşrulaştırma düzenlemeleri bir çare sayılır. Sorunun çözümü için başta gelen araç kent bilincine sahip insan topluluğunun, bu tür hukuksuzluklar karşısındaki tepkisi olmalıdır. Bunun ardından da siyasal otorite yasal tepkisini yaptırım şeklinde ortaya koyabilecek güçte olmalıdır. Ne yazı ki ufukta her iki temenniye yanıt verecek bir ses ya da belirti yoktur. Tam tersine, imar düzenine aykırı olarak inşa edilmiş tesisleri onca uyarıya karşın törenle açan sözde devlet adamı vardır. Bunun gibi kamunun arazisini tahsis yoluyla kullanma hakkını ele geçirmiş para babasının ilk iş olarak oraya dikeceği binalara yer açmak için yüzlerce ulu ağacı kökünden kesmesi ve sonra da bu hukuk tanımazlık için ‘‘İdare bize anlayış göstermiyor’’ diye sızlanması vardır. Acaba, bu işin sonucunda koskoca Osmanlı Padişahı’nın dediği gibi, ‘‘İşimiz kaldı heman Merhameti Lemyezele’’ mi dememiz gerekecek! Gecekonduculuk olgusu Bu oluşum sürecinin izlenmesi bizi, Tanzimat’tan bu yana harcanan emeklerin ve çabanın sonucu olarak ülkemizde gelişmiş ve olgunlaşmış bir imar düzeninin kurulmuş olacağı düşüncesine götürür. Türkiye’de, yavaş yavaş da olsa, özellikle Cumhuriyet döneminin devrimci kazanımları ile kentlerimizin imar yönünden çağdaş bir görünüme kavuşması beklentisi ve hayali oluşmuştur. Ama ne yazık ki 1950’lerden itibaren bu beklentiyi ve hayali kısa zamanda yıkan, yok eden bir sosyal olgu ortaya çıkmıştır: Kısa adıyla, kırsaldan kente göç ve bunun sonucu olan gecekonduculuk olgusu! Hiçbir kural tanımadan, ka Atatürk’ü Sevmek İsmet KÜR ‘‘40’’ yıl... Upuzun 40 yıl... Değil bir devlet, bir ulus, tek bir kişinin yaşamında dahi, büyük değişikliklerin, önemli gelişmelerin yaşanacağı, yaşanması gereken, çok önemli ve uzun bir zaman dilimi... Ne ki, 40 yıl önce yayımlanmış olan aşağıdaki bu yazıyı bugün yazılmış gibi okumak kimseye ters gelmeyecektir sanırım. Hatta, şu geldiğimiz merhalede (evre) ‘‘fazla iyimser bir yazı’’ olarak nitelemek bile çok ayıp, ama gerçekolasıdır gibime geliyor. Ah, biz Türk halkı, ne mertebe güçlü olduğumuzu bir görebilsek! (10 Kasım) ‘‘Şuurun, çok uzun bir köprüsü var, sevmekle anlamak arasında’’ demiş şair. ‘‘Sevgi’’ye, bu dizelerde yakıştırdığı anlam içinde, çok da doğru söylemiş. Biz Türk halkı, büyük çoğunluğumuzla, Mustafa Kemal Atatürk’ü böyle sevdik, fakat anlamadık. Sevdik, çünkü sevmek kolay, anlamak güç idi.. Güç isterdi, kültür gücü, beyin gücü. Sevdik, çünkü yaşamakta olanların bir bölüğü, O’nun askeri dehasına yakından tanık olmuştu. Günün, en yeni, en kahredici savaş malzemeleriyle donatılmış dünya ordularından memleketi kurtarırken, birçoğu, savaş kahrını birlikte çekerek paylaşmışlardı O’nun büyük utkularını... Yüce asker Mustafa Kemal’e, bunun için hayrandılar. Savaşlara katılmamış olanlar da, taptaze kahramanlık menkıbeleriyle sevdiler... O yılların çocukları, bugünün anababaları... Nineleri, dedeleri olanlar bile var... Onlar da yaşayarak tanıdılar düşman cehennemini... Anasına, bacısına saldırışlarını, ninesine, dedesine, hatta kendi küçücük bedenine yapılan işkenceleri görerek, yaşayarak öğrendiler, ‘‘düşman’’ın, ‘‘savaş’’ın ne demek olduğunu. Savaştan dönmeyenlerin yangınını yüreklerinde duydular. Evlerinin, köylerinin, kasabalarının, nasıl yakıldığını çocuk gözlerine sığmayan korkularla seyretiler... Sonra bir gün, tüm karabasanlar bitiverdi. Büyükler: ‘‘Mustafa Kemal!’’ dediler, ‘‘Mustafa Kemal kurtardı bizi... Bütün vatanı Mustafa Kemal Paşa kurtardı. O’nun askerleri kurtardı...’’ Ta çocukluklarında sevdiler kurtarıcılarını. ‘‘Ne ki, daha, daha sonraki kuşakların kimi, ana babalarının masalımsı anılarından, şiirlerden, marşlardan öğrendikleriyle yetinmek zorunda kaldılar’’ dersek.. sanırım pek de abartmış olmayız, yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz akıl almaz gafleti. lı, her şeyden habersizler olsaydı, pek önemli sayılmayabilirdi çalışmaları. Ne ki, asıl hedefledikleri çocuklardı, gençlerdi... Hem de rastgele değil, seçilmiş çocuklar.. Biz ne yaptık?.. Devrim düşmanlarının, hedeflerine varmak için böyle planlı, kararlı çalıştıkları yıllar boyunca... Biz ne yaptık?.. Biz, yani Mustafa Kemal Atatürk’ü ve devrimleri yüreğiyle, beyniyle, anlamış, benimsemiş olanlar ve de O’na ve devrimlere heyecanları, gönül bağlarıyla bağlanmış olan büyük çoğunluk? Ne yaptık? Bu iyi niyetli çoğunluk, şiir yazdı, marşlar besteledi, övgülerini gazete yazılarına, kitaplara döktürenler de oldu, ulusal bayramlarda, 10 Kasım’larda, meydanlarda dile getirenler de.. Ne ki, kaynağında ‘‘fikir’’ bulunmayan, gücünü, bilgileri hazmetmiş olan beyinlerden almamış heyecanların ‘‘ideal’’e dönüştüğü, hedefe ulaştığı hiç görülmemiştir... Ama ne yapalım ki, Mustafa Kemal Atatürk’e heyecanlarıyla bağlanmakla yetinenlerin ellerinden gelen bu idi... Ama yapılması gereken bu değildi... Yapılması gereken, ‘‘olmazsa olmaz’’ olan Atatürk ilkelerini, bilgiyle, bilinçle tanımış, benimsemiş olanların bir anlamda ‘‘aydın’’ dediklerimizin bildiklerini, inandıklarını halkımıza, özellikle de genç kuşaklara, her birinin anlayacakları, etkilenecekleri biçimde anlatmalarıydı. Bu ilkeleri benimseyip yaşatmanın, Türk halkı için bir ölümkalım savaşı meselesi olduğuna onları inandırıncaya kadar, sabırla, olanca samimiyetleriyle ve de köy köy, kasaba kasaba dolaşıp, yani ayaklarına giderek anlatmaları... Böyle bir çalışmayı ulusal dava olarak benimseyip gerçekleştirmek, aydınlanmış olanların görevi, görevden de öte, borçlarıydı zaten. Yapmadılar... Oysa bilinir ki, ‘‘devrim’’ denilen o muazzam olay ya da olaylar dizisi, ne denli hayati ihtiyaçlardan ve ne kadar aydın kafalardan doğmuş olursa olsun, yaşayabilmek, hele de arızasız yaşayabilmek için, mutlaka ve mutlaka, çok güçlü, çok inanmış ve de çok geniş halk kitlelerinin desteğine muhtaçtır. 10 Kasım Ve bugün 10 Kasım... Gene ‘‘önemli adamlarımız(!)’’ meydanlarda ‘‘önemli’’ laflar söyleyecek, timsah gözyaşları dökecekler. Hamamda türkü okuyup kendi sesine âşık olan budala misali, kendileri için söylediklerinin, dinleyenlerin onları kös dinler gibi dinlediklerinin farkında bile olmadan... Yani her yıl olduğu gibi... Çocuklarımız da okul bahçelerinde şiirler okuyup marşlar söyleyecekler... Acıklı konuşmalar yapacaklar. Oysa 10 Kasım’lar artık O’nun ‘‘fani vücudunun’’ arkasından ağlamak için değildir. Ve hava kararınca, karanlık güçler, önünde nutuklar atılmış Atatürk heykellerini, şiirler okunmuş Atatürk büstlerini kırıp parçalayacaklar... Ve yarın, Türk ulusunun geleceğini karartmaya çalışan bu mahluklardan, ‘‘birkaç sarhoş meczup’’ diye söz edecek, sorumlusu olan önemli kişiler. Evet, 10 Kasım’lar, yas tutmak için değil, karanlık güçlerin sembolik heykelleri kırmasına izin vermeyecek, gaflet içinde esnemeyen bir toplum bilinci yaratmak içindir. Önemli savaş Kısacası Mustafa Kemal: ‘‘Savaşı kazandık, vatanımızın her karışını arıdık düşmandan’’ dediği zaman, O’nu herkes anladı ve sevdi... Ama Mustafa Kemal Atatürk: ‘‘Düşmandan arıdık topraklarımızı, fakat asıl önemli savaşa şimdi başlıyoruz ve her zaman olduğu gibi milletle el ele...’’ dediğinde, O’nu anlayan çok olmadı. Savaşılacak konular belirlendikçe, zaten tetikte bekleyenlerin korkuları büyüdü, müthiş telaşlandılar. ‘‘Savaşılacak asıl düşmanlar’’ arasında kendi yüzünü, kendi düşüncelerini görmüş, tanımıştı tümü de. Yaşamak için tek çarenin, Atatürk’ü, yaptığı, yapmak istediği devrimleri çarpıtmak, kötülemek olduğunu gören bu karanlık kafalı, karanlık yürekli, ulusal bilinçten, hatta ulusal duygulardan yoksun yaratıklar, hemen başladılar ağlarını dokumaya ve memleketin her köşesine germeye... Kurnaz, sinsi, planlı ve kararlıydılar. Hedefleri sadece kıt akıl Atatürk’ü sevmek Türk halkı, büyük çoğunluğuyla sevdiğini sandı Mustafa Kemal Atatürk’ü... Oysa ‘‘Atatürk’ü sevmek demek, devrimleri Atatürk gibi anlamak’’, Türk halkını Atatürk gibi kucaklamak demektir. Aslında, Türk gençliğinin ‘‘muhtaç olduğu kudret damarlarındaki asil kanda mevcutur.’’ Önemli olan, bunu fark edebilmektir. CUMHURİYET 02 K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear