26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 8 MART 2006 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Bir Karikatür Turhan Selçuk’un karikatürü, Tanrı’nın değil, insanların zoruyla yaşamımıza giren bu uygulamalar bağlamında toplumumuza yaşamsal bir uyarı gönderiyordu. Olası geleceklerini görebilmeleri açısından türbanlı genç kızlarımıza bir uyarıydı. Gençlerimizi gömütlere, tutukevlerine soktuğumuz yetmiyormuş gibi bu kez de ruhban sınıfı oluşturmak gibi bir hevesle bir de manastırlara sokmayalım diye bizlere... için kendi aralarında çekişmişleri ve dünyayı kan gölüne çevirmiş olmaları; dinsel eğitim bahanesiyle yoksul halkın aklına girerek çocuklarını kullanmış oldukları ve kullandıklarıdır. Bu dergâhlarda yetişen ve rahip, rahibe olan gençler tinsel doyumlarını Tanrı aşkı ve ötedünya beklentileriyle gidermeye zorlanırlarken çalışıp üretemedikleri için özdeksel yoksulluğa sürüklenmişlerdir. Kişisel kazançtan yoksun bırakıldıklarından günlük giderlerini karşılamakta bile güçlük çekmişler ve yaşam boyu belki de hoşlandıkları bir nesneyi alıp kendilerine ayrılan tek odanın (ya da hücre) duvarına asmak olanağına sahip olamamışlardır. Böylesine bir boşluk nasıl doldurulabilir ki? Etraflarında yaratılan boşluklar ortasında açık denize atılmış gibi boğulmamak için çırpınmışlar ve yaşamları boyu rahip Mattiew’in yaşadığı o korkunç ikilemi yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Ne ki 2.Vatikan Konseyi (19621965) toplumların baskısıyla Kilise’nin koyduğu katı kuralları yumuşatmak zorunda kalmıştır. Bugün kiliselerde ayinler artık Latince değil, İtalyanca yapılmaktadır. Rahipler, laikler gibi belli bir renkte elbise giyebiliyor; rahibeler başlarını açabiliyor ve laik kadınların giydiği giysiyi giyebiliyorlar. Manastır rahibeleri artık çok kısıtlı da olsa dışarı çıkabiliyor ve manastıra gelen kişilerle arada telörgü olmadan konuşabiliyorlar. Geriye dönmek değil, geleceğe bakmaları gerektiğini geç de olsa anlamış görünüyorlar. Ama gene de yalnızlıklarını yaşıyor, ve çağdaş insana yaraşır toplumsal ve insansal devinimlerinden yoksun bırakılıyorlar. Oysa biz geriye dönmeye eğilimli olarak tam tersine bir sürece girmiş gibiyiz... Turhan Selçuk’un karikatürü, Tanrı’nın değil, insanların zoruyla yaşamımıza giren bu uygulamalar bağlamında toplumumuza yaşamsal bir uyarı gönderiyordu. Olası geleceklerini görebilmeleri açısından türbanlı genç kızlarımıza bir uyarıydı. Gençlerimizi gömütlere, tutukevlerine soktuğumuz yetmiyormuş gibi bu kez de ruhban sınıfı oluşturmak gibi bir hevesle bir de manastırlara sokmayalım diye bizlere... PENCERE Türkçesi Nedir Bu İşin?.. Sapla samanın birbirine karıştığı zamanlarda gelgitli yazılarla vaziyeti idare etmek ya da olayı hiç görmemek, eski Babıâli’de ve yeni medyada kurnazca ustalık sayılır; ama, tadı yoktur... Son zamanlarda bir soru kapalı açık toplantılarda sık sık gündeme giriyordu: Genelkurmay Başkanı kim olacak?.. Sıra Yaşar Büyükanıt’ta; ama.. Ne aması?.. Sanki herkesin bildiği bir şey vardı da soru karşısında dillerinin altındaki bakla ıslanıyordu.. Sen istediğin kadar soruyu yinele. Sıra kimde?.. Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ta, ama... Olay ‘geliyorum’ diyordu.. Takıyyeci iktidar tarihsel fırsatı yakalamıştı, yürüyecekti... ? Peki, ‘geliyorum’ diye bağıra bağıra gündeme giren bu şaşılası olayın anlamı nedir?.. Lafı gevelemeye gerek yok!.. Zaten ana muhalefet partisi lideri Baykal kesin teşhisi koydu: ‘‘ Orduya darbe!..’’ ? AKP nasıl iktidara geldi?.. Tüm seçmenlerin çeyreğinin oyuyla... Seçime girenlerin yüzde 34’ünün desteğiyle.. 2002 seçimlerinde ayrıca sandığa gidenlerin yarıya yakınının oyları haybeye gitti... Bir takıyyeci parti bu tarihsel fırsatı kaçırır mı?.. Asıl darbe sandıkta gerçekleşmişti.. ‘‘Orduya darbe’’ bunun sonucu!.. ? Türkiye bir yandan Irak’ta derinleşen Ortadoğu tuzağına Angloamerikan marifetiyle çekiliyor.. Öte yandan, Ermeni, Rum, Yunan devletlerinin talepleriyle kuşatılıyor.. Beri yandan ülke PKK saldırısı altındadır... Bir de bunun üstüne ve bu tablo ortasında AKP iktidarı ordunun üstüne yürüyor.. Tarihte bir örneği daha var mı?.. Kendi ülkesinin, devletinin, ulusunun ordusunu laik Cumhuriyet’e bağlıdır diye karşısına alan bir siyasal iktidara verilecek olan ad, sözlüklerde bulunur mu?.. Ülkemiz, çoğunluğun tam anlamında derinliğini bilmediği bir karanlık tuzağın içine itiliyor... Bu tuzağın Ortadoğu cehenneminde kurulması, Türkiye’nin Irak savaşına doğru güdülenmesi, dincilik denen çağdışı politikanın laik Cumhuriyeti tehdit etmesi meydandayken ‘‘Orduya darbe’’ peşinde olanların yargıyı siyasetlerine alet etmeye kalkışmaları da gözleri açmayacak mıdır?.. Açmalıdır!.. Bezdirmek MÜCADELEDE başvurulan taktiklerden biri de bezdirmektir. Mücadelenin her çeşidinde; ister savaş gibi çatışma, ister diplomasi gibi görüşme biçiminde olsun. Savaşta karşı topçunun tâciz ateşi hemen sonuç almaz ama, sürdürülürse sizi geri çekilmeye zorlayıp mevzi kaybettirir; diplomaside karşınızdakilerin sürekli itirazları sonunda ister istemez ortalama formül arayıp kendi doğrunuzdan uzaklaşır, çıkarınızdan ödün vermek zorunda kalırsınız. Türkiye’de devrimci cumhuriyeti içlerine sindiremeyenler, başlangıçta cepheden karşı çıkmaya, açık muhalefetle, hatta isyanlar yoluyla onun önünü kesmeye ve eski düzene dönerek halifeliği falan geri getirmeye kalkışmışlar, başaramayınca da sinsi mücadeleye karar vermişlerdir: Önce demokrasi çerçevesinde ezanın ve Anayasa’nın dilini değiştirerek, sonra da şaşmaz bir sırayla, Silahlı Kuvvetler’e varıncaya kadar, cumhuriyetçi kurumların hepsini şurasından burasından örseleyerek, zayıflatarak, yıpratarak, bezdirerek. Gerektiğinde dış güçlerle sinsi işbirliğine girişmeyi ihmal etmeden. ivisi çıkmış devlette bezdirme taktiğini uygulamak gitgide kolaylaşır. Kamu yönetimi, artık, bu taktiğe heveslenenleri engellemek için değil, zaman zaman ve yer yer onları desteklemek için çalışır duruma sokulmuştur: ‘‘Reform’’ etiketi altında ve ‘‘yönetişim’’ gibi uyduruk yöntemlerle altyapısını değiştirerek, kritik mevkilere karşıdevrimi içten içe benimseyenleri atayarak. Süreç, iç güvenlik sistemini de etkilemiştir. Küresel koşulların etkisiyle mafyaların kol gezdiği ve toplumun çürüdüğü bir ortamda, ‘‘emniyet’’ örgütünün başına en değerli insanlar da getirilse önlemler bir türlü dikiş tutmaz. Daha feci olan, genel gidişin yargıyı etkilemesidir. Bozuk düzen yargıya, yargıca, savcıya olan güveni de sarstı. Daha doğrusu, karşıdevrimci iktidarlar bu güveni sarsıcı bir yığın yanlış adım atmış, yargıç bağımsızlığı ve güvencesi gibi yargıya olan güveni arttırıcı doğru adımları atmaktan hep kaçınmışlardır. ezdirmenin bir çeşidi, insanları haklı çıkmaktan bile bezdirmektir. Ama, örneğin AB’ye tam üyelik uğruna her ödünü verenleri görünce ‘‘Vermeyin, üye yapma niyetleri zaten yok’’ demekten dilinizde tüy bitmişse, haklı çıkmaktan bezip ‘‘Verin de ne belânız varsa görün’’ diyerek köşenize çekilebilir misiniz? Örneğin, özelleştirmelerdeki yanlışlığı, sakatlığı, hukuksuzluğu ispatta sürekli haklı çıkmaktan yorulmuşsanız, ‘‘Bizden bu kadar, gerisini günü geldiğinde Yüce Divan’da anlatırsınız’’ diyerek ve hele o yargı mekanizmasının da işlemediğini görünce bezerek pijamanızı giyip evde oturur musunuz? Hayır, hiç ama hiç bezmemek gerekir. Bezmek, bezdirme taktiklerine yenilmek demektir. Bağımsızlığında dedenizin kanı, kuruluşunda babanızın emeği ve ufkunda çocuklarınızın geleceği yatan bir cumhuriyetin sinsice yıkılmasına göz yumabilir misiniz? Prof. Dr. Necdet ADABAĞ Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Ocak 2006 tarihli Cumhuriyet’te Turhan Selçuk’un bir karikatürü vardı. Anlatılmak isteneni bu denli özlü ve etkin bir biçimde kısa yoldan anlatan bir sanat dalı var mıdır, bilmiyorum. Karikatürdeki mizah gücünü de göz ardı etmemek gerek. Mizah, güldürü bir başkaldırı aracıdır çoğu kez. Turhan Selçuk sözünü ettiğim karikatürde yaşadığımız bir gerçeği çok çarpıcı biçimde insanın suratına şamar gibi indiriyor. Söze gerek kalmayacak biçimde hem de. Karikatürde ayrı ayrı dünyaların iki farklı kadın tipi vardı. Biri yüzyıllardır süren bir yaşanmışlığın sonucu olarak artık sahicileşmiş; öteki yokken var olan bir öykünü. Sahici ama görece sahici, çünkü öyle ya da böyle zorlamaların sonucu. Öykünü de öyle. Avrupa halkları dinsel geleneklerinden çok tarikatların zoruyla kendini dine adayan kadınlarını kapatmışlar. Ve adına da rahibe demişler. Kapatmakla kalmamışlar kimi zaman bir de manastırlara sokmuşlar. Gün yüzü görmeyen karanlık odalarda yaşam sürdürmeye bırakılmış zavallı yaratıklar Kilise’nin kendilerine sunduklarıyla yetinmişler ve yaşamsal devinimlerinden soyutlanmış olarak edilgen kalmaya zorlanmışlardır. Çoğunlukla fukara çocuklarından oluşan bu sınıf, kadını ve erkeği ile dünya iyiliklerinden giderek uzaklaştıkları gibi evlenip çoluk çocuk sahibi olmak gibi güzel bir olanaktan da yoksun kalmışlardır. Manastırda yaşayanlarla ilgili mutlaka pek çok şey yazılmıştır ama sanıyorum en etkileyici sayfalardan biri de A. Manzoni’nin Nişanlılar adlı romanında Monza Rahibesi ile ilgili söyledikleridir: Monza Rahibesi Kilise’ye başkaldırdığı için zindana atılmıştır. Gene aynı zorlamalardan ötürü Avrupa 19 Ç B lı, erkeklerine etek giydirmiştir. Yapıtlarında ironiyi bol bol kullanan Vitaliano Brancati kadınların pantolon giymeye başladıklarında İtalyan erkeklerin etek giymiş olmalarının üstesinden gelinemeyecek bir paradoks yarattığını söylerken bu zorlamalara karşı koymak istemiştir. Kadınların yaşadıkları içağrısını birebir yaşamadım ama erkeklerin yalnızlıklarına aynı çatı altında iki yıl birlikte yaşayarak tanık oldum. Dünyanın en güzel iyiliği olan sevmek ve sevilmek, âşık olmak hakkından yoksun bırakılmış zavallı insanlar güzel bir kadın karşısında içlerinde duyduklarını söylemek yürekliliğinden yoksun bırakıldıkları için sanki güzel bir tablonun karşısındaymışlar gibi duygularını içlerine gömerek dilsizleri oynamak zorunda bırakılmışlardır. Bu haksızlığa dayanamayanlar da olmuştur. Valeria Montaldi’nin İngiliz Rahip adlı romanındaki rahip Mattiew âşık olduğu çamaşırcı kadının üzerinde yarattığı albenisinin etkisinden kurtulamamış; rahipliğe veda ederek dünyasal zevklerin tadını çıkarırken tinsel boşluğunu gidermek için dinsel zorunluluklarını da iyi bir Hıristiyan olarak yerine getirmekten geri kalmamıştır. Tanrı aşkını dünyasal güzelliklerle özdeşleştiren; dahası, Tanrı’nın büyüklüğünü yeryüzünün bileşenleriyle, insanla, suyla, havayla, güneşle, ayla, ölçen ilk insan rahip Mattiew değildir. Ancak daha da dramatik olan, VVI. yüzyıldan başlayarak dini kullanan tarikatların, Kilise’nin görmezliğinden de yararlanarak öz siyasal, parasal iktidarları nedeniyle genç insanlara yakıştırdıkları bu insanlık dışı uygulamaları ve yaptıkları her işi Tanrı buyruğuyla yapmış oldukları inancını halk arasında kolaylıkla yaydıkları; ayrıca kadını ve erkeği farklı farklı renkten giysilerle giydirerek kimlik sorunlarının üstesinden gelebilmek Başını Kuma Sokan Gazeteciler!.. Başbakanından profesörüne, semirmiş gazete patronundan bağımlı köşe yazarına... Ne tuhaf bir ülkeyiz, 82 yıldır laiklik ve demokrasi yolunda yürüyen bir basın organından Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokmak isteyen bir başbakan, düşünce özgürlüğünün koruyucusu sandığınız basın mensupları sürekli rahatsız oluyor! yazarcıklarının ikide bir Cumhuriyet gazetesine saldırması insana o uygulamayı anımsatıyor. ‘‘TEM manzaralı’’ kocaman odasında oturan, saatlerini bilgisayarı ile baş başa geçiren, günlük yaşamında halkın içine pek girmeyen gazeteci, toplum ne yapıyor, ne düşünüyor, nereden bilsin? Halkın sorunlarını yaşamayan, günbegün köşesinde yazdıkları ile kimi, neye inandırmak istiyor bu insan? Okura ahkâm kesen yüzeysel masabaşı gazetecisi, insanımızın yaşam değerinin ne olduğundan haberdar değil ki! Çıkarlar peşinden koşan politikacılarla ensesi kalın gazete patronları ve eli altındaki yazarcıklar almış tekellerine düşünce özgürlüğünü. Çıkardıkları boyalı gazeteler kamuoyunu aydınlatmak, bilinçlendirmek görevini çoktan yitirmiş. Düşünce özgürlüğünün sınırlarını belirleyen para babası patronyüksek maaşları dolarla ödüyor. Çıkarları uğruna toplumdan uzaklaşmış, köşe kapmış yalınkat gazeteci de giderek daha çok sorumluluktan kaçınıyor. Ülke demokrasisi göz göre göre yozlaşıyor. Ürkütücü bir gelişme. ‘‘Ben yaptım, oldu’’ kafalılar at koşturuyor. Neredeyse astıkları astık, kestikleri kestik, karşı çıkan yok. Ülke 3 Kasım’dan bu yana önemli bir rol ayrımında. Hele son aylardaki gelişmeler, yaşanan bazı acı gerçek, sorunları göz ardı edilen tabanın gözünü artık açmalı. Uyanmalı birey. Peki, ama nasıl? Sözüm ona aydın mı, sözüm ona gazeteci mi uyandıracak onu? İkide bir Cumhuriyet’e ve yazarlarına saldırmayı bir marifet sananlar, basın ve düşünce özgürlüğünün sadece kendileri için geçerli olduğu sanıyor! Başbakanından profesörüne, semirmiş gazete patronundan bağımlı köşe yazarına... Ne tuhaf bir ülkeyiz, 82 yıldır laiklik ve demokrasi yolunda yürüyen bir basın organından Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokmak isteyen bir başbakan, düşünce özgürlüğünün koruyucusu sandığınız basın mensupları sürekli rahatsız oluyor! Ödün vermeden çevresini aydınlatmaya çabalayan bir avuç gerçek gazeteci ise yılmadan inatla bu ‘‘akıntı’’ya kürek çekiyor, yaşam savaşı veriyor... ÇANAKKALE CUMOK ÇAĞIRIYOR 8 Mart 2006 Çarşamba Saat: 10.0012.00 “Kuvayi Milliye” ruhu ile ulusça bir araya gelelim Konuşmacımız ŞU ÇILGIN TÜRKLER kitabı yazarı Sayın Ahmet ARPAD ığınlar sorunlu, sürekli geçim sıkıntısında. Milli Görüş yandaşı, imam hatip lisesi diploması cebinde dinibütün Başbakan Türkiye’ye ‘uğradığı’ zaman ya onu bunu eleştiriyor ya da coşkulu AB nutukları atıyor. Peşinden giden medya, başını kuma sokmuş... Sanki görevi kamuoyunu bilgilendirmemek, aydınlatmamak, yanlışların üzerine gitmemek. Son üç yılda Türkiye’de inanılmaz olaylar yaşanıyor. İnsanımız yoksulluk içinde kıvranırken medyadaki birileri çıkarlar uğruna gözlerini ve kulaklarını kapatıyor. Onlarca yıldır ülkenin sorunlarına inatla dikkati çeken Cumhuriyet gazetesine ve yazarlarına saldırmayı ise yerine getirilmesi zorunlu bir ‘görev’ kabulleniyorlar. ‘Boyalı basın’ın gökdelenle Y rine kurulmuş dolar maaşlı kimi genel yayın müdürü bu yazarcıklar televole gazeteciliği yaparken onurlanıyorlar. Pohpohlamaktan eleştirme görevini unutmuşlar. ‘‘Bakarsın gün gelir, işim düşer’’ kafa yapısıyla beklemedeler. Omuzlarını sıvazlayanlar, çıkarları uğruna cumhuriyetin temellerini kemirirken, onlar bir karmaşa ortamında görevlerine devam ediyor. Ülkeyi ‘‘ölüm döşeği’’ne yatırmak isteyenlere arka çıkıyorlar. Onlar, oradan oraya sürülen piyon taşları, ipleri görünmeyen birilerinin elinde, yaptıklarının tamamen bilincinde zavallı kukla kişiler. Osmanlı’nın son döneminde ülke yabancı güçlere peşkeş çekilirken yönetenler yığınlardan kopmuştu. Kamuoyu suskundu, rejime karşı çıkanlar sessizliğe mahkum edilmişti. Bugün de özellikle son hükümetin ve kuklası kimi medya Turgut Özakman Yöneten: Prof. Dr. A. Mete TUNÇOKU Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Atatürk ve Çanakkale Savaşları Araştırma Merkezi Müdürlüğü organizasyonunda Yer: Terzioğlu Yerleşkesi Troya Kültür Merkezi Saat: 09.00’da Cumhuriyet Meydanı’ndan belediye otobüsleri kalkacaktır. GENÇLERİ UNUTMAYINIZ, SEN GELMEZSEN BİR EKSİĞİZ... ÇOMÜ İletişim: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Basın ve Halkla İlişkiler Bürosu Tel: 0 286 218 06 11 CUMOK İletişim: 0 544 658 81 80 0 286 214 13 56 0 532 415 97 62 0 542 674 58 01 0 505 455 56 91 www.cumok.org CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear