02 Haziran 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 21 EKİM 2001 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI 'Ey sağır ve büyük okyanus!' Umberto Eco, çocukluğunda kendi kuşağına öğretilen faşizmi, ingilizlere yönelik şu bedduayla anımsadığını söylüyor: "Allah İngiUzlerin belasını versin." O dönemin Italyanı, günde beş öğiin yemek yiyen tngilizden nefret edermiş. Ikinci Dünya Savaşı'nın yoksul insanlan canından bezdiren koşullan, ttalyan vatandaşının ötkesinı, dönemin güçlü ülkelerınden tngiliz Krallığı'nın mutfağına yöneltmiştir. Aslında dolaylı olarak bir eşitsizliğe isyan sayılabilecek bu öfke, faşizm propagandacılannın elınde ltalyanların üstünlüğüne vurgu yapan bir hale dönüştürülmüştür. Kendileri bir öğiin yemeği bile zor bulurken beş öğün yemek yiyen tngilize gösterilen, tngilizin haksız zenginliğine itiraz sayılması gereken bu vatandaş öfkesi, faşizm tarafından ttalyan milletinin alçakgönüllülüğüne ve nihayet azla yetinmeyi biliyor olmasına bağlanmıştır. Dolayısıyla dünyayı sömürerek mönüsünü zenginlcştiren Ingilizin yaptığı, bir eşitsizlik olarak değıl, oburluk olarak görülmüşrür. Italyanlann lngilizleri açgözlü, düzensiz, dağınık ve obur olarak değerlendirmeleri, tkinci Dünya Savaşı'na ait bir yargıdır ve günümüzde de geçerlidir. Faşizm nropagandacıları ne derlerse desinler, yoksul Italyanın lngilize olan kızgınlığı, ondaki "çok yeme görgüsiizlüğüne" değıl, kendisinde yenecek az şey olmasına duyduğu aeıdan kaynaklanmış belli ki. Masasında bir tas yemek bile bulunamayışının hesabını ola ki kendi yönetiminden sormaya kalkar korkusu yüzünden italyan faşizmi, yoksul yurttaşının önüne, karnını değilse de "nıilli hislerini" doyuran tek mönülük bir yemek koytnuş: "Yoksulluk, eşitlir onurlu yaşam." Eco'nun hatırladığı faşizm, işte böyle bir faşizmdır. Başka halklarla kıyaslaya kıyaslaya kendi milletini gaza getirip ona açlığını unutturan bir faşizm. tngiliz halkı, yani çoğunluğu, tkinci Dünya Savaşı sirasında beş öğün yemek yemiyordu. Bolca patates, haşlanmış lahana ve bulabilırse kara ekmek, tüm savaş zamanlannın değişmez mönüsüydü. Savaş döııeminde yayımlanmış yemek broşürleri, sığınak rehberleri var bende. Orada bir kilo arpadan uzun zaman nasıl MUSTAFA ERDEMOL yararlanılacağı konusunda kimi bilgiler verilir. Bahçede sığınak yapımına ılişkin broşürlerde de ışin tekniği anlatılır. Yanı herkes elbette eşıtçe değil ama aynı sıkıntıları yaşamış halk olarak. ttalyan halkı nereden bilsin? O sanki lngilizin evinde, günlerce o evde kalmış da biliyormuşçasına, beş öğün yemek yendiğine inanmıştır. İtalyan yönetımı ise bu inanışı körükleyerek düşmanı tngiltere'ye karşı halkın kızgınlığını kullanmayı becermiştir. ABD ve tngiltere vatandaşları da İtalyan vatandaşın, Ingilizlerin günde beş öğün yemek yedığini sanması gıbı, medeniyetlerinin "barbarlar" tarafından yok edileceğine inanıyor bugün. Bu inanıştır ki, güçlü banş yanlısı gösterilcre karşın her iki LONDRA ülkede halkın büyük bir çoğunluğunu Afganistan'a yapılan saldınya destek noktasına getirmiştir. Halktır bu. Şair Metin u Demirtaş'ın Ey sağır ve büyük okyanus" dıye tanımladığı halk yani. lnci Cibi Dişler romanıyla büyük ün kazanmış olan tngiliz yazar Zadie Smith, olana bitene akıl sır erdiremediğini belirtiyor. Olanlar karşısında bir yazar olarak hiçbir müdahalede bulunmasına olanak bulamadığından, bir pop sanatçısı kadar bile toplumda işlev sahibi olamadığından yakınıyor. Çünkü kendisini dinleyecek, "Sen ne diyorsun" diye soracak bir kamuoyu yok. Böyle olduğu için de Smith'in gerçekten bir pop sanatçısı kadar bile bir işlevi olamıyor. Ingiliz pop sanatçısı Geri Hallivvell, Dubai'deki Ingiliz askerlerine Afganistan saldınsı öncesi moral konserlen vermeye gitti. lnsan öldürmeye giderken morale ihtiyaç duyacak kadar "insani" yaratıklar şu askerler görüyorsunuz. Kamuoyu nasılsa arkalannda. Bu yüzden ABD ve tngiltere yönetimleri daha teknik sayılabilecek işlerle meşguller. Askerlerini Afganistan operasyonunun gerekliliğine inandırmak için terapiler düzenlediler. Adı geçen ülkeler, kendi askerlerini ikna etme gereğini duyarlarken Türkıye'dekı sadık taraftarları için böyle bir ihtıyacı doğaldır ki hissetmedıler. Ingiliz gazeteci, ürkülmemek için olsa gerek, yumuşatarak soruyor: "Ülkene Amerikalılar neden gelecekler biliyor musun?" Henüz 10 yaşına bile gırmemiş Afgan çocuğu yanıtlıyor: "Buranın havası çok güzcl onun için." ABD ve Ingiliz halkları Afganistanlıların medeniyet düşmanı olmadıklarını ne zaman anlarlar, bilemem. Ama Italyanlar, Ingilizlerin günde beş öğün yemek yemediklerıni tkincı Dünya Savaşf ndan sonra anladılar. Afgan çocuğu da ülkelerine ABD'lileıin gelişinin nedeninin hava değil, zengin petrol yataklan olduğunu, eğer başına düşen bombalardan kurtulup da sağ kalabilirse, merak etmeyin çok yakında anlar. ABD'nin hayatın, Usame ve benzerlerinin de aklın düşmanı olduğunu anlayabileceği gibi. Bir güz yazısı işte, sarı kahverengili... Bu Kuzey ülkesinde benim "ara mevsimler" dediğim ilkyaz ve güz kısa sürer. Her çeşit yeşil, ileri doğru hızlı sarılan bir film şeridi gibi, yerini sarının, kahverenginin ve turuncunun çeşitli tonlarına bırakarak akar geçer. Güz, efkâr mevsimidir. tsveçli şair Edith Södergran, şu anda penceremden gördüğüm manzarayı ne güzel sığdırmış iki dizeye: "Saydamdır güz günkri ve yazUmışör ornıanm sanşın temeline..." Bu ülkede halk, güz yemişlerini (kuşburnu, kırmızı ve mavi çayüzümü) ve mantar çeşitlerini çok sever. Nemli geçen yazlar, mantar için elverişlidir. Gazetelerde, mantar cinsleri üzerine boy boy resimli ve bilgilendirici yazılar yayımlanır ve okurlar zehirli mantarlara karşı uyanlır. Doğanın güzellikle acımasızlıktan oluşan yapısı, mantar konusunda da kendini gösterir: Renkleri en çarpıcı ve çekici olan mantarlar, zehirli olanlarıdır. Işyerlerinde, geride bırakılan yaz konuşulur. Yaz sevgililerinden kartpostallar gelir bir süre daha. Sonra gençler ve doğa, kar örtüsüne bürünürken sıcak satırlı kartlar gelmez olur. Artık gelecek yaza ve gelecek aşklara bırakılmıştır. Akdeniz kumlarında yeşeren duygular. Aşk, hiç kuşkusuz gençlerin tekelinde değıldır; ne var ki zamanla, "Gençler yaşar, diğerieri anar" denilen bir kavrama dönüşecektir. tzmir'de yayımlanan son derece nitelikli ve katıksız edebiyat sevgisi ürünü "Agora" dergisinin EylülEkim 2001 sayısında Zeyncp Uzunbay'ın "Çocukluk kardeşim" adlı çok çarpıcı bir şiiri yer alıyor. Bana kalırsa unutulmayacak bir şiir. tçinden şu iki dizeyi bu güz yazısına uygun gördüm: "Biz seninle az mı hayal buruşturup attık, birileri ütüleyip yaşıyor şimdi". tşte ben de bu güz günü, hem de pazar günü, yani sizler bugün çıkan pazar yazılannı okurken "bunışturup aölan hayatlan" düşünüyorum bu satırlan yazarken. (Ütüleyip GÜRHAN kullananlara hayırlı olsun UÇKAN diyorum. Ancak geride bırakılan hayat paramparçaysa, hani ütülemek de yetmez...) Güzün, kişinin kendini en çok sorguladığı mevsim olduğunu sanıyorum. Yeniden yeşereceğini bilen ağaçlar ve bitkiler, kaygısızca veriyorlar kendilerine sanşınlığa. Bu dünyanın konuğu olan biz insanlar için bu denli kolay değil teslim olmak. Önümüzde ne olduğunu göremediğimiz için, geride bıraktıklanmızla uğraşma olanağına sahibiz. Bu da daha çok kendimizi sorgulama şeklinde olur. Kişinin kendini en zor savunduğu kişi, kendisidir. Şimdi çıkıp şu gölün kıyısında san yapraklar arasında dolaşsam, aklımın beni nerelere götüreceğini biliyorum. Ve bundan korkuyorum. Kendimle baş başa kalmaktan. En iyisi fotoğraf makinemi yüklenip yola çıkmam; sanyı, kahverengiyi, turuncuyu ve gölün açık lacivertini kıyısından İcöşesinden yakalamam. Kalsın kaldığı yerde "buruşrurulup ablan hayatlar". Onları kimin ütüleyeceği hiç umurumda değil. tşte tam bu satırlan yazarken bir şey dürtüyor beni ve Gebze'den çıkan şiir dergisi "Ağır Ol Bay Düzyazınnın yeni sayısına (EylülEkim 2001) bakıyorum. Doğru anımsamışım. tbrahim Baştuğ, "Git" adlı şiirini sanki benim için bitiriyor şu dızelerle: "Peşinen kayalara oturacak biliyorsun teknen gitsen gitmezsen ölü bir balık olarak kıyıya vuracaksın". Gölgelerin uzadığı, günlerin kısaldığı, doğanın sarışınlaştığı şu güz günlerınde acaba neyi yeğliyoruz? Gitmeyi mi, kalmayı mı? 'Bugün kaç çocuk öldürdün?..' Güney Korc'nin başkcnti Seul'da dün iinhcrsite öğrencileri ve srvil toplum örgütü üyclcrindcn oluşan bin kişilik bir grup, savaş karşıtı gösteri yapn. Göstcriciler, ABD'nin Afganistan'a yönelik operasyonunun bir an önce durdurulmasını istedilcr. Bir eylemci, "Hey Bush, kaç çocuk öldürdün bugün?.." yazılı bir pankart taşıdı. (Fotoğraf: AP) New York'un gerçek büyüsü parklarda... 11 Eylül faciasından sonra, bir ayı aşkın bir süredir New York'ta gerçek bir kâbusun içinde yaşayanlar, bu gerçek ve acımasız dünyanın bir parça dışına çıkıp stresten kurtulabilmek için çeşitli yollara başvuruyorlar. Kimisi uzmanlann verdiği ücretsizpsikolojik danışmanlık hizmetinden faydalanırİcen kimisi Kızılhaç için gönüllü çalışıyor. David Letterman ya da Jay Lcno'nun son olaylarla dalga geçtikleri televizyon şovlannı seyrederek rahatlamayı seçenler olduğu gibi, tüm iletişim araçlarıyla ılgısinı kesmeyi, bir bakıma toplumdan ızole olnıayı tercih edenler de var. Herkesin rahatlamak için seçtiği yöntem farklı. Benim önerim, New York parklanndakı güzellikleri keşfetmek. Her ne kadar Central Park'taki ücretsiz yoga derslerine katılarak stresten kurrulmak olanaklı olsa da özellikle Tompkıns Square Park'ta yapılacak bir gezinti, insanı nedensizce mutlu ettneye yetiyor. Üstelik mevsim sonbaharsa, ağaçlardan dökülen sarı, kırmızı ve turuncu yapraklar yolları kaplamışsa... Ortalık sanki bir panayır yeri gibi, her yaştan, her çeşit insan var. Hvsizler, süs köpeklerinı gezdıren zenginler, paten kayanlar, bisiklete binenler, güneşlenenler, piknik yapanlar, sevgililer ve yaşlılar... Sanki Emir Kusturica'nın film seti; çeşitlilik ve ayrıntılar dikkat çekici. Parkın bir tarafında amatör müzik festivali yapılırken dığer tarafta bir grup genç davul çalıp dans ediyor. Bir başka köşede, sorumluluk duygusu aşılanmak istenen ılkokul çağındaki çocuklar, annelerinin yaptığı kurabiyeleri satıyor, Kızılhaç görevlileri evsizlere yemek dağıtıyor. Satranç oynamak ısteyenler için parkın taş masaları satranç tahtasına dönüştürülmüş, o köşede kıyasıya rekabet var. NEW YORK Parkta yurumeye devam ediyorsunuz, ZULAL karşınızda KALKANDELEN yemyeşil çimenleriyle göz alan geniş bir alan; sessizliğin kışkırtıcı çekıcıliğınde kitapların büyüsüne kapılanların özel alanı. Girişte bir uyarı tabelası var: "Köpeklegirilmcsiyasaktır." Yürümeyi sürdürüyorsunuz, köpck sahiplerinin de unutulmadığı olağanüstü bir alanla karşılaşıyorsunuz. Bu defa kapıdaki tabelada yazan farklı: "Köpeksiz insan, sahipsiz köpek giremez." Bu alan, köpeğıni gezdirmek isteyenler için özel olarak ayrılmış. Köpeğiniz yoksa da demir parmaklıklarla çevrili alanın dışından, birbiriyle oynaşan, oradan oraya koşan ve gerçekten mutlu gözüken köpekleri izlemeniz mümkün. Köpek sahipleri ise banklarda oturup kitap okumayı ya da birbirleriyle sohbet etmcyi tercih ediyor. Saatler geçiyor, size kalan gördüğünüz güzellikler. Kanımca, New York'un en güzel tarafı, Manlıattan'ın lüks caddeleri, Times Square meydanı ya da Empire States binası değil. Zamanı unutup kısa bir süre de olsa kendi dünyasını yaratmak isteyenler için, New York'un gerçek büyüsünü içinde banndıran bu parklar, eşsiz bir olanak sunuyor. Caddelerde yüksek binalar arasında yüriimeye benzemiyor parkta yürümek. Sonuçta yapılan eylem belki aynı. Fark, parkların, modern şehrin insanının doğayla buluşmasının mekânı olmasında. Bugün Pazar. New York'ta, lstanbul'da ya da dünyanın başka herhangi bir yerinde, yaşadığınız yerde savaş yoksa, yapabileceğüıiz olağanüstü bir şey var. Parklar sizi bekliyor, üstelik ücretsiz. kzulalthotmail.com Karaormanlar'da doğanın savaşı Üç günlük sıkı bir yürüyüşle Karaormanlar'ı kuzeyden güneye geçmek niyetimiz. Sevimli küçük kent Freudenstadt yakınlanndaki Knıebis çıkış noktamız. Sırtımızda çanta, ayağımızda trek ayakkabıları yola koyulduk. Bir güz sabahının güneşinde parıldıyor, sayısız renge bürünmüş Karaorman ağaçlan. Feldberg Dağı'nın eteklerindeki Titisee Gölü'ne uzanan yürüyüşte 1500 metreye çıkacak, dağ pansiyonlannda konaklayacaktık. Stuttgart yakınlannda başlayan Karaormanlar'ı, güney Almanya'nın dağlarını ve Jsviçre'yi 810 günlük bir yürüyüşle geçip ttalyan Alpleri'n ekavuşmak mümkün. Göz alabildiğine çayırlar, koyunun koyusu yeşil çam ormanlan, sarının her renginde kayınlar bize gün boyunca eşlik ediyor. ötelerde, uzaklarda bir yerde, koyu mavi, kara doruklar. Yamaçların bitiminde, aşağıda vadilerde, çayırlann ortasında kocaman Karaorman çiftlik evleri. Güzün ılık günlerini yaşıyor doğa. Ancak bu kavuşmadıklan için... Yol gü/elliklcrin bir de çirkin yanı yükselmeye başlıyor, adımlar var. Mastalıklı ağaçlar. Bavyera ağırlaşıyor. Grup ikiye bölünüyor. ve Avusturya'da olduğu gibi Deneyimli yaşlılar önde, nefessiz Karaormanlar'da da ağaç ölünıü gençler arkada... Dallan gözle görünüyor. Doğaseverlerin cılızlaşmış ağaçlar artıyor. Güneş 80'li yıllarda toplumun dikkatini ışınlannın burada daha güçlü çektiği bu ürkütücü gerçek, her olması, topraktan az su almalan, türlü önleme karşın önü bir türlii kış aylannda yükseklere sısin ve alınamayan büyük sorun. bulutların daha fazla inmesi, ağaç Özellikle iğne yapraklı ağaçlarda ölümüne önemli nedenler. zarann ürpertici Endüstrisi bol ve de ölçüye vardığını STUTTCART güçlü Orta Avrupa yürüyüş sırasında üzerınde dolaşan görüyoruz. Geçen yağmur bulutları yılın sayımında tüm kükürt dolu. lnsan AHMET ağaçların yüzde ARPAD sağlığına ve doğaya 51'inin, ladiıılerin çok zararlı bu madde. (kızıl çam) yüzde 9O'lı yıllarda alınan 34'ünün, kayınların """"""~™~ ^^~~~"""" tüm önlemlere karşın da yüzde 30'unun hastalıklı fabrıka bacalanndan, otomobil olduğu belirlenmiş. Başka bir eksozlanndan yükselmeye devam sorun da yürüyüş sırasında ağaç ediyor. Ve sonra yağmurlarla yine altlarında bol miktarda yeryüzüne dönüp insanlan, gördüğümüz çeşitli nıantarlarda. ağaçlan ve toprağı zchirliyor. Bizi Grubumu/dan biri, bunlann tehlikeli güneş ışınlanndan yenmemesi gerektiğini söylüyor. koruyan Ozon tabakası, bilindiği Zehirli olduklan için değıl, gibi delik. Uzmanlann en son Çernobil'in ardından açıklamalan, deliğin son yıllarda 'sağkklanna' bir türlü büyümediği. Alınacak önlemlerle Ozon deliği 50 yıl sonra tamamen kapanabilirmiş. Her yıl 4.7 milyon insan Karaormanlar'a dinlenceye geliyor. Bunlardan yüzde 70'i yolculuk için otomobili yeğliyor. Güzel manzaralı, ikişerüçer şeritli yollar, doğayı kuzeyden güneye, doğudan batıya kesiyor. Özellikle güney Karaormanlar'da, dinlenceye tren veya otobüsle gelen turistlere indirimli konaklama sağlayan şirin kasaba ve köyler var. Akşamüstü Brandenkopf dağ pansiyonuna vanyoruz. Odamıza hemen çıkmıyoruz. Tek ayakkabılanmızı çeşmenın yanına bırakıp, terastaki tahta masalara kuruluyoruz. Az sonra garson kız beyaz şaraplan getiriyor. ötelerde, mavi, kara dorukların ardında güneş batmaya hazırlanıyor. Düşlüyoruz Türkiye'nin doğasını. Gökova'yı, Yatağan'ı, Aliağa'yı, Berganıa'yı tzmit Körfezi'ni, Çamlıhemşin'in Fırtına Vadisi'ni... Düşlüyoruz, doğayı yitirmemek için insanların kafa yapısının değişeceği günleri de! STOCKHOLM Zaragoza'nm kışkırtıcı, mavi sapağı Bazen gidilemeyen bir şehir, daha derin izler bırakır insanda; yaşanamayan bir aşk gibi tıpkı. Tozlu bir otobüsün camından bir görünüp bir kaybolan şehir sapaklanna az mı tutsak oluruz? Hiç gidemesek de, belki bir ömür boyu gidemeycceğimizi bilsek de... İşte Zaragoza bu şehirlerden biriydı: Gidemediğim. Kışkırtıcı, mavi sapağıysa hâlâ gözlerimin önünde... Mavi, şehir sapaklarının rengidir; soğuk ve mesafeli! Sanki sizi olabildiğince uzak tutmak ister kendinden ve yeni bir şehre dair tüm yenilgilerden. Benimki de bir şehir sapağı öyküsü; henüz girilememiş, gizemli sapağıyla Zaragoza... tspanya'nın doğusunda sıradan bir otobüsün içindeydim. Sanınm kuzeye doğru beni alıp Coelho'nun gızli düş bahçesine götürüvermişti; birden ikimizin de Coelho'nun ırmağında aktığımızı duyumsadım; ben ve adı Pilar olan kadın. Otobüs ŞANŞIN giderek TÜZÜN ^ ^ ^ ^ ^ ^ hızlanıyordu. Birbirlerini hoş bulan, birlikle olmaktan keyif, hatta tuhaf bir haz alan iki yabancının bildık sıkılganhğı ile başlamıştık sohbete: "Okumuş muydu acaba o romaıu, Piedra Irmağında'yı? Hem biliyor muydu? Oradaki kadının adı da Pilar'dı!". Parlak, iri dişleriyle aydınlanan geniş bir Katalan tebessümü yayıldı yüzüne; "Buralarda çoğu kadının adı Pilar'dır..." dedi. Demek benim Pilar'ım da onlardan biriydi; ZARACOZA kumral, yeşil gözlü, Katolik bir Katalan dilberi... Kahve molasında sigarası kendini içmişti usulca tablasında; hâlâ konuşuyorduk. Zaragoza'da bir aşk öyküsüne karışmıştı adı; her kadının adı, bir zamanlar bir aşk öyküsüne karışmıştı! Kumral Katalan suratı otobüsün camına vuran akşam güneşi ile ışıdığında bile anlatıyordu. Sanınm artık ne dediğini dinlemiyordum. Bilıyordum ki bir gün onu anımsadığımda aklımdaki sözcükleri yalnızca uBuralarda çoğu kadının adı Pilar'dır" olacak. Pencere camından bir görünüp bir kaybolan Zaragoza sapağı aşk ve tutkuya giden tek yoldu ve biz oraya hiç gitmeyecektik! Yolumuzun üstü değildi, başka başkaydı aşk öykülerimiz. önümde Zaragoza sapağı, yanımda adı Pilar olan bir kadın vardı.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear