23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
8 gUBAT 1996 PERŞEMBE CUMHURİYET -»t SAYFA KULTUR 15 GRAMOFON İĞNESİ SEÜM/UÎRJ OnkırO eski Türk fılmleri... On- lar siyah-beyaz filmlerdi. Onlarla ılîc ne zaman, nere- de, nasıl tanıştığımı doğrusu çok açık seçik hatırlayamıyo- rum. Hatırladığım, çok başka bir şey: Evimizde, topiumsal çevremizde Türk fılmlerine, Türk sınemasına fazla yüz venlmezdı. Buyapımlarılkel bulunuyor, özellikle kûçük yaştakı seyırcıye zararlı ka- bul ed:lıyor, ıtıraf edeyim kı bir haylı de küçümseniyordu. Oysa annem roman okur- du. Türk yazarlannın eserle- rinden önemli romanlar evi- mızin küçük kıtaplığındaydı. Aılecek sık sık ŞehirTiyatro- su'na, hem Tepebaşı Dram'a, hem Beyoğlu'ndakı Yenı Ko- medi'ye gıderdik. Babam arada bir flüt çalardı. Kısaca- sı. sanatın verimlerinden büs- bütün nasipsiz değildik. Ama ış Türk sınemasına gelip da- yanınca. çehreler değışiyor, bu fılmleryerden yere çalını- yordu. llkokul ikinci sinıfta olma- lıyım: Firuzaağa llkokulu, 2/A. Sınıfımızın iyice -çün- kü hemen hepimız dar gelirii ailelenn çocukianydık- 'fa- Idr aileçocuklan', Taksim Si- neması'nda göstenme girmiş bir fılmı ballandıra ballandı- ra anlatıyorlar. Filmin adı, KaraÇalı. Cıhangir'den Tak- sım'e çıkarken bir afişte Ka- ra Çalı'nın adını ben de oku- muşum; ama dedıgım gıbı filmi izleme şansım yok. Bez afişte gayet çekicı bırtakım renklı figürler var: Köy ha- yatı, ağlayan bir kadın, şiddet falan... Zaten Taksim Sinema- sı'nın büyük boy bez afışleri oldurn bıttım gönlümü çeler- nemalar da olmalı. Okumayı söker sökmez gazetelenn sı- nema ilanlannda hangi Türk filmının hangi sinemada izle- yiciye sunulduğunu günü gü- nüne takip ederdim. Aklımda Karagümrük Aysun sınetna- sı... Gelgelelim biz hep Beyoğ- lu'ndakı, fuayesıne yabancı artist portreleri asılmış Yenı Melek'e, girişinin mermer merdivenleri -Pembe mer- mer!- görkemli Atlas'a, yeni açılmış, dore perdesi kat kat Emek'e giderdik. Bir de pa- zar sabahlan Münir Nurcttin Sdçuk'un kadınlar korosuy- la konser verdıği, vişneçürü- gü kadıfe perdelı Saray'a. Işte o Saray'da, elli yedi se- zonunda ilk Türk filmimi ya- nm yamalak yaşadım. Yanm yamalak diyonım, çünkü sa- dece fragmanıyla yetinmek durumundaydım. Saray'da hangi yabancı fılm oynuyordu, onu hıç ha- tırlamıyorum. Günlerden ya cumartesidır ya da pazar (başka günler sınemaya gidil- mezdi) ve ille matinelerden biri. Beyazperdede koskoca- man bir gelecek program ya- zısı çıktı. Sonra Muhterem Nur göründü, donuk bakışla- n boşluktaydı; tam karşı açı- da Fıkret Hakan duruyor. elinde tuttuğu yanan çakma- ğı Muhterem Nur'un bakış- lanndan geçiriyordu: Bir kör kızın hıkâyesı! Anneme göre: "tşte yine bir kör kız zırva- SL_" Ben bu sahneyi yıllarca hiç unutmadım. Sonra o frag- manda Fıkret Hakan'la Salih Tozan'ın, Semih Sezeıü'nın dostluklannı da unutamaz- dım. Bir niyet tavşanı vardı, bir eski körüklü fotoğraf ma- flk içbir Türk filmini kaçırmaz olmuştum. Lüks, Taksim, Lale, Yeni Atlas, Inci; belli başlı sinemalanmdı. Şan'ı unutmadım. Yaz günİeri geçmişte kaçırdığım nice filmi görme fırsatlanm doğardı. di. Beyoğlu sınemaJannda iz- lediğımiz yabancı filmlenn afişlerinde. kendilerinde bir türlü aynı gönül çekıcıliğı, deyiş yerindeyse, aynı sıcak- lığı bulamazdım. Bazı başka afişler de Be- yoğlu'nda binalann yan cep- helerinde asılı durur, serin sonbahar günlerinde, kış mevsiminde rüzgârla yaprak- lanırdı. Her birinde bir heye- can firtınası eser, her biri ben- de bir an önce yalnız başıma sinemaya gidebıleceğim gün- lerin gelivermesi özlemı uyandınr. Mesela Beş Hasta Var'ın afişinde Nedret Güvenç'le Muzaffer Tema birbırlerine bakıyorlar; Sadri Alışık da aşağı köşeden onlann ikisine bakıyordu. Arkada öyle renk- li, eğlenceli bir hayatın deko- ru görünmekteydi. Mesela Sazü Damın Kah- pesi'nde Muhterem Nur tek başuıa ağlıyor, Gönül Bayhan at üstünde gorünüyor, saçlan kumral ve dalga daiga bir genç adam. at üstündekı Gö- nül Bayhan'ayaklaşmayaça- hşıyordu. Hiçbir zaman gö- remediğim bu Sazlı Damın Kahpesi bende derin bir me- rak bırakmıştır. Yıllar sonra Agâh Özgüç'ün TürkFılmle- ri Sözlüğii'nde tek cümlelik konu özetını okuyacaktım: "Mutlu bir yuvayı dağıtan yosmanın öyküsü." Yukanda andığım Kara Çah'ya gelince, meğerse. Ya- şar KemaTın bır öyküsüyle - Acaba hangisı?- Erskine Cakhvell'in bir romanından sınemaya uyarlanmış; başrol- lerinde Suavi Tedü, CahH Ir- gat, Şaziye Moral oynuyor- Iarmış. Türk fılmlen yalnız Tak- sim Sıneması'nda göstentmı- yordu elbette. Andığım o elli beş sonrası yıllarda Beyoğ- lu'nda. Kurtuluş'ta, Pangal- tı'da, şehrin öte yakasında, sözgelimı Karagümrük'te yerli film oynatan başka si- kinesı... Bunlar büyüleyiciy- di. Fragman sürüp gittikçe an- nemın yargısı azıcık yumu- şamıştı: "Galiba fena değiL, Sarav'da oynaüidiğına bakı- hrsal" Dahası, topiumsal çevre- miz fire vermiş, komşumuz - yalnızca birinci sınıfta oku- duğum Cihangir Ilkoku- lu'ndan eski basöğretmenim Refı Bey'in eşi- Müeyyet Ha- nım'la kızı, yaşıtım Lâmia, Üç Arkadaş'ı ertesi hafta sey- retmişler hem de pek beğen- mışlerdi. Ne var ki ısrarlan- ma karşm Lâmia, Üç Arka- daş'ın öyküsünü anlatma- makta diretiyordu. Tam o sıralar Beyoğ- lu'ndakı bina cephelerinden birine Kınk Plak'ın afişi asıl- mıştır. Bu afişten, gözlüklü mü gözlüksüz mü Zeki Mfi- ren'le dudağımn kenan ben- lı Bdgin Doruk'u hemen gö- zümün önüne getırebiliyo- rum. Yine bırbirlerine bakı- yorlar. Afişte Ayfer Fera> 'la Ahmet Tank Tekçe'nın re- sımleri var. Ahmet Tank Tekçe, Cihan- gir'de oturuyor. Filmlerde kö- tü adam oynuyor, ama pazar günleri küçük kızını elinden tutup dolaştınyor, parka götü- rüyor. Onu tanıyanlar "çok maz- but" olduğunu söylüyorlar. Belgin Doruk'un da Cihan- gir'imizle bir ilintisi var: An- nesi Kumrulu Yokuş'ta otu- ruyor. Belgin Doruk kimile- yın bizim sokağa annesini zi- yarete geliyormuş. Görenler, beyazperdedeki görüntüsün- den daha güzel olduğunu söylüyorlar; sonra ekleniyor: "Çekemiyoriar kL." "Zümrût"ü görebümek Üç Arkadaş'a götürülme- miştim, ama bir başka Türk filmi de Beyogiu salonlann- da, işte Yeni Melek'te oyna- yınca şeytanın bacağı kınl- mıştı. Sezon içınde bir cu- martesı ikı on beşe Zümrfit'ü izlemeyegitmıştık; sevınçten uçuyordum. Senelerden ellı dokuz. Zümriit hayatımın önemli oiaylanndan. Birçok sebebi var: Jlk aşkım bır sinema yıl- dızına, Çoipan llhan'a; Çol- pan llhan'a yıllarca yeşil mü- rekkeple mektup yazaca- ğım... Zümriit'ün konusu öy- lesine çekıci geliyor ki daha o sıralar, bir gün yazar olup, 'meşıun kadın'lann romanla- nnı yazmaya karar veriyo- rum. Sonra üçüncü, biraz ço- cuksu, biraz gülünç bir sebep: Bana, "Bu rdm bir melod- rarodır," dendığınden, ben de hayatın bir melodram olduğu kanısına vanyorum. (Besbel- li o melodram meselesinin et- kisi geçmemiş...) Çoipan Ilhan bir sahnede, siyah, dantelalı gıysiler ıçın- de, üç kollu gümüş şamdan tutuyor, mum ışıklan hariku- lade gözlerini aydınlatıyor. Bu sahnede heyecandan artık kendımi kavbedıyorum. Var- sa Çoipan Ilhan, yoksa Çoi- pan Ilhan! Yine Agâh Özgüç'ün Türk Filmleri Sözlüğü'ne döne- yim: Bakın, benim o kadar çok sevdiğim, yıliar yılı ayı- lıp bayıldığım, hayatıma rota çizen, bugün de asla unuta- madığım Zümrüt için eleştir- menler ne demışler! Önce Tuncan Okan'ı oku- yalım: "Zümriit'ün ojuncu kadrosu Türk sinemasının popüler yüdızlannı bir araya toplamış. Çoipan İlhan,zaten fizik yapısı bakımından d<>\- duramadığı Feride rolünü nıübalağalı. suni bir oytınla kamera karşısında temsil edi- yor.. Bürün artistler filmin ruhsuzluğuna ayak uydur- rouşlar." Şımdı de Ali Gevgilili: "Zümriit'ü se>Tederken ko- nuyu unurup. Akad'ın sine- ma anlatımını izlemekten başka yapıiacak şey yok! Lüt- fü Akad, filminde oyuncu yö- netinıi bakımından çok başa- nsızdır. Çoipan İlhan'la Fik- ret Hakan üstlerinde hiç çalı- şümanuş iki oyuncu> u andır- maktadlr." Eleştirmen dostlarım ba- ğışlayacaklar mı bılemıyo- rum ama, zaman onlann yar- gılarını haksız çıkarmamış mıdır?Birdefaben... Zümrüt filmi yazarlığımın başlıca et- kenlen arasında. Haydı ben kötü yazanm, ama 1959'dan 1996'ya nice msan tanıdım Zümrüt'te Çoipan llhan'ın unutamamış... - Eleştınlerden habenm ol- maksızın, altmışh yıllarda, Cağaloğlu'nda Anf Polat Ki- tabevı'nde Zümrüt'ün thsan Koza ımzalı romanını bulun- ca çılgına dönmüştüm. Son- ralan bu kıtabı elden çıkardı- ğım için pişman oldum. Ben sıze ilk cümlesinı alıntılamak isterdim. Bir yıl sonra yani Zümrüt'ten bir yıl sonra, 1960. Bu kez bir Türk filmini 'miüi hisler'e ses yönelttiği ıçın izleme imkânı doğuyor. Ateşten Damla'y ı bizimkiler Ateşten Gomlekle kanştın- yorlar. Gerçı yine Kurtuluş Savaşı öyküsü ama, eser Ha- lideEdib'indeğil. Mükerrem Kâmil Su ımzalı. O zamanlar yönetmen adına dikkat kesil- mek aklımın ucundan geç- mezdi. Yalnızcabaşrollerde- kiler! MemduhÜn'ünyönet- tıği Ateşten Damla'da başrol- leri Muhterem Nur'la Kenan Pars paylaşıyorlar. Savaş, göçler, yaralılar, hastane ko- ğuşu... Ateşten Damla sanınm ıvı bir ızlenim bırakmış olacak kı evde, Türk filmlerine hoş- görü artıyor. O mevsim Yeni Melek sinemasında da yerli fılm hoşgörüsü artıyon Züm- rüt'ten bir sezon sonra Ayşe- cik Şeytan Çekici göstenme ginyor. Bu 'kordela'da -filmlere her nedense dergilerde, gaze- telerde öyle denıyor- asıl adı Zeynep Değirmenciogiu olan Ayjerik başrolde oynamakta- dır. O, zengin aile kızı Belgin Doruk'un çocuğudur, babası ıse taksi şoforü Eşref Kot- çak'tır. Ama anne-baba bir- birlerinden ayn yaşarlar. Ay- şecik bir evden ötekine, yok- sullukla zenginlik arasında sürüklenip durur. Sonunda anne-babasını o birleştirir. Çıkanlacak ders: Zengin- lik her zaman saadet getir- mez. Doğru muydu dcğıl miydi ne önemi var, altmışta on bir yaşındayken kalbim gizli bir sosyalistinki kadar fakirlerden yanaydı. Yetmez mı? Bır de annemle gittığimiz bır Yaz Yağmunı. Bir Yaz Yağmuru Alain Dektn'la Romy Schnekler'ın gözyaş- lanna boğulduğumuz Chris- tine'e tıpatıp benzıyor, ama Lüks sinemasında annemle yine ağlamaktan gen duımu- yoruz. Filmin son karesinde Belgin Doruk'un eldivenle- nyle -uzun, beyaz, şık eldi- venler- Cöksel Arsoy'un de- niz subayı kasketı yan yana duruyor. Evet, biraz şaşınyo- ruz Christine, Bir Yaz Yağ- muru benzerliğine, Türk si- nemasının, Yeşilçam'm me- lodram avcısı olduğunu ya- vaş yavaş öğreneceğiz, uyar- lamalar birbirini kovalaya- cak. (Her zaman merak ettiğim konu, uyarlamaların nasıl gerçekleştırilebıldiğıdir. Si- nemada senaryo yazarlığına sıvanınca, bu sorunla yüz yü- ze geldım. Senaryolanm ara- sında bir iki uyarlama da söz konusu. Bununla bırlikte r.e- yi nasıl uyarladıgımı hâlâçö- zebilmiş değilim. Yok; kare kare tıpatıp, bire bır benzer- başma bir olgudur. Cıhan- gir'in hanımlan şapkalı, vu- aletli Belgin Doruk'u kımbı- lir ne çok konuştular... Ada- pazan 'nda yaşayan akrabala- nmız kızlanna Belgin adını seçiverdiler... (Kendisıne bunları anlattığımda sevgıli Belgin Hanım gülümsemiş ve "Hepsi kkliasız aile filmle- riydL hiçbir sanat iddialan yoktu,"demıştı. Pekı ama sa- nat kımıleyın aıleye hıtap edemez mi?) Siyah-beyaz dönemin unu- tulmaz siyah-beyaz film-si- yasa olayı, hiç kuşkusuz, Me- tin Erksan'ın Yılanlann Öcü eseridir. Sansürserüvenı gün- lerce yer almıştı gazetelerde. Erksan'ın ve Fakir Bay- kurt'un komünıst olup olma- dıklan bizım evde bile tart- şılmıştı. Sonra CemalGürseL, Yılanlann Öcü'nü beğenmiş, biz de komünistlerin çektiği ileri sürülen fılme, namazın- da niyazında rahmetli anne- anneciğımle gitmiştik. Yine Lüks sıneması. Anneannem ağlamıştı. Ben artık filmler- de ağlamamaya çalışıyor- dum. Ağlamıyordum da ne olu- yordu? Sözgelımi Acı Ha- yat'tan yan hasta dönmüştüm eve. Dört başoyuncusu vardı Acı Hayat'ın: Ayhan Işık, Türkan Şoray, Ekrem Bora, NebahatÇehre. Dördü de çok güzel oynuyorlardı. Gelgele- lim en çok Türkan Şoray'a üzülüyorduk. Çocuk yasta o Türkan Şoray belleğimize ça- kılıp kalacaktı. Bir dönemin sonu Pangaltı tnci sinemasında - artık Teşvikiye'ye taşınmış- tık- siyah-beyaz dönemin ıkı Benim için hepsi güzeldi. Neydi beni Türk filmlerine çeken? Derme çatmalığın ardındaki masumiyet, banşıklık, iyilerin zaferi, kötülerin yenilgisi, gözyaşı mı? Evet- evet, bunlar olmalı. lik hiçbir zaman olmadı.) Sezonun çocuk baş oyun- culu ikinci acıklı filmi, ders yan yılı tatili sırasında At- las'ta göstenme giren Kınk Çanaklar. Bastonlu Salıh To- zan'ın elinden tutmuş, denız kıyısmda yürüyen çocuk yıl- dız Rüya Gümüşata. Salih Tozan'ın -adeta Üç Arka- daş'takı şapkası -araya yıllar gırdığınden olacak- hayli es- ki. Kınk Çanaklar'm senar- yo yazarlan arasında kimler yok kı: Halit Refiğ, Lâle Ora- İoglu, Bülent Oran. Konu, Edmond Morris'm Tahta Ça- naklar oyunundan uyarlama. Sözlük şöyle özetliyor: "Bir dedikodu yûzünden doiana- rak neden kıbf anyorlar? Bundan sonra nerkesin vapa- cağmın sonımhıhığu sntuıda- dır" dedi. Kadın oyuncular sık sık görünürler. Artist'in kapak- lan daima yerli oyunculan açıktır. Ses bu konuda cimri davranır, ağırlık yabancı oyunculardadır. Yıldız'a ge- lince, arka kapakta siyah-be- yaz bir fotoğraf yayımlar, ön kapak mutiaka ilüstrasyon- dur, bir yıldızın portresi!.. Halk işi, dar gelirii sinema- nın hüzünlü hileleri vardır. örnekse, Aşkuı Saati Gefin- ce'de Göksel Arsoy'la Çoipan tlhan yurtdışına 'tahsile' gi- derler. Yurtdışı sahnelerinde tstanbul ev içleri gösterilir gösterilmesine, ama bir Paris ya da Roma, New York kart- postalı donuk kare yurtdışı görüntüsüdür. Fakat çok geçmeyecek, Belgin Doruk Küçükhanıme- fendi olacak, Ayhan Işık ve Sadri Alışık'la ünlü dizisine başlayınca, bu küçük hanım- lardan biri de sphiden Avru- pa'ya adım atacaktır: Küçük Hanım Avrupa'da. Film, Av- rupa kıyılannda yol alan tu- ristik gemide geçer, Vene- dik'te gondol sahnesi ihmal edilmez. Küçükhanımefendi başlı yıldızı, Hülya Koçyiğit'le Türkan Şoray'ı, Ediz Hun'lu Genç Kızlar filminde ızleye- cektik, ailecek, bir locadan. Babam bıle Türk filmlerine gıderolmuştu... Hülya Koçyiğit için iyi oyuncu, konservatuvarda okumuşdeniyordu. IzzetGü- nay aslında tiyatro aktörüy- dü. Galiba entelektüellik ara- yışlan için içm de\am eder- di... Ben hiçbir Türk filmini ka- çırmaz olmuştum. Lüks. Tak- sim, Lale, Yenı Atlas, Inci; belli başlı sinemalanmdı. Şan'ı unutmadım. Yaz günle- ri geçmışte kaçırdığım nice filmi görme fırsatlanm do- ğardı. Benim için hepsi gü- zeldi. Neydi beni Türk film- lerine çeken? Derme çatma- lığın ardındaki masumiyet, banşıklık, iyilerin zafen, kö- tülerin yenilgisi, gözyaşı mı? Evet-evet, bunlar olmalı. Oysa bir dönemin sonuna gelinmişti bile. Akad'ın unu- tulmaz Viesikalı Yarim'i sine- mada ağlamama karanmı kaldırmama yol açacak, Tür- kan Şoray'ın kalabalık so- kaklar boyunca yürümesi sahnesinde ikı göz ıkı çeşme ağlayacaktım. Meğerse siyah-beyaz dö- nemin sonuna da ağlıyormu- şum, habenm yokmuş... Eski Türk filmleri, kaç zamandır bir vefa yazısı yazmak isti- yordum sizlere. Çocuklu- ğum, yeniyetmeliğim sizler- de saklı kaldı. Duygulanm sizlerle keskinleştı. Merha- meti sizlerden öğrendim. Borcumu bir yazı ödemez. Şimdi de karşılaşıyorum siz- lerle: Televizyonun iri kutu ekranı beyazperde yerine ge- çer mi?! Ah tekrar sinemalar- da gösterilseniz! Fotoğraflar Kültür Ba- kanlığı 'nın yayımladığı Agah Özgüç'ün 80. Ytlında Türk Sineması kitabından aiınmışttr. ODAK NOKTASI AHMET CEMAL Sanata Toplumbilimsel Bakış SOPIUIU... Dilimizde "Sanatın ve Edebiyatın Tarihi" adlı ese- rinin bir bölümü yayımlanmış olan dünyaca ünlü sa- nat tarihçisi Arnold Hauser, daha sonra kaleme al- dığı "Modern Sanat Gözleminin Yöntemleri" başlık- lı kitabında hem bir bilim olarak sanat tarihinin ola- naklannı ve sınırlannı hem de toplumbilim açısından sanata yaklaşımın yollannı irdeler. Gerek bu kitap ge- rekse onu izleyen "Modern Sanatın ve Edebiyatın Kaynağı"adlıeser, Hauser'in bunlardanyazdığı "Sa- natın Toplumbilimı'" adlı başyapıtının kavramsal-dü- şünsel temellerini oluşturur. Bütün bu eserlerinde, topiumsal düzlemde de ir- delenmeyen bir sanata her türlü yaklaşımın eksik ka- lacağı savını zengin gerekçelerle savunan yazar, "Modern Sanat Gözleminin Yöntemleri"ri\n hemen başında sanat tarihine bakışına temel edindiği ilkeyi şöyle dile getirir: "Tarihte her şey, bireylenn edimle- rinin sonucudur; gelgelelim bireyler de hep zaman ve uzam bakımından beliıienmiş bir konumda yer alırtar, bundan ötürü bireylenn davranışlan gerek eği- lim veyeteneklerinin, gerekse içinde bulunduklan bu konumun bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu nokta, aynı zamanda tarihsel olaylann diyalektik doğasının özüdür..." Sanat eseri, elbet belli bir bireyin, yanı sanatçının elinden çıkma bir edimdir. Sanat eserinin taşıdığı bi- çim de elbet kaynağını doğrudan sanatçıda bulur. Ancak buradaki soru, şudur: Acaba sanat eserine bütünüyle bağımsız bir variık tanıyan ve onu bu ba- ğımsızlığı içerisinde ele alan bir yaklaşım, her bakım- dan yeterli sayılabilir mi? Sanatın ve sanat eserinin değerlendirilmesi bağlamında toplumbilimsel temel- lere inilmesine karşı olanlann savlan doğrultusunda, kendi içerisinde bağımsız bir bütünlak yapısındakı bir sistem olan sanat eserini oluşturan çeşitlı öğeler yal- nızca o eser çerçevesinde, sistemin oluşma ve et- kinlik koşullanna atıf yapılmasına gerek kalmaksızın açıklanabilir mi? Hauser, bu sorularayanıt getirebilmek amacıyla yu- kanda andığım kitabının girişinde önce "sanat ese- ri'nin ne olduğuna değinir: "Sanat eserieri, meydan okumalardır. Bizler onlan açıklamayız, yalnızca on- larla hesaplaşınz. Onlan kendi hedeflerimiz ve çaba- lanmız doğrultusunda yorumlar ve onlara, kaynağı- nı bizim yaşama biçimlerimizde ve düşünme alışkan- lıklanmızda bulan anlamlar veririz; kısaca söylemek gerekirse, gerçekten ilişki kurabildiğimiz her sanatı modern bir sanata dönüştürürüz." Izleyicinin sanatı -tarihin bütün dönemlerinde- ken- di hedefleri ve çabalan doğrultusunda yorumladığt, başka bir deyişle bir sanat eseriyle, ona ancak ken- di yaşamı içerisinde bir yer bulabildiği takdirde ilişki kurduğu gerçeği, kimi çevrelerce hep yadsınagel- miştir. Hauser, bu topiumsal gerçeğin yadsınması konusunda, yine yukanda andığım eserinde, şöyle diyor: "Kimileri, tinsel olgulaha, ya da onlann yeğle- dikleri deyişle, yüksek tinsel değerter ile yaşama sa- vaşı, sınıf kavgası, günlük ekmeği kazanma savaşı, rekabet ve benzeri şeyler arasında ilişki kurulmasın- dan hâJâ belli bir rahatsızlık duyuyoıiar... Burada an- cak şu kadannı belirtelim ki bu kişilerin tinsel alanı maddi olanla her türlü temastan koruma çabalan, çoğunlukla ayncalıklı konumlan savunmaktan baş- ka bir şey değildir." "Sanat, sanat içindir" ükesinin savunuculan, sanat eserinde eser-ötesi gerçekliğe yönelik her türlü atıf- ta bulunmanm estetik yanılsamayı yıkmasından kor- kuyorlardı. Oysa, Hauser'in de belirttiği gibi, böyle bir yanılsamanın yaratılması ne eserin içeriğinin bütünü- dür, ne de sanatsal çabalann tek hedefidir. Çünkü her sanat eseri, az çok dolaylı bir yoldan da biçimlerin dünyasında kalmak, sanat eserini bıçimlerden oluş- ma bir bütün sayıp yalnızca bıçime ilışkin kurallar ve yasalar aracılığıyla değerlendirmeye kalkışmak, her- hangi bir oyunda, kazanma amacını hiç göz önünde bulundunmaksızın, salt oyunun kuralları üzerine odaklanmakla eşanlamlıdır. Özellikle sanatın etkinliği konusu ele alındığında, sanatın dününe ve bugününe ilişkin araştırmalann toplumbilimsel birtemeli çıkış noktası yapması, son derece önemlidir. Örneğin yalnızca çeşitli dönemler- deki eserlen tanıtmakla yetinen bir sanat ve edebi- yat tarihi eğitimi, sonuç olarak yalnızca biçimsel dü- zeyde kalacak, incelenen eserterin neden ve hangi ölçüde etkin oldukları ya da olamadıkları sorularına doyurucu yanıtlar getiremeyecektir. Bu noktada top- lumbilimsel bakış açısının sınırlan temelinde topium- sal koşullann yatmasına karşm, estetik değerin yal- nızca toplumbilimsel çözümlemelerie belirienebilme- si ve açıklanabilmesi söz konusu değildir. Aynı top- iumsal koşullar altında aynı ortamlarda hem şaheser- lerin, hem de hiçbir sanatsal değer taşımayan eser- lerin yaratılabildiği gerçeği göz önünde tutulduğun- da, toplumbilimin buradaki sınıriılığı daha iyi anlaşı- lır. Buna karşılık sanat eserlerinin doğuş ve etkinlik koşullannın yalnızca biçimlere ağırlık tanıyan, toplum- bilimsel temellere dayanmayan bir estetikle açıkla- nabilmesi düşünülemez. Yukanda söylenenler göz önünde tutulduğunda, özellikle son otuz yıldan bu yana Batı'daki sanat araştırmacılannın toplumbilimsel bakış açısına gittik- çe daha çok önem vermeleri, sanat ve estetik alanın- da yüzyılımıza özgü bir gerçekçilik dıye adlan- dınlabilir... BTO'dan fotoğraf ve şiir yarışması • KOİtür Servisi- Eskişehir-Bilecik Tabipler Odası (EBTO), 14 Mart Tıp Bayramı nedeniyle geleneksel hale getirmeyi düşündüğü "'Ulusal Fotoğraf ve Şiir Yanşması" düzenliyor. Bu yıl bırincisi düzenlenecek olan yanşmada fotoğraf dalında konu "çevre ve sağlıİc" olarak belirlenirken, şiirde konu sınırlaması yok. Her iki dalda da para ödülü olmayan yanşmada, fotoğraf dalında 5'er fotoğrafa "Hipokrat Ba^an Ödülü" verilecek ve ba^anlı fotoğraflar bir albümde toplanarak tüm katılımcılara gönderilecek. Şiir dalında ise başanlı bulunan 5 şaire yine "Hipokrat Başan Ödülü" verilecek ve başanlı şairlerin şiirleri kitaplaştınhp. yanşmaya katılanlara ücretsiz verilecek. Aynca katalog ve kitabın ülke genelinde dağıtımı yapıiacak. Fotoğraf Dalı Seçici Kurulu Prof.Dr. Mehmet Erem, Prof.Dr.Levent Kılıç, Sadık Demiröz, Dr.Reyhan Bütün ve Dr.Rıdvan Sağır'dan oluşuyor. Şiir Dalı Seçici Kurulu'nda ise Ali Cengizkan, Şükrü Erbaş, Rahmi Emeç ve Sinan Gürsoy bulunuyor. Yanşmaya son katıhm tarihi, fotoğraf dalında 5 Mart 1996, şiir dalında ise 1 Mart 1996.(0(212)323 14 30) "Asya'dan bısan Manzaraları" • Kültür Servisi- Prof.Dr.Orhan Kural' ın "Gezi. Sanat ve Asya" konulu söyleşisi ve "Asya'dan Insan Manzaralan" başlıklı müziklı dia gösterisı bugün saat 18.30'da Aksanat'ta. (Tel:252 30 00)
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear