14 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 2\ MART1992 CUMARTESİ 14 GÖRÜŞLER KARŞILAŞMALAR ADALET AĞAOĞLU Tesei T oplum bilincinin tipik ûyesi, kazara yere düşse ne yapar? Onun ilk tepkisi çevresine bakmak olmaz nu? Acaba bir gören var mı? Halime gülen var mı? Acaba yanımda-yöremde, ardımda düşen başka biri daha var nu? Kaygılanndan ilk ikisi doğru çıkarsa, çok kötü; üçüncûsü olmuşsa çok iyi: Madem başkası da düşmüştür eh demek önüne bakmayıp salaklık eden, dalgınhğıyla gülünç duru- ma düşen yalmzca kendisi değil! Dizi parçalanan, ayak bile- ği indnen, canı yanan sadece kendisi değil. Başkalannın d a tıpkı kendisi gibi carunın yandığını bil- mek, düşmüş bulunmanın bütün maddi ve manevi kaygüa- nnı, sarsıntılannı -sanki nasıl ortadan kaldınyorsa- kaldın- yor. öyle ya: Elle gelen düğün bayram! Felaket, başkalannın da başına gelince felaket olmaktan çıbyor mu? Yoo... Ama bu, nasıl 'dayanışmaruhu' ise"baş- ka ülkelerde de sel felaketi oluyor, komşulann da evi yandı, çığ fsviçre'de de bir köyü altına aldı, grizu Almanyalarda biîe patladı, ötekilerin de ailesi enkaz altında kaldı"larda örtülü açık bütün acılan hafifletecek bir teselli aranabiliyor. Belki de bu, toplum bilincinin, şimdisi, şu anı gibi kendi ge- Ieceğini de başkalanmn, ötekinin, ola ki 'yukanda biri'nin göbeğine bağlı görmekten doğan bir şey. Aynı kötülük baş- kasına da oluyorsa, aynı felaketle 'ötekiler' de karşılaşıyor- sa demek ortada tek başına işlenmiş bir kusur yok! Böyle bir yıkımı tek başına haketmek, haketmiş bulunmak söz konusu bile değil.! . Demek, deprem yönetmeliğine bakmadan, ûç katlık yere altı kat bina diken sadece ben değilmişım; baksanıza çöken çökene, yıkılan yıkılana, düşen düşene... Kendi kendinden sorumluluk, kendi varlığına sahip ol- ma, bütünüyle kendi dışında bir yerlere devredilince, yüz- lerce insanın ölümü karşısında bile "tek kusurlu olan ben değilim"lerde bir teselli bulunabiüyor demek?.. Mafyacı dayanışma ruhu, 'kaderini' başkalanna terk et- rnişlerin bıraktıklan boş alanda, vicdanlannı kendi dışında birilerine devretmiş olmak değil de nedir? Erzincan depremi, yıllardır tedirginliklerde boğularak, içimiz kanayarâk, öfke duyarak izlediğimiz, sık sık dile geti- rilen kapkaççı uyduruk yapılanma sonucu, bir doğa felake- tinin insanlara verebileceği kaybı, sayıyla oranlanamaya- cak boyutlara katlamıştır. Ama sanki olan biteni Meclisdışı kılmak, aalar, yıJomlar karşısında ayaklanacak yeni isyan damarlannı yatıştırmak ıçin hepsinin önüne şöyle mınltılar konabiliyor: Doğa felaketidir. AJlahın takdiridir. Hem yal- nız bizde değil ki, başka yerlerde de oluyor. Depremden sonra TVde bir belgesel vardı. San Francis- co yakınlanndaki büyük yer sarsıntısı gösterildi "Dünya- daki Önemli Depremler" başlığı altında. Altbaşhk ise şöyle bir şey: "An'ında görüntülenebilmiş ilk deprem..." O gün- den bugüne kaç yıl geçmiş! Ama bakın biz şimdi "ABD'de bile olabilen bu şeyi", Erzincan depremi ardından bir teselli gibi izleyebiliyoruz: Görûyorsunuz işte, günün önemli olay- lanna yan çizmeyen nasıl uyanık bir yayınahk var karşı- mızda! Fakat tam o anda, altına katı birinci katına inmiş yapıla- nn altında yüzlerce insan ölmekte, yıkıntılardan iniltiler, haykınşlar yükselmekte, çoğu da sesini yukan ulaştırama- maktadır. Deprem, sel, çığ gibi felaket belgeselleri, bunlar başımıza geldigi zaman değil, keşke çok öncelerden ve sık sık gösteril- se! Aşın kâr peşindeki ABD'li 'inşaatçı'lann San Frandsco depreminde can kaybını kaçta kaç oranmda yükselttikleri sırayla, sayıyla ortaya konsa,Erzincan 'yapıcılan'na da, Trabzon, Kayseri 'yapıcılan'na da; ülkenin her yanında boy veren şu yeni tip inşaatçılanna, yani hayatlann kendi takdirlerine bırakılmayacağı hatırlatılsaydı. Ama artık, anın- da görüntülenmiş bir deprem belgeseli yayımlayarak "San Francisco'da da olmuştu..." demeye getirmek, herhalde an- cak günümüzün bu en çirkin 'mimarlan'nı teselli edebilir. Deprem belgeseli TV programına önceden işlendiyse bü- yük rastlantı: Ama o haliyle, öyle bir gecede ne uyancıydı ne avutucu. 60-30 YIL ÖNCE CUMHURİYET 1932:YerüIikörler Müskirat İnhisan fabrikalan faaliyetlerine devam etmektedir. Likörfabrikasının mevsim meyvalanndan yapuğı yeni likörleryakında piyasaya çıkanlacaktır. Müdiri umumi Asım Bey,dün bir muharririmize şu beyanatta bulunmuştun - Likörlerimiz hariçte gün * b J J t HP 1T t TVT »* ğ V» I j , J\_ ı JÎ\ kazanmaktadır. Mamulatımız *. için yeni mahreçler tedarikini TÜCCAR TERZt calışıyoruz.BilhassaSuriyeve Mısır'da likör ve rakıianmız çok revaç bulmuştur. O kadar ki buralara ait siparişleri yetiştiımek için çok müşkülât çekiyoruz. Çünkü mevcut stok mallann hepsini gönderirsek dahil için bir şey kalmıyacakür. Fabrikamız durmadan çaiışmaktadır. Şimdıki halde portakal. mandelina, muz işleniyor. Bundan sonra mevsim meyvalan olan çilek, vişne ve sair meyvalardan likör imaline başlıyacağız. TARİHTE BVGÜN UÇAKTA İLK YOLCUf. 19O&DE BUGÜN, FRAN£I2 PtLOT HEMRl FARAtAN, UÇAĞINA g\R YOLCO ALARAK HAVALAUDI. O ZAUA- NA OE6İN rSK 8AŞMA UÇULABtLBN BU İLKEL ARAÇLAKA k-K AUUAN YOLCUYOU. PİLOT HENRl FAAMAAI VE YİHE&& PİLCT OLAN YOLCueu LEON DELA6RAUGE,HAMau6lN ÖUCÜLE&İ ARAStN&A SAYIUYORDU. FA&MAN, 1BO8 'İN OCAK AYN£>A VOtSlN%ARKA UÇA&IYIA TA&İHİ BİR UÇUŞ YAPMlÇ,KAUCrŞTAN SONEA,&İR /dU>~ METJİELİK BİR TURjj TXMAMUyAKAJ< AYNİ Y£BE fA/MtÇ VE ÖDÜL KAZANMlŞTt. UÇAfOAR AKICAK BÖYLE AT/SA MESAFELİ UÇJJfLAR YAPAB/ÛYOe- Da. BU AÇIDAN BAKIUZSA, UAVAbA tCALMAk: BİLE £O/ÇUHK£N,HENBI fABMAN'tN, YANINA BİR DE YOLCU ALMASl ÇOK / Tüpban ve Moda Babında.. CAHİTTANYOL G eçenlerde TBMM Insan Hak- lan Komisyonu, yükseköğ- retim kurumlannda türban yasağının kaldınlması konu- sunda bir karar almış... Bu karara karşı Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Yekta Güngör Özden, bir yıl önce tür- banla ilgili Anayasa Mahkemesi ka- rannın açık secik olduğunu ve Meclis'te alman kararla çeliştiğini ve bunun ya- sama organına gölge düşürdüğünü ileri sürüyor. Yani kanun yapıa TBMM, kanunlan uygulamakla yükümlü olan yargı organlanyla karşı karşıya getirili- yor. Sayın Yekta Güngör özden, "Ana- yasa Mahkemesi'nin kararlannın bağ- layıa olduğunu, bu mahkemenin ver- miş olduğu karara karşı yaptlacak dü- zenlemelerin anayasaya aykınlığını" vurgulayarak "Kimse yetki ve sorumlu- luğunun sınınnı aşamaz, hukuk dışma çıkamaz" diyor. Kuşkusuz Sayın Anayasa Mahkeme- si Başkanı'nın yerden göğe kadar hakkı var. Fakat herhangi bir konuda haklı olmak başka, haklı olmanın gerçeklere uyup uymaması yine başkadır. Bütün hukuk kurallannın biçimsel (formel) olarak tutarlı olması ve birbiriyle çeliş- memesi gerekir. Aksini düşünmek, bizi bir hukuk anarşisine götürür ki Türki- ye'nin dramı budur. Bunun en kötü gö- rünümü de politik otoritenin hukuksal otoriteye baskı yapmasıdır. Türkiye Bü- yük Millet Meclisi, hem hukuksal hem de siyasal otoritenin kaynağıdır. Fakat hiçbir zaman siyasal otorite hukuksal otoriteyi buyrugu altına alamaz. Çok partili parlamenter sistemde en büyük tehlike, siyasal otoritenin hukuksal oto- riteye egemen olmasıdır. Bu durumda Meclis'ten çıkacak kanunlann sağlıldı olması olanak dışıdır. Fakat bütün bu söylediklerimiz hu- kukun kendi iç sorunudur. Cumhuriyet kurulduğu tarihten bu yana anayasa ile diğer kanunlann bir uyum içinde olması gerektiği savunul- muş, buna rağmen bugüne kadar gerek tek parti döneminde ve gerekse çok par- ti döneminde başarı sağlanamamıştır. Fakat biz burada bunun nedenleri üze- rinde duracak değiliz. Sadece kanun- lann tutarlı olmasının, uygulamada ye- terli bir ölçü olacagını söylemek istiyo- ruz. Çünkü dışsal olarak iki kanun tu- tarlı olduğu halde içerik bakımından çe- lişik yorumlara neden olabilir. Şu ko- mik türban olayı buna en güzel örnekür. Gerçekte bu olay sadece hukuksal peri- şanlığımızın değil biümsel kavramlara ve devletin doğal otoritesine sırt c^virişi- mizin de bir göstergesidir. Bu konuda Anayasa Mahkemesi Baş- kanı'nın sözleri haklı. Daha önce yükse- köğretim kurumlannda derslere, la- boratuvarlara türbanla girilmesini ya- saklayan Anayasa Mahkemesi karan var. Bu karan ne Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki bir komisyon ve ne de hü- kümet kesimindeki bir kuruluş bozabi- lir. HukuksaJ olarak bu doğru. Ama ka- nunlann bir de jçeriği ve amacı var. Ge- rek Meclis'teki İnsan Haklan Komisyo- nu ve gerekse insan haklannı savunan bir demek, bu türban yasagını insanın doğal haklanna bir saldın olarak düşü- nüyor. İlk bakışta buna hak vermemek elde değil. Çünkü anayasalann varlık nedeni "insanın doğal haklan"m koru- maktır. Neden her yerde geçerti olan bir kural ûniversitelerde, kız öğrencilerin uymak zorunda olduğu bir kıyafet açısmdan soz konusu olunca kıyametler kopuyor? Kıhk kıyafet, giyim kuşam, doğrudan doğruya kişiyi ilgilendiren ve kişinin en dokunulmaz özgürlüğünü içeren bir alandır. Sanınm gerek Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki "İnsan Haklan Komisyonu" ve gerekse "İnsan Haklan DerneğTnin akhevvelleri, bu gerekçeye dayanarak Anayasa Mahkemesi'nin karanna karşı bir tutum izlemişlerdir. Buna bir de dinci kesimin ileri sürdüğü Kuran ayetlerinin buyruğu eklenince Anayasa Mahkemesi Başkanı, öteki dünyada kurulacak olan "Mahkeme-i Kübra"yı da karşısına almış oluyor. Nitekim soyadı gereği mezarlıkta do- laşması gerekirken ne hikmetse Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne seçilen bir zat, Anayasa Mahkemesi Başkanı hakkında türban yasağı nedeniyle yapmış olduğu beyanattan dolayı suç duyurusunda bu- lunuyor. Bu sayın suç duyurucusunu bir yana atacak olursak yukanda ileri sürü- len düşüncelerin hepsinin de kendilerine özgü bir mantık dayanağı var. Fakat so- runa bir de toplumsal açıdan bakaçak olursak karşımıza apayıa bir görünüm çıkar. Insan haklanna düzen veren birtakım denetim güçleri vardır. Bu dindir, bu ah- laktır, bu hukuktur, bu töre ve adetler- dir ve nihayet bu "moda"dır. Bunlar ey- lemlerimize yön veren bir tür sosyal frenlerdir. Her sosyal frenin gerisinde "yap-yapma" diyen bir otorite vardır. İnsanın eylemleri, bu otoritelerin buyru- ğuna bağhdır. Her otorite kendi sınırlan içinde birtakım emir ve yasaklar koyar. Kanunlann arkasında kanun koyucu ve yargıç; dinsel otoritenin arkasında Al- lah; ahlakın arkasında toplumsal baskı; modanın arkasında da toplumun beğe- nisi bulunur. Kanunlar için suç ve ceza, din için günah-sevap, ahlak için iyi-kötü yargılan hareketlerimize ölçü olur. Giyim kuşam bir taraftan bireysel ter- cihlere bağlıdır ki bunu "moda" düzen- ler. Fakat kişi eğer belli bir toplumsal iş- levin üyesi ise o işlevin gerektirdiği kılık kıyafeti giymek zorundadır. (Jrneğin din adamlannın gerek İslamlıkta ve ge- rekse Hıristiyanhkta özel giysileri vardır. Elbette herkes görevleri dışında istediği kıyafetle gezer, bu kimseyi ilgi- lendiraıez. Bu kılık kıyafet kurallanna uyup uymama ne anayasayı ne Büyük Millet Meclisi'ni ne hükümeti ve ne de mahkemeyi ilgilendirir. Bunlan bir- takım yönetmelikler belirler. Okullarda da bu böyledir. Ûniversitelerde de. Ne- den her yerde gecerli olan bir kural ûni- versitelerde, kız öğrencilerin uymak zo- runda olduğu bir kıyafet açısından söz konusu olunca kıyametler kopuyor? Ve gerekçe olarak da Kuran'ın bu konuda- ki emirleri ileri sürülüyor. Bir okul yö- netmeliğinin yetki sınırlan içinde ve sa- dece okulda geçerli olan bir konu, sanki bir devlet sorunuymuş gjbi ikide bir gündeme gelirse ve bu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bir türban savaşına neden olursa yönetmeliğe karşı, kanuna karşı Anayasa Mahkemesi seferber edi- lirse ve hele bunun arkasında gerici bir eylemin ayak izleri varsa bize "Sırat Köprüsü"nde kuyruk olmuş ölülerle ce- naze namazına durmuş Bekri Mustafa'- nın kulağına eğilip "Türkiye'de türban kavgası var" demek düşer. FERRUH DOĞAN >SİNEMA CJC L BÜYÜKLER GİR.EMEZ Imar Yasası'mn Değiştipilme Zorunluluğu Doç. Dr. ÇETİN GÖKSU ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü B ugün Türkiye'de uygulanan planlama pratiğinin, köklü bir değişime ihtiyacı var. Ülkemiz- de insan haklanndan hukuk sistemine ve ekonomik sisteme kadar birçok alanda düzenleme gereksinmesi duyulmakta, bu konularda yeni geliş- meler beklenmektedir. Ancak bu re- formlann anlamlı ve pratik sonuçlan elde edebilmesi için insanı ön plana alan ve onlann en temel gereksinmeleri olan "Insanca Yaşama ortamına" kavuştu- rulmalan gerekir. Ne kadar sosyal ve ekonomik reform yapılırsa yapılsm, bu reformlar "mekâna" yani insanlann gerçekten yaşadığı "cevreye" aktanla- mıyorsa pradk açıdan başanlı olmuş sayılmaz. Bugün yasal çerçevede, Imar Yasası ve buna bağlı öngörülen imar planı ku- rallan, istenilen ve özlenen kent yapısını ortaya çıkartmaktan uzaktır. 21. yüzyı- la girerken ortaya çıkan yapı, değil gele- cek nesillerin, bugünün insanına cevap verememektedir. ınsanlann, olağanüs- tü çabalarla ve özverilerle elde ettikleri kentsel çevreler, insanca yaşanabilir çevreler olmaktan çok uzakür. Imar Yasası'na bağlı olarak uygula- nan imar planının çok temel yanlışhklar içerdiğinin farkındayız. Ama bunu nasıl ve ne yönde geliştirebileceğimiz konu- sunda da acıklık getirmeliyiz. İmar uygulamasının doğurduğu olumsuz sonuçlar spekülasyon, pahalı kentleşme, kent çevresindeki arsalann yağmalanması, gecekondulaşma, eko- lojik değerlenn gözardı edılmesi, eski kent parçalannın, plancılar ve sahipleri tarafından sistemli bicimde yok edılme- si, kıyılann betonlaşması, bütün doğal değerlerin tamamen yok edilme aşama- sma gelmesi, ibret verici yanlışlıklan ve olumsuzluklan göz önüne sennektedir. Sadece spekülasyon ve gecekondulaş- ma olayı bile, imar planlanndaki anlayı- şın ne kadar yanlış sonuçlar doğurduğu- nu ispatlamaktadır. Kent çevrelerindeki geniş topraklan kapatarak olağanüstü kazançlar elde eden spekülatörler ile dü- şük gelirli insanlann, kentlerin çevresin- deki kamu arazilerini yağmalayarak yaptıklan yasa dışı yapılaşma, imar pla- nı kavramının planh bir kentleşmeyi kontrol edemediğinin çok çarpıa delil- leridir. Artık çağdaş anlamda, kentlilerin mutluluğunu ve ihtiyaçlannı ön plana alan, onlara insanca yaşanabilir çevreler yaratmaya yönelik yeni bir "kent planlaması"nın yasal çerçevesüıe ihtiyacımız vardır. Toprak mülkiyetini ön plana çıkaran ve bu nedenle de bugün yaşadığımız olumsuzluklann kökenlerini yaratan imar planı uygulamalanndan vazgeç- mek artık bir zorunluluk haline gelmiş- tir. Binlerce ve milyonlarca insanın gele- ceğini, "imar planı" adı altında haritalar üzerine bir çırpıda çizerek ve boyayarak duvara asmakla halledebileceğimizi zannetmek, bilgjsizlik değilse nedir? Kırsal alandan göç eden milyonlara her sene belli sayıda konut yaparak çözüm- ler arayamayız. Düşük gelirli insanlann, kentlerde nerede^ nasıl bannacaklannı sosyal tesislerden nasıl yararlanacakla- nnı bütün bu imkânlan ne zaman ve nasıl elde edebileceklerini hesaplama- yan, bunlar için gerekli düzenlemeleri öngörmeyen bir yaklaşımın esasen ba- şanb olması mümkün değildir. Denilebilir ki "imar planı" kavramı, kentlilerin sorunlannı çözmekten daha çok onlan, yasal düzenlemelerle yarattı- ğımız olumsuzluklann ve imkânsızlıkla- nn içinde kaderlerine terk etmek anla- mma gelmektedir. Bu insanlar aç spekü- latörlerin aşın pahalı "yapsatçf'lann ve gecekondu ağalannın elınde oyuncak olmak durumundadır ve imar planı uy- gulamalan sürdükçe de sömürü düzeni devam edecektir. Şunu açıklıkla söylemek gerekir ki, Türk plancılan ve mimarlan. kentlerin bu olumsuz gelişmeleri içinde gerçek an- lamda mesleki bilgilerini kullanama- makta, spekülatif ve vurguncu zihniye- tin kısıtlamalan içinde çalışabilmekte- dir. Artık çağdaş anlamda, kentlilerin mutluluğunu ve ihtiyaçlannı ön plana alan, onlara iı\sanca yaşanabilir çevreler yaratmaya yönelik yeni bir "kent plan- laması"nın yasal çerçevesine ihtiyacı- mız vardır. Önerimiz, siyasal karar or- ganlannın, Türk toplumunun bu ihti- yacına yönelik çahşmalan bir an önce başlatmalandır. glÇEVREMİZ OKTAYEKİNCİ Erzincan'daki Dûzeyimiz... G eri kalmışlığımızın en son ve en dramatik göster- gesi sadece Erzincan'daki yıkılan kamu binalan de- 8"- Bu binalann yıkılma nedenleri üzerindekitartış- ma dûzeyimiz de ne yazık ki, bir başka geri kalmışlık gös- tergemiz. Yaralar en hızlı nasıl sanlacak? Erzincanlılann sosyal ya- şama yeniden kazanılmalan için neler yapüacak? Böylesi fe- laketlere karşı ciddi ve kahcı önlemler naal alınacak? Bun- lardan pek söz açan yok. Söz açan olsa bile, âdeta bir "şok" havası içinde eski ihale dosyalanndan "suçlu arayan" yetkililerin kopardıklan gü- rültü arasında seslerini duyuramıyorlar. Basınımız da -her nedense- bu kuru gürültüye özel bir önem veriyor. Bilim adamlannın ve meslek odalannın imar ve inşaat kurallanna yönelik kaygılan, "Bu binalan yapan- lar kim" gibi daha çekıci sorular arasında kaybolup gidıyor. Hele "sanıklar" arasında Demirel gibi bir "baba isim" de ortaya atıldıktan sonra, kim dinler bilimin ve uzmanlığm o uygar seslenişini; kim düşünür imar düzenindeki yaptsal boşluklan... ••• Zaten oldum olası hep böyle davranmıyor muyuz? Bir toplumsal sorun tartışılırken onu yaratan koşullan düzeltmek yerine, aynı koşuüann ürettiği insanlan yargıla- makla yetinmiyor muyuz? Ömeğın, artık kronik felaket düzeyine ulaşan trafik kaza- lannda "suçlu" kim? Tüm ülkenin taşımaalıgını yüz binler- ce kamyonun sırtına yükleyen; buna karşın uygar dünyanın güvenilir seçeneği demiryollannı ısrarla paslandıran politi- kalar aklanarak, sadece "hatalı sollama şampiyonu" sürü- cülerimizi suçlamakla bu ulusal dertten kurtulabilmek olasj mıdır? Ya da başka bir örnek çarpık mimari. Binalann yüzde 80'- inin mimarlık eğitimi hiç almamış kişilerce tasarlanıp, üste- lik kacak yapılmalannı affeden bir imar anlayışı hoşgörüle- rek bu çağdışı kent görüntülerinden kurtulmak için ifide bir mimarlanmızı suçlamak, sorunu çözmeye yarayabiür mi? İşte aynı geri kalmış İhale Kanunu'nda 1950'lerden bu yana izlenen yol, tam bir karamizah örneğidir. Devletönce kendi saptadığı resmi fi- yatlarla bir maliyet hesaplar. Sonra da bundan daha ucuza yapacak birilerini arar. aynı gen tartışma düzeyimizi, şimdi de Erzincan'da ser- giliyoruz. Onca binanın çürük yapılmasına olanak sağ- layan ihale ve imar düze- ninin gerekçelerini yarş- lamak yerine ve bu dü- zenin "soyguna davetiye çıkartan" kurallannı açı- ğa çıkartmak yerine, böylesi kurallann ya- rattığı insan tiplerinin yakalanna yapışıyoruz. Ne kadar çok ahlak ve vicdan yoksunu müteahhit bulabilirsek, o kadar "halkçı" bir kamu görevini de yerine getireceğimizi sanıyoruz... Oysa insanlarda ahlak ve vicdan bırakmayan iş alma ve iş bitirme koşullan yasalarda bile "meşrulaşmışken", depreme dayanaklı bina aramak. "Japonya hayalleri" ile avunmak bifaz garip olmuyor mu? Asıl suçlular, bu imar ve ihale siste- mini ülkeye yerleştirenler değil mi? ••• Uygar ülkeler, yapılann teknığine uygun ve malzemeden çalınmadan inşa edilmelerini nasıl sağlıyor? Tek güvenceleri, müteahhitlerinin namuslu adamlar olması mıdır? Elbette hayır. Eğer öyle olsaydı, ömeğin Avrupa Konseyi, "Kentsel ge- lişmede özel sektörün artan rolü, demokraük denetimi ge- rekli kılar" gibi bir karar almazdı; "bırakmız yapsınlar, de- netlemek solculuktur" derdi. (Strasbourg-3 Kasım 1988) Uygar ülkeler başlrca üç çağdaş kuraldan ödün vermeye- rek yapılannı sağlama alıyor, toplumu koruyor. Birincisi, bilime saygıdır. Yani bilimin öngördüğü kural- lan eksiksiz uygulamanın topluma karşı bir insanhk görevi olduğunu kabul eden bir uygarlık düzeyi gerekiyor. Ikincisi, uzmanlığa saygıdır. Yani her işi uzmanına yap- tırmanın, aynı anda bir kamu sorumluluğu olduğunu kabul eden bir kültür düzeyi gerekiyor. Üçüncûsü ise toplumsal denetimdir. Yani toplumun esen- liğini ilgilendiren her türlü özel girişimin, toplumsal çıkarlan koruyan ve bu işlevleri güvencealüna alınan uzman kurum- lar tarafından denetlenmesini solculuk saymayan bir politik düzey gerekiyor. Bizdeki düzey ise acaba ne durumdadır? Hele ki şu kırk yıldır yürürlükte olan ihale sistemimizde, hangi bilimsellik, hangi uzmanlık, hangi teknik denetim ku- ralı var ki bu sisteme göre yaptınlan inşaatlarda da projesine ve şartnamelere uygunluk sağlanabilsin? Erzincan'da "kâğıttan kaplana" dönen o gösterişli kamu binalannda inşaatlan kimin yaptığı elbette önemli, ama iha- lelerin nasıl yapıldığı daha önemlidir. İhale Kanunu'nda 1950'lerden bu yana izlenen yol, tam bir karamizah örneğidir. Devlet, önce kendi saptadığı resmi fiyatlarla bir maliyet hesaplar. Sonra da bundan daha ucuza yapacak birilerini arar. Ve bulur da. Bulamazsa, bunca inşa- at nasıl yapılır? Açıkça müteahhitlere "Siz bu işin nasıl ucuza çıkacağmı bilirsiniz" mesajı veren böyle bir yasal sistem yürürlûktey- ken, üstelik hemen her yıl ilan edilen resmi fıyatlann piyasa fiyatlanndan çok aşağıda olduğu da açık bir gerçekken Er- zincan'da ayakta kalan tüm resmi binalann müteahhitlerine, "kahramanlık madalyası" takmak gerekir. Elbette, o işlerinde iflas edip ortadan kaybolmamışlarsa... ••• Daha büyük felaketler "geliyorum" diyor. Bu ses, bilimi ve toplumsal yaran dışlayan imar düzeni ve yolsuzluklan meşrulaştıran ihale sistemiyle yıllardır haykı- yor. Ama hâlâ duyulamiyor. Erzincan'daki düzey böylesine büyük bir felaketin bile sağırbğı gidermeye yetmediğini gösteriyor. Yoksa kulaklanmızda "serbest yağma ekonomisinin" dağıttığı tıkaçlar nu var dersiniz!.. OKURLARDAN Ya^ılık Gençlik ve sorunlan yine gündemde. UNESCO'nun bir zamanlar haarladığı gençlik programlannda, 12-25 yaşgrubunagirçnler f:nç olarak tanımlanıyordu. irleşmiş Milletler'in aynı konudaki incelemelerindede a>Tiı grup alınmış ve bu dönem, çocukluğun ilk yıllanndan delikanlılıktan geçilerek olgun çağın ilk yıllannı kapsar denılmişür. Yaşgrubunu 12-25 olarak sınırlandırmak çekince doğurabilirse de zorluk yaşlılar bakımından da geçerlidır. CahitSıtkı ile 1940 başiannda tanışıpdostluk kurduğumda "35 Yıl" şıirinı daha yazmamışü. 1945'te ödüllenen bu şurinde," Yaş otuzbeş yolun yansı eder" dediğinde "yaş yetmiş iş bitmiş" sözünü anımsatıyordu herhalde. Yaşlılann kbltukta oturup iç geçirmekten başka zevkkri devardır. Yaşlılar, hayatta kalabilmck için akıllannı kullanma ve kendılerinin saptayacağı kurallara uyma zorundalar. Bunun ödülü. kuşku duymadan uyanmak, günün getireceğine hazır olmak ve başkalannın kurallanna bağlanmaksızın bu güzel dünyada yaşamı sürdürebilmekür. İLHAN LLTEM İstanbul
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear