25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
23 ŞUBAT1990+*** HABERLERİN DEVAMI CUMHURİYET/17 OLAYLARIN Iran'da siyah örtülü yaşam (Baştamfı 1. Sayfada) ra nedır? Yüzâe 80 'i aşkın bir halk mu- halefet: solda ve sağda bölünür- ken paniler yüzde 3-5'ten yüz- de 20-15'e kadar oy oranlarını temsil efmekle mi yetinecekler- dir? Eğer muhalefet kesiminde bir parti guçlü bir rüzgâr estirerek öne çıksmazsa muhalefet boşlu- ğundar. elbette söz açılabilecek- tir. Oyse Türkiye'nin yalmz iç de- ğil dış sorunlarındaki ağırlığı duymamak ve görmemek olana- ğı yoktur. Meclis'teki son genel görüsmeyi izleyen herkesin bu yolda hemfikir olduğunu söyle- yebiliriz. Işte böyle bir ortamda Türki- ye'nin gözleri Vaşington'a çevril- miştir. ABD Senatosu'nda Türkleri suçlu sandalyesine oturtmsk için harcanan çabalar ne sonaç verecektir? Bu setırlar yazıldığı sırada so- nuç beüi değildi; ancak, "24 ni- san tatansı" ABD Senatosu- ndan çiksa da çıkmasa da anlık belirlen&t bir gerçek var: Atlan- tik ötesinden Türkiye'ye yönelik düşmanca yaklaşım gün geçtik- çe güç kazanmaktadır. Dünya dengekrinin hızlı değişiminde bu düşmanlığın eylemli bir po- litikayc dönüşmesi beklenebilir. Ülkemizdeki darmadağımk görünrJ. dısandan içeriye yöne- lik her çeşit olumsuzluğa açık bir alan yaratmıştır; yalmz At- lantik aıesinde değil, Batı Avru- pa'da v€ sınır komşularımızda birbihne benzer eğilimlerin bir- denbirt ortaya çıkması bir rast- lantı değildir. "Yeni bir dünya kurulurken" biz iç polıtıkada nelerle uğraşı- yoruz? Kişiler, hizipler, küçük hırslar, kısır didişmelerden olu- şan bi r ortam bizim daracık dünyamızm enlem ve boylamla- rını oluşturuyor. "Bofkık" yalmz iktidarda de- ğil, muhalefet i de sarıyor ki, bir ülke için en tehlikeü gelişme budur. * * * Yılmaz çıkış (Baftarmfi 1. Sayfada) cıhğYna atama yapılacağıru bildir- di, ancak zamanı konusunda bil- gi ventsdi. Akbulut, gazetecilerin "tstifa ettiginiz soyleniyor. Dognı mu?" sorusuna "Hayır. sizden duyuyanım" dedi. Kabinede re- vizyont "düşünmedigini" kayde- den Aktulul, "Mesul Bey benim rakibim degil ki, biz uyumlu ça- lışan ila arkadaşız. Hiçbir arka- daşımnı da rakip diye gönnüyoruz" dedi. Mecliste Kıb- ns konıısunda vakit darlığmdan fırsat trulup konuşamadı|ını ek- ledi. Akbulut, Yılmaz'ın istifası- ru bir gtn önceden açıklamadığı- nı belirterek "20 tarihli dilekçe var, bcn de 20'sinde açıkladım" diye konuştu. Ali Bozer'in Dışişleri Bakanlı- ğı görrvine gelmesiyle boşalan Başbakan Yardımcılığı'na dün atama şapılmaması, bu makamın kabineîeki olası revizyonla birlik- te doldurulacağı söylentilerine yol açtı. Kaya Erdem'in 1989 başında görevinden aynlmasmdan sonra Başbakan Yardımcılığı makamı- nın bos bırakıldığı, atamanın 26 mart ytrel seçimlerinin hemen ar- dından .gerçekleştirilen kabine re- vizyonu sırasında yapıldığı anım- satılıycr. Bu arada Akbulut'un 27 şubat- ta Iran'a gidecek olması, Başba- kan'a vçkâlet konusunu gündeme getirecek. O tarihe kadar herhan- gi bir uama yapılmaması duru- munda daha önce Ali Bozer'e ve- kâlet eien ve "Başbakan Vardıra- cısı Vekili" unvamnı da kullanan Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler- in Aktulut'a vekâlet etraesi bek- leniyor. Hükumette revizyona gidilme- si olasüğının, parti içi dengeler- de birkaç gün içinde ortaya çıka- cak geiişmelere bağlı kabul edili- yor. Mühafazakâr eğiliradeki ba- zı bakacılar ve ANAP milletvekil- leri hükümette değişikliğin siyasi zamaniama olarak uygun olmaya- cağı, aicak köklü bir değişikliğin Akbulnt'un parti içindeki gücünü ve etkinliğini arturabileceğini ifa- de ediyorlar. Yılraaz'ın istifasından sonra kendıstıe yakın milletvekilleri za- IŞIL ÖZGENTÜRK Çok değil, bundan altı ay önce Amerikalı profesör bir kadın ba- na, "kocamın kaçıncı karısı olduğurnu" sormuştu. Gene dört yıl önce Ispanya'da genç bir gaze- teciye, savunduğum fikirlere rağ- rnen askeri darbe yapılan bir ül- kede nasıl olup da sağ kaldığımı bir türlü anlatamamıştım. Iki, üç ay önce de Almanlann çoğunluk- ta olduğu bir uluslararası toplan- tıda, Kafka'run Milena'ya olan tutkusunu nasıl kavramaya çalışı- yorsak, bir Türk insarumn da sev- diğini öldürmeye varan tutkusunu kavramaya çalışmamız gerektiği- ni savunduğumda, Milena'ya Mektuplar'ı okumuş bir Türk ka- dını olarak oradakileri pek şaşırt- mıştım. Bu hiç kuşkusuz sadece benim değil, müzisyen, sinemacı, yazar, bilim adamı, ressam olarak yurtdışına gidip gelen pek çok ki- şinin karşılaştığı bir gerçek. Zengin, kurumlan yerleşmiş, iki kere ikinin asla beş olamayacağı Batı için, bizim gibi demokrasisi her on yüda bir kesintiye uğrayan, hem tslam hem laik, düşünce su- çu yoktur diye bağınlırken ileri- cilerin birer ikişer mapuslara tıkıl- dığı hem Rilke'nin hem Yunus Emre'nin ezbere okunduğu, bir yanda çokeşliliğin savunulduğu, öte yanda namus cinayetlerinin iş- lendiği ülkeler, kavranması zor bir Kafka dünyası gibidir. Biz de bu dünyanın çocuklarıyız. Bu dünya- yı kavramak zor ve yorucu bir ça- ba gerektirir. Batı'nın büyük ço- ğunluğu da bu çabayı göstermek konusunda oldukça tembeldir. Resim yapsak da yazı yazsak da Batı bizi ıstediği gibi görilr. Faz- lasıyla önyargılı. Kitle iletişim araçlarında eörev alanların da bu önyargıdan sıyrılmış olduğu pek söylenemez. Bilinen bu gerçekleri lran'dan ülkeme dönerken bir kez daha dii- şündüm ve ansızın kendimin de îran'a gitmeden önce ne denli ca- hil (gerçi cahilliğım pek sona er- miş sayılmaz, şehit analanyla ko- nuşmadım, yoksul evlerin kapıla- rını çalmadım, zindanlara gitme- dim) ve önyargılı olduğumu anla- dım. Bildiğim Hafız ve Furuğ'un arıyor manlama konusundaki eleştirile- rini sürdürürlerken, Hasan Celal Güzel ile birlikte hareket eden mil- letvekilleri, "Gelişmeleri şiradilik gözleme" tercihlerini sürdürüyor- lar. Yılmaz'sız, Akbulut kabinesi- nin tartışma konularından biri dışta kaldığı için daha rahat çalı- şabileceği de ifade ediliyor. Bu yo- ruma göre Akbulut, "Salı günü- ne göre daba gnçlii" bir konum- da bulunuyor. Mesut Yılmaz, önceki gece evin- de kendisine yakın ANAP millet- vekilleri ile yaptığı toplantıda, kendisini istifa noktasına getiren gelişmeler ile ANAP Genel Baş- kanlığı için düşündüğü çalışma modelini anlattı. Yılmaz, bir süre dinleneceğini ve daha sonra "ANAP'ın birlik ve bütünlüğünc zarar vermeyecek biçimde parti teşkilatları ile ilişki kurmaya çalışacagını" bildirdi. Yılmaz'ın ANAP olağan kongresinin erke- ne alınması yolundaki önerilere de sıcak bakmadığı "Eger kongre er- kene alınırsa, kongrenin hemen ardından genel seçimi erkene al- mak gerekir. Böyle bir karan grn- bumuzdan çıkarmanuz miimkün değil. O nedenle kongrenin erke- ne alınması için çakşmak bizi parti içinde yıpratır" dediği öğrenildi. Yılmaz, bir süre dinleneceğini de ifade ederek bundan sonra ANAP içine yönelik stratejisini şu şekilde ortaya koydu: "— Öncelikk ANAP programı yeniden gözden geçirilmelidir. ANAP'ın kunıluşundan bu yana programda aksay^n birçok yön ol- dugu görülmüştür. ANAP'ın teş- kilatlannın >-apısı ile oy aldığı ke- sim arasında paralellik kuracak bir program oluşturnlmalıdır. — Ne pahasına olursa olsun, ANAP'ın birlik ve bütiinlüğü ko- nınmalıdır. ANAP'ın bıiyıimesi ve eski giicüne kavuşmaa için par- ti yöneticileriyle bakanlan yıpra- tacak eleştirilerden kaçınılmalı; yapıcı, ağırbaşlı, yol gösterici bir çalışma programı düzenlen- raelidir. — Parti teşkilatlan ile daha ya- kın üişkiler içine girilmelidir. Kongreler. parti içindeki eğilimle- rin güç göslerisi yaptığı platforrn- lara dönüştürülmemeli, düzenle- şiirleri, çocukluk günlerimin Di- ba saçı, görkemli saraylar, 1979 yı- lında televizyonda heyecanla sey- rettigim hiç durmadan yürüyen ve "Azadi" diye bağıran kitleler ve sonra Ayetullah Humeyni, İşlam devrimi, 1987 yılında Moskova Dördüncü Kadın Kongresi'nde gözyaşları içinde tanıkhkiarını dinlediğim Iranlı gencecik kızlar, büyük bir karanlık ve tabii dün- yayı yerinden oynatan Saiman Rüşdü olayı. Bir ydaann öldürülmesi için fet- va verilen bir ülkeye gideceğimi, yazar, ressam, sinema yönetmen- Ieriyle konuşacağımı söylediğim- de bir ressam dostum, "Orada re- sim yapılıyor mn? Yapılabiliyor mn?" diye sordu. Doğrusu o gün bu sorunun yanıtı benim için de bulanıktı. Ben de sadece hat ve minyatür olduğunu düşünüyor- dum, Pers Imparatorluğu'nun bü- yük resminden geriye ne kalmış- tı? Şimdi bu sorunun yanıtını ve- rebiliyorum, evet tran'da resim y^- pılıyor, evet tran'da tiyatro, sine- ma, müzik yapılıyor. Evet, Iran- da fabrikalarda, mimarlık büro- lannda, yayınevlerinde, bankalar- da, televizyonda, parlamentoda kadınlar var. tran'da hayat sürü- yor. tran da tıpkı Türkiye gibi bü- yük bir imparatorluğun tüm kül- türel mirasını içinde banndınyor. tran'da da Sufi felsefesine gönül verenler, "Gelecekte insanlar bi- zim acılanmızı çekmeyecekler" sörünü hiç durmadan yineleyen Çehov kahramanları, kadın soru- nunu, demokrasi sorununu tartı- şan genç erkekler ve kadınlar var. Brecht'in, Gorki'nin, Beckett'in, Lorca'mn, Ionesco'nun, Gide'in, Cocteau'un, Nâzım Hikmet'in ve W. Shakespeare'in tüm oyunlan oyn^nıyor. Sinemalarda Şarlo, Tarkovski, Kurosava... Kitapçılar- da, sokak sergüerinde tarudık pek çok yazar ve bizde aydırüarı nere- deyse iki kampa ayıran Milan Kundera'nın ünlü "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği." SahaHar- da da Saiman Rüşdü'nün üç kez basılan "Geceyansı ÇocukJarTnı bulabilirsiniz. lran'da hemen hissedilen bura- necek bölge toplantılan ile teşkl- latlar ile ilişkiler saglamlaştınl- mahdır. — Bir muhalefet partisi gibi davranan Hasan Celal Güzel gru- bu ile ilişkiye geçilmesi yanlış olur. Bu, parti içindeki liberal kesimin tepkilerini çeker ve ANAP'a ka- muoyunda puan kaybettirir. — 1.5 yıl içinde yapılması ge- reken ANAP olağan kongresinin erkene alınması için çalışmak >an- hş olur. Kongrenin genel seçimden hemen önce yapılmasında yarar vardır. Kongrenin erkene alınma- sı kaçınılmaz olarak erken seçira eetirir." Yılmaz'ın toplantıda, bazı ANAP'lılann "Çdap gnıpta konu- şun, istifa gerekçelerinizi anlatın'" biçimindeki istekleri üzerine de "Hayır, gnıpta konuşmama gerek yok. Parti içinde yeni tartışmala- ra yol açabilecek davranışlardan kaçınmalıyız. Zaten bana, kişili- ğime yönelik büyük suçlamalar gelmediği sürece cevap vermeyi ve parti içinde yeni bir tarnşmaya yol açacak davranışlara ginneyi uygun bulmuyorum" dediği öğrenildi. Yılmaz'ın bu sohbet toplantısın- da yaptığı konuşma, ANAP gru- bu içinde "Mesut Yılmaz hemen genel başkan adayı olarak ortaya çıkmayı hatah buluyor. Bir süre daha geri planda durmayı tercih ediyor" biçiminde yorumlandı. Görevi devretti Mesut Yılmaz, dün görevi Dışiş- leri Bakanı Ali Bozer'e devretti. Törende konuşan Bozer, "Sayın Yılmaz'ı Dışişleri Bakanlığı'ndan kaybediyoruz, ama onun variığı. bizim için önem taşıyor" dedi. Bozer, bir soru üzerine de "Sa- yın Cumhurbaskanımız da Cum- hurbaşkanı olması sebebiyle dış politikayla Ugilenir. Bunu bir mü- dahale şeklinde miitalaa etmek isabetli degildir" dedi. Yılmaz da Bozer'in bu kritik dönemde ba- kanlık görevini üstlenmesinin Türkiye için bir şans olduğunu be- lirtti. Yılmaz, genel başkanlığa aday olacağı yolundaki haberler üzerine "Haberin doğnılugunu tartışmıyonım, ama ben konuş- madım. Doğnı olabilir, kısmen doğnı olabilir. Ben kimseye bir açıklama yapmadım." sının bir Doğu ülkesi olduğu. Tah- ran'da hemen her yerde hiç dur- madan yağan karla birlikte sürüp giden bir şiir var. Tokalaşmadığı- nız, (çünkü tslanı yasalarına gö- re yasak), ama saatlerce oturup her konuda konuştuğunuz gence- cik erkekler sözü hemen şiire ge- tiriyorlar ve hiç çekinmeden ağlı- yorlar. Bütün bu şiirin muhatabı tranlı kadınlar, siyah başörtüsü- nün daha da belirgin kıldığı göz- leriyle insana ait her duyguyu yan- sıtıyorlar. Aşk, nefret, sevecenlik, hırs, kaygı, ezilmişlik, yaşam se- vinci... Her şey bir giz perdesinin ardın- da. Her türlü duygunun ve dü- şüncenin sembolik bir biçimde ifade edümesi âdeta bir yaşam tar- zı olmuş. Her şey dolaylı. Şimdi bunları yazarken benim de aklı- ma, tanıdığım için mutluluk duy- duğum tranlı bir dostun hiç dur- madan yinelediği nakarat gehyor: "La Commedia e flniU" Kornedi bitti. Giz ve iç dünyanın sürekli ço- ğaltılması duygulann en uçta ya- şanmasına, aşkın olağanüstü önemsenmesine neden olmuş. tran'da pek çok kişiden şu sözleri duymak mümkün: "tnsanlann gerçekten özgür olabilmeleri için mutlaka bir aşk deneyiminden geçmeleri gerekir." Aynı kişiler az sonra da eşcinsellerin hemen öl- dürülmesi gerektiğini şiddetle sa- vunacaklar size. Dedim ya, bazı ülkeleri ve insanlannı kavramak zor, Iran da bunlardan biri. Şim- di usulca sokağa çıkıyorum. Tahran'da sokaklar kalabalık. Iran, tslam Devrimi'nin on birin- ci yıldönümünü bütün bir hafta boyunca kutluyor (1-11 şubat). Her yerde bayraklar, Ayetullah Humeyni'nin dev fotoğrafları, re- simleri, gösterişli panolar, ışıklar, kitap sergileri, önünde kuyrukla- rın uzayıp gittiği sinemalar, tele- vizyonda sürekli tekrarlanan bel- gesel filmler, marşlar, her dükkân- da devrimin şerefine size ikram edilen şeker, bende nostaljik duy- gular uyandıran Sam Amca'nın sivri tırnaklı, kan emici posterle- ri, altmış sekizli yıllarda üniversite kSntinlerinde, yürüyüşlerinde ne çok vardı. tran, devrimin on birin- ci yıldönümünü kutluyor ve kar hiç durmadı. Humeyni'nin mezannda 9 şubat günü, Hz. Ali'nin do- ğum günü. Hz. Ali'nin kansı Zeh- ra'nın kenti Behiç-i Zehra'dayım. Burada Ayetullah Humeyni'nin görkemli mezan var. Binlerce in- sanın yapımında gönüllü çalıştığı bu mezar, tran'ın en kutsal ve en politik mekânlanndan biri. Gör- kemli yapının Rus Ortodoks mi- marisini çağrıştıran dev kubbesi kilometrelerce öteden gözüküyor, altın parılulan göz alıyor. Çevre yollan henüz bitmemiş, bir çamur deryasından geçip mezara giriyor- sunuz. Çok geniş, çok yüksek tavanlı bir alan düşünün, tam ortada de- mir parmaklıklarla çevrili bir bö- lümde Humeyni'nin yeşil örtülü tabutu. Bu çok geniş kapalı alan- da binlerce insan. Başları bağlı küçücük kız çocukları, kadınlar, yaşh, genç erkekler. Pek çok yer- de sadece uzun paltolar giyen ve başlarını örten kadınlar burada çarşaflı. Siyah her şeye ve her ye- re egemen... Birden dört bir yandan sert ritmli marşlar yükseliyor. Devrim Muhafızları postalları, parkalan ve sakallı yüzleriyle sanki Kâbe 1 de tavaf edercesine Humeyni'nin tabutu çevresinde dönmeye başlı- yorlar. Bu kortejin önünde savaş ve devrim gazileri, şehit anaları, kadınlar... Gazilerin çoğunun bacaklan yok, yüzleri yanık. Marşlar ve sık aralarla yinele- nen hep aynı slogan: "Allahü Ek- ber Ayetullah rehber!" Çarşaf ka- dmları gizliyor, aynı zamanda sı- nıfsal ipuçları veren giysiler şekil- siz bir karahğın içinde kayboluyor. tran'ın lüks otellerinde, lokanta- lannda gördüğüm şık giysili, yüz- leri boyalı kadınlar burada var mı? Garip bir saplantıyla kadın- ların açıkta kalan ayaklanna ba- kıyorum. Kara rağmen, onca so- ğuğa rağmen terlikler, ökçesi yen- miş yazlık ayakkabılar... Burada- ki kadınlar Tahran'ın güneyinden, yoksul evlerinden. Onlar bir za- manlar "Azadi" diyerek yollara düşenler, onlar savaş sırasında ev- lerine ölüm haberi gelenler, gün- lerce çocukları, kocaları için dua Kuraıı kıırsıında patlanıa (Baştarafi 1. Sayfada) yanet Ijleri Başkanlığı'nın "dev- letin sağladığı kadro ve bütçe olanakJam" ile en ücra köye kadar yaygın bir din hizmeti götürdüğü vurgukrıdı. Diyanet tşleri Başkanı Prof. Dr. Said Yazjcıoğlu rapora yazdığı değerlendirme yazısında, ülke genelinde mevcut 4 bin 715 Kuran iursunda ve 62 bin 947 ca- mide ber gün din hizmeti sunul- duğuns. ışaret ederek, hedeflerinin Diyanc: görevlilerinin tümünün yüksek5ğrenim görmesi olduğunu kaydetd Diyanet tşleri Başkanhğı tara- fından kuruluşundan bu yana ilk kez haurlanan raporda, son yıl- lara ilişkin çarpıcı istatistiklere yer verildi Türkiye'de yılda ortalama 1500 cami yapıldığına işaret edilen ra- porda, her 857 kişiye bir cami düş- tüğü vjrgulandı. Raporda, 1984'te 54 bin 667 olan cami sayısının 1988'de 62 bin 947'ye çıktığı be- lirtilerei:, halen 3 bin 748 yerleşim birimi.ide cami bulunmadığı ifa- de edildi. Raporda yer alan bir ha- ritada 2 bin 585 camisi bulunan Konya'mn bu alanda "rekortmen" olduğu gözlendi. Rapor, son 10 yılda Kuran kur- su sayısında "patlama" yaşandı- ğını ortaya koydu. 1980'de 2 bin 610 olan Kuran kursu sayısının yüzde 100'e yakın artış göstererek 1989'da 4 bin 715'e çıktığına işa- ret edilen raporda, "Yılda ortala- ma 234 Kuran kursu hizmete açıl- maktadır. Öğrenci sayısı da 1979'da 68 bin 486'dan 1989'da 155 bin 403'e çıkmıştır" denildi. Raporda, Türkiye'de yayımlan- makta olan yıllık 7 bin 966 çeşit kitabın 306'sının dini konulu ol- duğu vurgulanarak, bunun orta- lama 41 adedinin Diyanet İşleri Başkanlığfnca basiırıldığı ifade edildi. Rapora göre son 10 yılda Diya- net İşleri BaşkanlığYnca bastırılan dini yayınların yıllara göre dağı- lımı şöyle: Kitap sayısı: 1979:30, 1980:33, 1981: 40, 1982: 53, 1983: 28, 1984: 28, 1985: 49, 1986: 31, 1987: 69, 1988: 52. Baskı sayısı: 1979'da 2 milyon, 1980'de 2 milyon 615 bin, 1981'de 3 milyon 491 bin, 1982'de 5 mil- yon 702 bin, 1983'te 5 milyon 291 bin 900, 1984'te 4 milyon 624 bin, 1985'te 4 milyon 847 bin, 1986'da 4 milyon 724 bin, 1987'de 4 mil- yon 834 bin 500, 1988'de 4 milyon 517 bin 350. Raporda yer alan diğer bazı bil- giler de şöyle': Diyanet tşleri personelinin ytiz- de 6O'ı yüksekokul mezunu, yüz- de 68'i ortaöğretim mezunu, yüz- de 26'sı da ilkokul mezunu. 50 bin 814 imam-hatip öğretme- ni, 8 bin 467 müezzin-kayyım, 4 bin 504 Kuran kursu öğretmeni, 759 vaiz, 86 murakıp bulunmakta. Raporda özellikle Kuran kursu öğretmenlerinin 1981'den sonra sayısında iki kattan fazla artış ol- duğu gözlendi. 1981'de 1924 olan Kuran kursu öğreticisi sayısının 1988'de 4 bin 504'e çıkması dik- kat çekti. Son 11 yılda Diyanet taşra teş- kilatında çalışan personel sayısı- nın 40 bin 144'ten 70 bin 99'a çı- karak yüzde 75 artış gösterdiğine işaret edilen raporda, hacca giden- lerin sayısında da son 10 yılda 9 kat artış olduğu vurgulandı. Bu- na göre, 1979'da 10 bin 805 olan hacı sayısı 1988'de 92 bin 6'ya ulaştı. Öte yandan, ortaöğrenim gören her 8 öğrenciden birinin imam- hatipli olduğu saptandı. Milli Eği- tim Bakanhğı'nın verilerine göre, halen 382 imam-hatip lisesi ve 1 Anadolu imam-hatip lisesinde toplam 280 binden fazla öğrenci öğrenim görüyor. Bu rakam da 198O"den sonra yüzde 40'a varan oranda artış gösterdi. tmam-hatip lisesi mezunlannın özellikle siyasal bilgiler fakülteleri ile kamu yönetimi bölümlerini ter- cih ettikleri vurgulanıyor. Bunla- rın bir bölümü de ilahiyat fakül- teleri ile geçen yıl açılan ilahiyat meslek yüksek okullannda eğitim görüyor. edenler, şimdınin dulları, yetimle- ri. Kim demişti o sözü, "Bomba- lar bile Tahran'ın yoksul kesimi- ne yagdı." Bir ihtilal çocuğunun portresi Humeyni'nin mezarındaki ölüm ve acı dolu bir hayatı geri- de bırakıp tran'ın Yılmaz Güney'i sinema yönetmeni Mohssen Mak- hmalbafla buluşuyorum. Mohs- sen Makhmalbaf ın yüzü yeryüzü- nün bütün yoksul halklannın yüz- lerine benziyor. Derin bir suskun- luk altmda gizlenen, zaman za- man açığa vuran bir öfke. Yeni tran'ı en anarşist imajlarla anla- tan Makhmalbaf, sadece otuz yedi yaşında, ama onunla birlikteyken insan yüzyıllık bir kültürü, devri- min acılannı, savaşın aamasızlı- ğını hissediyor ya da filmlerinden ötürii böyle bir duyguya kapüıyor. "The Marriage of Blessed" (Bir Gazinin Evliliği) adlı filmde Makhmalbaf savaştan yeni dönen bir gazeteci aracılığıyla savaşın tüm acımasızlığım, yeni tran'da değişmeyen çıkar ilişkilerini, tüc- car sınıfının yükselişini ve genç bir insanın ülkesinin geleceğiyle ilgili kaygılannı anlatıyor. Filmin son bölümünde sürekli geçmişi anım- sayan, kuşağının özeleştirisini ya- pan gazeteci, kendi düğününde sa- vaş arkadaşlanna, dostlanna, cek- tiği yeni tran'a ait yoksullukları, uyuşturucu kullananlan, fahişele- ri belgeleyen binlerce fotoğrafa rağmen yalnızca çiçek fotoğrafla- rını basan gazete yöneticilerine karşı balkondan, "Kızkardeşlerim dinleyin beni, Iran dinle beni" diye sesleniyor. Tüm tran'a seslenen bu yuz Mohssen Makhmalbaf ın ve onun kuşağının yüzü... 14 yaşın- da Şah'a karşı yapılan bir göste- ride kurşunlanan, beş yıl Şah'ın zindanlannda kalan Mohssen ses- leniyor tranlılara... "Şehitleri ve 'Azadi' diye bagı- ran gençleri unutmayın!" Humeyni'nin mezannda ne çok gazi vardı. Törenlerde arumsanan ve sonra unutulan. Uzak köylere gönderilen. "The Cyclist" (Bisikletçi) fıl- mindeki âdeta bit ermiş hüviyeti- ne bürünen "O baba kim?" diyo- rum Mohssen'e... Çevresindeki bü- yük kalabahğa karşı hiç durma- dan bisiklet çeviren, başka bir dünyaya, maddi çıkarlann çok ötesine geçen o adam kim? "O bisikletçi, biraz hepimiziz" diyor Mohssen. "Zindana girdi- ğimde ben çok gençtim. Ve orada herkesin kafasında kendi ütopya- sı vardı. Marksistter, tslamcılar, ihülalciler, herkesin ayn bir ütop- yası. Benim için hapishane dene- yi saçma bir deneydi, ama bir okuldu. Oradaki her insan işken- ceye ve Şah'a karşı direniyordu, ama kimse kendi ütopyusının sı- nıriarı dışına çıkamıyordu. Ora- dayken insanın ne denli yalmz ve garip olduğunu anladım. Hiçbir ideoloji insanın yamızlıgını ve ga- ripligini elinden alamaz. İnsan da Allah gibi yalnızdır. Hapisten çık- Ogırada siyasetle tüm ilişkimi kes- tim ve sanata sığındım." "Ama" diyorum Mohssen'e, "senin filmlerinde çok açık, çok sert eleştiriler var. Koyu bir yok- stılluk, camide namaz kılarken pa- zarlık yapanlar. iki genç insanı sa- dece gece birlikte fotograf çektigi için bir süre gözaltına alan Dev- rim Muhafızlan..." "Biz bütün bunlann hepsini anlatabiliriz" di- yor, "tran'da böyle bir gelenek vardır. Aynca ben filmlerimi ken- dim için yapanm ve bilirim ki yer- yüzünün her yerinde gönüldaşla- nm vardır. Onlann kalpleriyle bu- luşunım." "Bir yazarın sadece yazdığı bir romandan ötürü (tabii Saiman Rüşdü'den söz ediyorum) katledil- mesine karar verilen bir Ulkede öz- gürlükten söz edilebilir mi?" Bu sorum karşısında Mohssen biraz düşünüyor ve birden son de- rece hızh konuşmaya başhyor: "Ben bu tür konulan konuşmak- tan hoşlanmıyorum," diyor. "Ben dine inanan bir insan olduğum için, bütün bu olanlar bana bir ihanet gibi geliyor. Biri benim inancıma küfür ediyor, bu benim özgüriüğüme karşı değil mi? Dün- yada hem kötülük hem güzellik yan yana, ben Yılmaz Güney'in ol- duğu bir düıryada Saiman Rüşdü- yü görmüyorum. Ben muhabbel çiçeginin olduğu bir yerde dikeni görmüyorum. Demiyorum ki, di- ken kötüdur. ama ben görmüyo- rum, benim tercihim br. Özgürlük çok yüce bir amactır. Ve nispi, herkese göre degişen bir kavramdır. Ben özgüriügü diinya- da aramak yerine içimde anyo- nım. Kendi içimdeki sansürii yık- maya çalışıyorum. Tabular. gele- nekler, kültürel bir faşist yapı oloşturuyoriar, ben bu yapıyla mücadele ediyorum. Ben eger âşıksam o zaman gerçekten özgü- riim. '1984' filminde iki kahrama- nın geçirdigi deney bana göre ger- çek bir özgürlük deneyidir. Yeni filmimin adı "Aşk Yasak", bu filmde bir ulkede yasak ve kö- rü olan bir şeyin bir başka ulkede güzel bir şey olduğunu anlatma- ya çalışacagım... Yaşamın en de- rin anlamı bana göre aşk... Bir ka- dına, bir çocuga, bir çiçege, yurt topragına duyulan aşk." "Sen," diyorum Mohssen'e, "ya- bana dagıbmcılann en çok ilgisini çeken tranlı yönetmenlerden bir\- sin. Sanınm 'Bisikletçi' filmin Fransa'da ve Belçika'da ticari si- nemalara çıkmış ve önemli bir ba- şan elde etmiş, bu bir rastlantı mı yoksa..." "Bu bir rasdantı değil" diyor, "yeryüzünün neresinde olursa ol- sun, ister Doguda ister Batıda nep gönüldaşlar bulunur, bu acı çe- kenlerin, yüregi atanlann, soru so- ranlann buluşmasıdır. Yaşamın taa kendisidir." Kim demişti bana, -Mohssen'in filmlerinden çıktıktan sonra hep kendi kendime soruyorum- kim demişti bana, "bombalar hep yok- sul mahallelere yağar!' GOZLEM UGUR MUMCU Irkçılık samkları Hasan Ali'ye karşı (Bajtarafı 1. Sayfada) tek sağlıyor. Azerbaycan işgalinde de aynı lobinin payını aramak yer- siz bir abartma sayılmamalıdır. Niçin sayılmamalıdır? Gorbaçov, Karabağ sorununda Ermenilere karşı bir tavır alsa ve tıpkı Azerbaycan'a asker gönderdiği gibi Ermenis- tan'a da askeri birlikler yollasa, Batı kamuoyundan sağla- dığı destek, büyük olasılıkla, bugünkü kadar coşkulu biçim- de sürmezdi. ABD'de son yıllarda yoğunluk kazanan Ermeni ve Kürt yanlısı siyaset, en büyük başarılarından birini "Ermeni soy- kırım tasansı" ile sergilemiş bulunuyor. Ermeni terörü, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'ndan sonra baş- ladı. 1975 yılından 1982 yılına kadar aşama aşama gelişen "ASALA terörü", 1982 yılında birdenbire kesiliverdi. Terörün amacı herhalde Ermeni sorununu uluslararası platformlara taşımaktı. Ermeni teröristler ve onlann akıl ho- calarıyla kurmayları bu taktik ve stratejilerinde başarılı da oldular. Ermeni soykırım tasarısının Senato'dan geçmesi, Erme- nilerin Türkiye'den toprak ve tazminat istemlerine yeşil ışık da yakacaktır. Bu yeşil ışık, Türkiye'de ve Türkiye'nin çevresinde yeni olaylara yol açabilır. Etnik kaynaşmaların gündeme geldiği şu günlerde "Ermeni" ve "Kürt" sorunlarının ABD tarafından desteklen- mesinin bir özel amacı olmalıdır. Beyaz Saray ve Pentagon, tepkilerin ne gibi olaylar do- ğuracağını bugünden kestirebilirler Kestirdikleri için uygun gördükleri anda uygulayacakları siyasal ya da askeri nitelikleri ağır basan önlemler de alır- lar. Soykırım tasarısı, ilk aşamada Senato'dan geçmemiştir. Bu tasarı Senato ve Temsilciler Meclisi'nden geçerse Türk- Amerikan ilişkileri ileride onarılması güç biçimde zedelene- cektir. Örneğin Genelkurmay Başkanhğı, ABD Silahlı Kuvvetle- ri'nin denetimindeki tesislerde bu denetimi kısıtlayıcı önlem- lere başvurabilir. Yine örneğin ABD Silahlı Kuvvetleri'nin Türkiye'deki eği- timlerine bazı sınırlamalar getirebilir. Tepkiler bunlarla da kalmayabilir. ABD tesislerinin tümden kapatılmaları da gündeme ge- lebilir. Hükümet bu tepkileri ile oluşacak kararları uygulamaya hazır mıdır? Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz'ın tam Ermeni tasarısı ABD Senatosu'nda görüşülürken istifa etmesi başlı başına dü- şündürücü bir olaydır. Yılmaz, böylesine yaşamsal bir konu varken istifasını ni- çin ertelememiştir? Eski bakanın bu tasarıyı umursamaması düşünülemeyeceğine göre Dışişleri Bakanı'nın tam bu gün- lerde istifa etmesini İç siyasetten kaynaklanan nedenlere bağlamak. olayları açıklamaya yetmiyor. Geriye doğru bakarak düşunelim: 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, Türkiye'de 1980'lere uzanan bir bunalımın da başlangıç tarihi olmuştu. ABD'nin Türk Si- lahlı Kuvvetleri üzerine koyduğu "silah ambargolan"n\ iç ve dış terör izlemiş; Türkiye, kısa sürede bir iç savaşın eşiğine sürüklenmlşti. Bunlann birbirleriyle bağlantıları olmayabilir. Ya da bu bağ- lantılar bugün ortaya çıkmaz, çıkarılamaz. Bunlar ortaya çı- karılmaz, ama sofuç önemlidir. Sonuç; Türkiye'nin, 1975 yılında başlayan ekonomik ve siyasal bunalımlar, bu bunalımlara eklenen iç ve dış terör i[e kargaşaya itilmesidir. * Doğu Bloku'ndaki son gelişmelerden sonra Türkiye'nin NATO içindeki konumu eskisi kadar önemli olmayabilir. Bu yeni gelişmeler, ABD yardımının kısılmasına da yol açabilir. Bu gelişmeler içinde öyle görünüyor ki geleceğin soru- nu, Batı destekli etnik kökenli kaynaşmalardır. Batı kaynak- lı bu etnik kaynaşmalar, hiç kuşku yok, doğumuzdaki Sov- yet Ermenistanı tarafından da desteklenecektir. Batı, etnik kökenli kaynaşmaları, Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrasında var gücüyle destekledi. Türkiye bu kargaşa- dan bağımsız bir devlet; devrimci ve laik cumhuriyeti kura- rak çıkabildi. Bugün Türkiye ne yazık ki aynı şansa sahip degildir! (Baştarafı 6. Sayfada) tığını gördüm. Bunu emniyet mü- düriügünde gördüm. 3 Mayıs 1944 tarihinde Ankara'da Saba- hattin Alı-Nihal Atsız davasından dolayı gençler bir tezahüratta bu- lunmuşlardı. Bunlann bir kısmı nezarete alındılar. Nezarete ahnan gençlerden Osman Yüksel, şair Cemal Oğuz'u birkaç defa emni- Taksitle (Baştarafı 6. Sayfada) tuttuğu ansiklopedinin kendi al- dığı olduğunu belki hatırlamaya- cak bile... 3 taksit geri Hafta başında Şevket Bey'in ilk işi ansiklopedinin yayıncısını ara- mak, olayı aktarmak ve fazladan odediği 3 taksidi geri istemek olu- yor. Yayıncı çok ilgilenmiş görü- nüyor. Ölayın kendi bilgileri dı- şında olduğunu ısrarla vurguluyor ve uyanldıkları için de Şevket Bey'e defalarca teşekkür ediyor. Pekiyi ya fazladan ödenen 3 tak- sit... Yayıncı "O taksitler bizim cebimize ginnedi ki biz ödeye- lim..." deyip geçiştiriyor. Pazar- lamacı ise bir daha Şevket Bey'in kapısını çalmıyor. Bu olayda senet sahtekârlığı var. Senetlerin üzerine Şevket Bey'in imzası taklit edilerek atıl- mış. İşi başından aşkın Şevket Bey kuzu gibi paralan ödemiş. Ancak bu dolandıncılık, yayıncı ya da bayisiyle pazarlamacı tarafından müştereken mi yapıhyordu, yok- sa gerçekten bayi habersiz miydi? Şevket Bey bunu anlayamıyor ve hiçbir zaman da anlayamayacak. Çünkü pazarlamacı hazır "sagı- lacak bir inek" bulmuşken, bir sonraki ay neden gelmedi? Şevket Bey bunu değerlendirirken, bayi- nin pazarlamacıyı uyarmış olabi- leceğini düşünüyor. Ama öte yan- dan bayinin de olayı ilk duyduğu anda tıpkı Şevket Bey gibi kanı te- pesine çıkıp telefona sarılarak pa- zarlamacıyı aramış olması müm- kün... Kıssadan hisse... tşyerlerinize gelen pazarlamacılardan mümkün mertebe alışveriş yapmamaya ca- lışın. Belki sizden imzalamadığı- nız senetlerin parasını ödemeniz istenmez, ama eğer satın aldığınız bir ansiklopedi değil de bir saat, ya da kolay bozulabilecek başka bir malsa, kullanım sırasında bir sorun çıktığında, karşınızda mu- hatap bulamazsımz. yet müdürlügünde gördüm, arka- daşlanmı görmek için emniyet müdürlüğüne gittigim gün Milli Eğitim Bakanı'nın rnerdivenler- den indigini gördüm. 6 Mart 1947'de Ankara'da gençler lara- fından nümayiş yapıldığı gün öğ- leden sonra Hasan Âli Yücel'in Dil-Tarih Fakültesi'ne giderek o zamanki dekan Aziz Kansu ve ko- münist hocalaria müşavere yaptı- ğını felsefeden mezun şair Sela- haltin Ertürk'ten duydura." Tanyu daha sonra tıpkı öteki tamklar gibi DTCF'deki solcu öğ- retim üyelerinin listesini vermek- te ve Haluk Karamagrah'nın ko- münistle arkadaşlık yaptıktan sonra ihbarda bulunduğunu an- latmaktaydı: "Dört sene okudoğum Dil- Tarih Fakultesi'nde komünist ola- rak yazılanyla, sözleriyle Muzaf- fer Şerif Başoğlu, Niyazi Berkes, Behice Boran, Azra Erhat, Pertev Boratav... Komünist olarak bun- ları tanıdım. Bu fakülteden Ha- luk Karamagralı ile tanışmıştım. Haluk, adlannı saydıgım hocalar- ia uzun müddet görüşmiiş ve on- lardan direktif almıştı... Hasan Ali'nin oglu Can da komünisttir. Yine bu talebelerden Nabi Din- cer'in Nezih Fıratlı'nın Haluk'la yakın temaslan vardır. Haluk Ka- ramagrah'nın 'Hasan Âli Kimdendir' sualine Nezih Fıratlı 'bizdendir' diye cevap vermişn'r... Haluk, fakültedeki bu komünist tahrikatı hakkında 1943 senesin- de Milli Eğitim Bakanlıgı'na şikâ- yette bulundu. Ve.bu şikâyeti ta- rih öğretmeni Bahattin Ögelilebe- raber yapmıştı. Haluk Karamağ- ralı'nın milliyetçi genç olduğu ko- münistlerce anlaşıldıgından... Oradan çıkıyor. Bahattin Ögel, Emniyet Müdürlüğü'ne şikâyet ederek... Bu iş askeri mahkeme- ye intikal etti. Muzaffer Şerif, Na- bi Dincer ve yedi-sekiz genç askeri mabkemece tevkif edildiler. Üç hafta nezarette kaldıktan sonra serbest bırakıldılar." Tanyu, Hasanoğlan Köy Ens- titüsü'nde milliyetçi öğrencilerin komünistleri TMBB Başkanı Kâ- zım Karabekir'e bildirdiklerini, Karabekir'in enstitüye gidip ince- lemeler yaptıgını, yeni Milli Eği- tim Bakanı'nın enstitüde görevli 40 öğretmeni başka yerlere atadı- ğını da anlatıyordu. Hikmet Tanyu, 1944 yılında Içişleri Bakanlığı'nda memurdur. Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Kâmuran Cohruk'un kendisinin memur olmasından yararlanarak, Atsız ve arkadaşları hakkında "hükümet aleyhine çalıştıklarını söylemesini" istediğini, kendisi- nin bu öneriyi kabul etmeyince, Cohruk'un polislere "Bu şahsı ezin" dediğini; Cohruk'un 'ana- yasayı anımsatması üzerine, Ge- nel Müdür Yardımcısı'run "Ha- san Âli böy4e istiyor" karşılığını verdiğini söylüyor ve şunları an- latıyordu: "...Emniyet Müdürlügü'nün üst katındaki 19 nolu hücreye çı- kardılar. Buraya tabutluk deni- yor. Kuvvetli elektrikler yanıyor. 3-4 temmuz günleri burada kal- dım. Yiyecek mevzubahis değildi. Terledim. 1500 volüuk elektrik lambası altmda bu vakitler geçir- dim... Bu vaziyet Avukat Kenan Öner tarafından partiye ihbar ve şikâyet edilmiş." Etnografya Müzesi asistanla- rından Haluk Karamağralı (tuta- naktaki soyadı Opan) 12 temmuz 1947 günkü oturumda dinlendi. Karamağralı'nın tanıklığı il- ginçtir, okuyalım: "1942 yıhnda fakültenin Arke- oloji Enstitüsü'ne talebe olarak girdim.. Aynı enstitüde bulunan Nezih Fırath ve Klasik Filoloji Enstitüsü'nde Nabi Dincer, ilk günlerde bana çok yakın arkadaş- lık göslerdiler... Bu arkadaslann sonradan öğrendigime göre, fa- kültede komünist teşkilatın avla- ma organlanndan klasik ve Arke- oloji Enstitüsü'nde bulunanlar ol- duğunu kendilerinden anladım... (.) Fikri gelişmemi temin için ba- na kitaplar verdiler... (..) ilk ön- ce, emniyete vermemiştim: du- rumlanna iyice vukuf peyda edin- ce memleket aleyhine çalışan kim- seler olduklanna hükmettim ica- bında bunlan meydana çıkarabil- mek için daha yakından tanıma- ya karar verdim. Telkinlerine müsait davrandım... (Hasan Ali'- nin durumunu Nezih ve Nabi'den birkaç defa sordum. tlk zaraan- lar 'iyi adam' diyorlardı, sonra 'bizden' dediler. (..) Hasan Ali'- nin komünist olduğuna inan- dım." Karamağralı, DTCF'deki komü- nistleri kendisinin ihbar etmediği- ni, ihbarda bulunanın Bahattin ögel olduğunu da söylüyordu. Karamağralı'nın bu sözleri üze- rine Nabi Dincer, savcılığa başvu- rarak ırkçı-Turancı olan tanığın yalan söylediğini bildirir. Kara- mağralı da mahkemeye gönderdi- ği bir dilekçede Nabi Dinçer'i ya- lanladı. Aynı davada Sait Bilgiç, Hüse- yin Namık Orkun, Mustafa Soy- lu, Prof. Sadri Madsudi Arsal, Ziya Turan, Osman Yüksel Ser- dengecti... Nurallah Banman, Su- nıri Ermete, Nejdet Sancar. Zeki Sofuoğlu, Melik Adalan, lsmail Zengingönül, Ziya Karamuk, Ra- sin Tümtürk, Adnan Ötüken de Yücel'i suçlamayan ifadeler ver- diler. Tanık Nurullah Ataç, Yücel'i savunarak öteki tanıkları yalan- ladı. Pertev Naih' Boratav mahke- meye dinlenmesi için başvurduy- sa da taruklığına gerek görülme- di. Davanın savcısı Abdullah Pu- lat Gözübüyük, ırkçılık- Turancıhk davasının sanıklarının yaptıkları tanıkhklannın geçerli olmayacağını 18 Ekim 1947 günü okuduğu esas hakkındaki görü- şünde şu sözlerle anlatıyordu: "lrkçılık-Turancılık davasında sanık ve davada da tanık sıfatıy- la dinlenmiş olan bu kimseler bir yandan takibe maruz kalmtş, ne- zaret altmda alınmış ve tevkif edilmiş olmalanndan ve öte yan- dan çeşitli sebeplerden dolayı Yü- cel'e karşı besledikleri husumet- ten dolayı, larafsız, samimi ve doğnı beyanlarda bulunmalanna imkân olmayacağı cihetle..." Savcı Gözübüyük, Milli Eğitim Bakanhğı'nın "Yurt ve Dünya" dergisine diğer dergiler gibi abo- ne olduğunu ancak derginin Ba- kan Hasan Âli Yücel'in önerisi üzerine Bakanlar Kurulu karan ile kapatıldığını; Sabahattin Ali'nin Hasan Âli Yücel'in bakanhğında değil, Abidin Özmen'in bakanlı- ğı sırasında işe alındığını ve Ha- san Âli Yücel'in bakanlığı döne- minde işine son verildiği, komü- nistlikten mahkûm Prof. Sadret- tin Celal Antel'e eski bakanlardan Mustafa Necati tarafından görev verildiğini, Antel'in Hasan Âli Yücel tarafından bakanhk emri- ne alındığı da anlatılıyordu. DTCF'deki öğretim üyeleri, Behice Boran, Penev Naili Bora- tav ve Niyazi Berkes de Hasan Âli Yücel'in emriyle bakanhk emrine alınmışlardı. Ankara 3. Asliye Ceza Yargıcı Saffet Ünan, 19 Kasım 1947 gü- nü kararını açıklıyordu: "Kenan Öner'in yaptığı isnat- lann doğnıluğu sabit olmuşrur.' Kenan Öner, davayı kazanmış- tı. 21 kasım günü Kudret gazete- si, Öner'in demecine yer veriyor- du: "Karar, zaten hâkimin fazilet ve adaletinden beklenen neticey- di." Yarın: Haşmet Orbay Olayı
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear