Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
CUMHÖRİYET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER toplanmamıştı. MuhaJefet çırpınıyor, fakat azınJıkta olduğu için etkili olamıyordu. Ülkemizin büyük tehlikelerle çevrili bulunduğu bir dönemde bu laçkalık nasıl açıklanabilirdi! Her yetkili kendi havasındaydı; kimisi Çankaya'ya çıkmak hayali peşinde, kimisi Meclis Başkanı olmak, kimisi de, eğer özal cumhurbaşkanı seçilirse, ANAP'ın başına geçmek sevdasında idi. Benim kıyısından köşesinden aklıma gelen teknik ve bürokratik düşünmeye kimsenin vakti yoktu. Diyebilirsiniz ki, bu Cumhurbaşkanı'run, Başbakan'm düşüneceği işlerden değil, Imar İskânBakanlığı bürokratlarımn, planlama kurulunun düşünüp düzenJeyeceği işlerdendir... Hayır, bugünkü aşamaya varan göçmen sorunu, devleti yönetenlerin doğrudan doğruya ele alıp yetkili uzmanlan bir plan ve programa yöneltmelerini zorunlu kılan boyutlardadır, bu bir devlet işi durumuna gelmiştir. Devletin yüksek yetkilileri bir yandan uluslararası nitelikteki girişimlerini sürdürürken bir yandan da görevlendirdikleri uzmanlar ekibinin yaptıklarını ve aJdıkları sonucu günu gününe izlemek, yeni önlemler alınması gerekince hiç vakit yitirmeksizin onları almak zorundaydılar. TV ve radyo haberlerinde Katar şeyhliğindeki ya da Avrupa ve Amerika'daki kimi gazetelerin Bulgar sorununa eğildiğirü yansıtarak Türk kamuoyuna bir tür teselli vermek yetmezdi. îpin ucu başlangıçta kaçınlmıstı. Önceki yıllarda kaç kez yazdım "Hükümet etmek ileriyi görmek sanatıdır" olaylann ardından sürukJenme başıbozukluğu değil. Göreceksiniz, Bulgaristan göçmenleri sorunu yıllar geçtikçe daha nice sorunlar doğuracaktır. "Soydaşlarımızın hepsini kabul ederiz" denildiği anda, böyle bir göç durumunda alınacak önlemler yüksek yetkililerin masalan üzerinde hazır bulunmalıydı. Ayrıca Türk kamuoyu, başta radyo ve TV olmak üzere böyle bir duruma hazırlanmalıydı. Bunların hiçbiri yapılmadı. Durumun önemi ve işin boyutları görülünce "Biz güçlü devletiz, Bulgarlardan hesap soracağız" diye bağırıp çağırmak gülünç oluyordu. • •• Bulgaristan'da doğmuş, büyümüş, bir bölümü uzun süre orada yaşamış kişilerin o ortamdan sökulüp Türkiye'nin ortamına ve sosyal iklimine uyum sağlaması da ayrı bir sorun; hele hele bulunduklan yerlerde yurttaşlarımızla iyi ilişkiler içine girmeleri çok önemli. Bireysel yardımlar, şurada burada, şunun bunun evinde, tek tük iş bulmak, bu önemli sorunu çözümle>'emez. Soydaşlanmızı en kısa zamanda çaJışır ve üretir duruma geçirmek, onlara Bulgaristan'da kazandıklarırun altında değil daha üstünde bir yasam düzeyi sağlayarak geldiklerine pişman etmemek de bir plan ve programa bağlanmalıdır. Bu göç sorununun ortaya çıktığı haziran ayından beri halktan rastgele konuştuğum şoför, otel garsonu, hastabakıcı, temizlikçi gibi çalışan kesimden kimileri, ne yazık ki, şöyle yargılarda bulundular: "Onlardan bize hayır gelmez, onlar yan yanya Bulgar olmuşlar; baksanıza, genç kadınlarının ve kızlarınm hepsi açık saçık geziyorlar. Televizyonda göriip duruyoruz" kimileri de: "Bu kadar insanı bu millet nası! besleyecek, yazık değil mi bize" gibi acımasız düşünceler ileri sürdüler. Soydaşlanmızı bağrımıza bastığımız için memnunluklannı açıklayanlann sayısı pek azdı. Devlet yetkililerinin bu durumu göz önüne alarak radyo ve TV araalığı ile kendi yurttaşlanmızı sürekli olarak uyanp aydınlatmaJan, gelenler karşısında soğuk davranmanın insanlık djşı olduğunu halka aşılayıp bu psikolojik duvarı ortadan kaldırmaları ve akla gelebilecek daha başka önlemleri almaları gerekmektedir. Aynca açılacak göçınen fonlarıyla, özel kültür merkezlerindeki eğitirnle bu kaynaşma ve özümseme durumunu gerçekleştirmek ve bu doğrultuda uzun vadeli çalışmak zorunluğu vardır. Unutmayalım ki, Balkan Savaşı'nda Bulgaristan1 dan yurdumuza sığınan soydaşlarımızdan pek çoğu Ulusal Kurtuluş Savaşı'na katılmış, bunlardan bir bölumü şehit, bir bölümü gazi olmuştur. Benim Yozgat Lisesi'nden beri sınıf arkadaşım olan ve daha sonra Yüksek Öğretmen Okulu'nda öğrenim görüp, öğretmen ve Milli Eğitim Bakanlığı müfettiş ve başmüfettişliği yapmış olan rahmetli Lütfü Erçin, 1920'de Demirci Savaşlan'nda bir şarapnel parçasıyla sol elini, bir parmağını kaybetmişti. Bunları düşünerek Bulgaristanlı soydaşlanmızı herkesin insanca karşılayacağına inanmak istiyorum. Not: Birinci bölümü 20 Ağustos 1989 Pazar günü çıkan "Anayasa ve Cumhurbaşkanlığı SorunuI" başbklı yazının ikinci bölümü 3 eyliil, pazar günü çıkacaktır. 27 AĞUSTOS 1989 Bulgaristan Göçmenleri HIFZIVELDET VELİDEDEOĞLU Uludağ: 21 Ağustos 1989 Sayısı 300 bini aşan Bulgaristan göçmealerinin durjmunu, gazetelerde ve TV ekranında izledikçe bugünkü yönetimiraizdeki plansızlığın, programsızlığın, şaşkınhğın öngörüsüzlüğün, başıboşluğun, dahası, başıbozukJuğun ve umursamazlığın örneklerini görerek hem üzülüyor, hem de şaşıp kalıyordum. En sonunda hükümet, kapsamh bir göç anlasraası yapılıncaya değin, Bulgaristan'daki soydaşlarunıza sınırlanmızı kapatmak zorunda kaldı. O halde daha önceki yüksekten atmaların "isterlerse bir buçuk railyon soydaşımızı göndersinler, kapüanmız açıktır" demelerin gereği neydi?! Düzensiz gönderilenler 45 bini aşınca sınırları kapatıp, Bulgarlara kapsamlı bir göç anlaşması önermek, gerekmez miydi? Böyle yapılsaydı hiç değilse öteki soydaslanrnız rnallanndan, mülklerinden edilerek düzensiz biçimde sınırlarımıza yığılmazlar, genç, yaşlı, çoluk çocuk perişan olmazlar, Bulgaristan'daki yerlerinde göç anlaşrnasını sabırla beklerlerdi. Ne yazık ki bu işin önemini toplumsal ve siyasal boyutlannı önceden göremeyerüer durumu ancak göçmen sayısı 300 bini aşınca kavrayabildiler. • •* Şimdi bugtine değin gelmiş olanlann dururnunu, baslangıcından beri ele abp, bu konudaki dıişüncelerimize gelelim: Bulgarların ilk zorunlu göç hareketini başlattığında Başbakan özal, az once vurguladığım gibi, "Kapılarımız soydaşlarımıza açıktır, Türkiye büyük ve güçlü bir ülkedir" demiş, daha önce Cumhurbaşkanı Kenan Evren de "Bulgaristan'daki bir buçuk milyon soydaşımızı Türkiye1 ye kabul edebiiiriz" gibi lailar etmişti. Önü ardı düşünülmeden ağızdan çıkan bu gibi sözlerin blöf niteliğinde olduğunu biz anladıktan sonra, Bulgar hükümeti haydi haydi anlayacaktı. Bu sözlerin blöf niteliği taşımaması için çok daha önceden gerekli önlemJeri almak, göçraen sayısı sel gibi çoğaldıkça olaylann içinde ve ardanda sürüklenmemek gerekirdi; devlet yöneticiJerine düşen görev buydu. önce nüfus işlemlerinde uzman olanlardan geniş bir ekip kurulur, gelenlerin kimlikleri, daha önce hazırlanacak özel kütüklere geçirilir, onlann, nerelere, kimlerin yamna, ne zaman yollandıkları, ya da çadır kentin veya okullann hangi bölumlerinde oturdukları kaydedilir, böylece duruma başlangıçta hâkim olunurdu. Üstelik bu soydaşlanmızı konuk veya turist olarak değil yeni yurttaşlar olarak kabul ettiğimize göre, pasaportları alınıp onlann yerine kendilerine geçici kimlik kartı verilir, pasaportunu teslim etmek istemeyenler ise Bulgaristan'a geri yollanırdı. Nüfus uzmanlan ekibince tutulacak kütükler sayesinde genel dunım yüksek yetkililerin masası üzerinde bir harita gibi açık seçik görülür, almacak önlemler, yerleştirmeler ona göre yapıtırdı. Bulgaristan'dan gelen soydaşlanmızdan 100 bininin nerede olduğunun bilinmediğine ilişkin haberler çıkmaya başladı gazetelerde. Ayrıca ellisinin casus olduğu ortaya çıktığından bunlar geri gönderilmişler. Sekiz yüzü aşkın soydaşımız da türlü nedenlerle ve kendi istekleriyle geri dönmüşler. Bulgar hükümeti bir yandan ülkesindeki TUrklere karşı baskısını ve Bulgarlastırma eylemini sürdürürken bir yandan da sınırlarımıza her giin türlü yollardan binlerce göçmen yığarak kıs kıs gülüyordu; "Onlan zorla göndermiyoruz, turist olarak yolluyoruz" diyerek bizimle neredeyse alay ediyordu. Eğer sıradan bir yurttaş olarak benim düşündüklerimi Türk hükümeti ve özellikle onun başkanı düşünüp ilk kafileden başlayarak gelenlerin elinden pasaportları alınıp kendilerine geçici kimlik kartı verilseydi o zaman kimin göçmen, kimin turist olduğu hemen belli olacaktı; çünkii sözde turist olarak gelenler pasaportlannı vçrmek istemeyeceklerdi. Benim düşündüklerimden daha etkin önlemler de bulunabilirdi elbet. Ne var ki, Sayın Cumhurbaşkanı Evren başta olmak üzere, ne hükümet başkanı ÖzaJ'ın ne de iktidar partisinin yoğun bir düşünce ife önlemler sistemi kurmak için vakitleri yoktu (!) Bakanlar kurulu elli gün süreyle PENCERE Devinim... Ağustosun yapışkan sıcağı bunaltıyordu. Yaprak kımıldamıyordu. Küf yeşili yaprağın üzerinde koyu benekler vardı. Adam yaprağabakıyor, beneklerini sayıyordu. Birden yaprağın üstündeki beneklerden bir! kımıldadı. Irkildi adam. Önce gözlerine inanamadı. Böcekmiş. Koyu kestane sırtryia minicik bir böcek. Sonra böceğin sırtındaki koyu kestane kabuk yarıldı; altından tül gibi yarı saydam kanatlar çıktı. Uçuverdi böcek... Güneşin kızdırdığı kayanın kertiğine sinmiş toprak rengi kertenkele kımıldadı... Daha önce kayadan bir parçaydı; devinmese, vartığını duyunv samak olanaksızdı; daha derin bir çatlağa süzüldü, koyulukta silindi gitti. Bir kuş kanat çırptı... Ağaç dallarında çam kozalağı gibi duran bütün kuşlar uyarıldılar. Hepsi pırrr diye havalanınca durağan çevre dalgalandı; sanki bir komutan ateş emri vermişti. Çalılar arasında sıcaktan mayışmış bir kara yılan hışırdayarak süzüldü. Adam korktu... Daha önce ne yapraktaki boceği, ne kayadaki kertenkeleyi, ne ağaçtaki kuşları, ne de çalrlıktaki yılanı duyumsuyordu. Yaratıklar, devinmeden önce de vardılar; ama, yok gibiydiler. • Kadın, telefonu kapatırken: Gözlerinden öperim... dedi. Sesin tınısı, adamın kulağında dalgalandı; sıradan sözcükler bir anda gelişigüzel bir tümce oluşturmaktan sıyrıldılar, yeni bir anlama büründüler. Sesteki titreşim, belleğin dipsizliğinde unutulmuş eski olaylann katılaşmış duvarına çarparak boşlukta yansıdı; nitelik değiştirerek acı anıları dürttü, canlandırdı. Adam, sözcükler ile ses, ses ile yankısı arasındaki değişimi ayrımsadı. Kimi sıradan sözcük, kendisine yüklenen anlamın musikisini yansıtırken özelleşir ve özgünleşir; milyonlarca ışık yılı kadar uzaktaki bir yıldıza atılmış uzay aracı gibi yörüngesine oturur, hedefine ulaşır. Adam duygulandı. Eğer sözcükler, hep aynı anlamı taşısalardı, dünya bu kadar güzelleşebilir miydi? * O sabah aynaya bakmıştı kadın. Ayna kadını uyarmıştı. Güzel değilim, diye acı çeken pek çok güzel kadın vardır; ama, kendıni güzel gören kadın, yaşlanırken daha çok acı çeker. Ayna o sabah kadını içine çekmiş, yüzünü kendisine göstermiş; gözlerinin çevresindeki birkaç yatay, dudaklarının kenarındaki iki dikey çizgiyi derinleştirmişti. /ynanın uyansı kadının yüreğinde sızıya dönüşmüştü. Gece toplantıda herkesin içinde otururken herkes gibiydi kadm; duragandı; elindeki kadehi yudumlarken doğallığının dışında bir devinim görülmüyordu; ancak bir ara erkeğe bakarken gözünün içinde bir ışık yandı söndü. Adam o an gördü ışığı... Çakıp sönen neydi? Göz açıp kapayıncaya kadar kertenkele kayadan aşağıya mı kaymıştı? Yılan kara çalılıklar arasından mı süzülmüştü? Yoksa ürken kuş kanat mı çırpmıştı? • Her kibrit alevi bir an'ı aydınlatır. Gözun seyirdi mi iki elin kanda olsa düşünceni çeler. Perde hışırdadı mı, eskiden duyduğun seslerin çağrışırnları belleğinde dalgalanır. Bir romanı ikinci kez okurken şaşırırsın. Bir resim hiç değişmeyecekmiş gibi görünür; ama, beş yuzüncü kez baktığında değistiğini anlarsm. Bir sabah bakarsın ki, sevdiğin saçını başka biçimde taramıştır. Yüz kez dinlediğin bir ezgi, her dinlediğinde esdeğerde ve eşanlamda kalsaydı, yeniden dinlemek isteği yüreğini yakıp kavurabilir miydi? Yaşam budur işte... Devinimin gizeminde saklı evrenin güzelliği, sürekli uyanr seni; bakıp da göremediğin, işitip de duyumsayamadığın her şey yaşamından eksikliktir. OKT4Y AKBAL EVET/HAYIR Bir Araba Karpuz İnanmamıştım ilk gördüğümde... Karpuz dilimlerini naylonlara sarmışlar, tek tek satıyorlardı. Roma'da istasyona yakın bir alanda bir dilim karpuz almış, yemiştim. Daha sonra başka Avrupa kentlerinde de rastladım dilimlenmiş karpuzlara. Öylesine alışılmamış bir şeydi ki bu! Özellikle benim kuşağım için... Yıllartn ötesinde buldum kendimi birden. Elimde karpuz dilimi bir park sırasına oturup daldım geçmişe... Bir sıcak öğle sonuydu. Yalnızdım evde. Bahçede oynuyordum. Komşu çocuklar da vardı. Saklambaç, sonra hırsızpolisçilik, en sonra da otomobilcilik... Hepsini denedik, bıktık, usandık. Vakit geçmek bilmiyordu. Sıcak iyiden iyiye bastırıyordu. Birer ağaç altı bulup uzandık. Hasan, Selim ve Ayşe... Uyuduk mu uyumadık mı bilmiyorurti, birden kapının zilini duydum. Yıkılırcasına çalıyordu. Koştuk, açtık. Sokakta bir atlı araba duruyor Palabıyıklı bir arabacı "Burası Salih Bey'in evi mi?' dedi elindeki kâğıda bakarak. 'Evet' dedim. 'Bunlar sizin' dedi. 'Biz seni çağırmadık' dedim. Paramız olsa bir karpuz alırdık. Ne güzel yenirdi bu sıcakta. Vurdun mu bıçağı o kıpkırmızı göbeği çıkarırsın, parmaklarının ucundan damlaları akıta akıta yersin. içine bir sevinç, bir mutlu esinti dolar sanki... Hepsi sizin dedi palabıyıklı. "Baban almış, eve göndermiş" Yüz tane miydi, daha mı çok? Arabadaki o yuvarlak, yeşil, kara çizgili karpuzlar gökten ınmiş birer ödüldü sanki bizlere. "Şu kâğıdı imzala dedi arabacı, okuma yazma bilirsin tabii." imzaladım. Düşte gibi ne yapacağımı bilmiyordum. "Haydi taşıyın da işime gkjeyim" dedi arabacı. Alnından akan teri kocaman bir mendille sildi. "Bir tanesini, hatta iki tanesini bana bırakın bari" diye ekledi gulerek... İse bir gıriştik ki! Karpuzlar kocaman kocamandı. İkişer ikişer taşımaya kalkıştık. Düşürdük elimizden. Hasan iki karpuzu parçaladı. Neyse pembeymiş içleri, bir yana iteledik... Çare yoktu tek tek taşımaktan başka. "Çocuklar şu taşlığın kenarına diziverelim" dedim. Koşturup duruyorduk. Her birimiz taşıdığımız karpuzlarla ayrı bir öbek oluşturuyorduk. Bakalım kim daha çok karpuz taşıyacaktı! Gidip gelirken çarpışıyorduk. Bir gülmedir gidiyordu. Hasan'ın karpuzları kırk üç, benimkiler otuz sekiz, Selim'inkiler kırk. Ayşe'ninkiler yirmi dokuza vardı. Bir türlü toplayamadık, sonunda karpuzcu "Galiba yüz elli oldu" dedi. İki tane de ona kalmış. İkisi de parçalanmış, olur yüz elli dört... Palabıyık arabacıyı uğurtadık. Döndük taşlığa. Hangi birinden başlamalı? Seç seçebildığince... Hasan "Hadi manavlık oynayalım" dedi. Geçtik kendi karpuz öbeklerimizin başına. Hepimiz karpuz sergisi kurmuştuk, müsteri bekliyorduk. Bağınp durarak, "Elimi mi kestim. Kan kırmızı bunlar" diye. "Benimkiler daha kırmızı, bunlar cana can katar" diye. "Beş kuruşa bir karpuz, beş kuruşa..." Sonra başka bir oyuna geçtik. Kocaman topları bir ona bir bana yollamaya başladık. Biri giderken öbürü geliyordu. Yolda çarpışıyordu bilardo toplan gibi. En sonra da renklerine, çizgilerine göre ayırdık. Derken Ayşe, "Haydi, birini keselim" dedi. Koşup mutfaktan uzun ekmek bıçağını getirdim. Sapladım karpuza, ince bir su birikintisi fırladı kesikten, bir bıçak daha, koca bir dilim belirdi. 'A bu kabak" dedi Selim... Başka birine sapladı bıçağı elimden alıp. "Bu da sapsarı be"... Sonunda kan kırmızısı çıktı ortaya. Dilimledik, başladık yemeğe. Şapır şapır suları damlıyordu taşlığa. Ayşe "Annen kızacak, bahçede yesek olmaz mı?" dedi. Hepimiz birer karpuz kapıp fırladık bahçeye. Dut ağacının altı, beş on dakika sonra karpuz kabuğu çöplüğüne dönmüştü. Kesiyorduk karpuzu, azıcık pembeyse bırakıyorduk olduğu yerde... İlle de kan kırmızı olmahydı karpuz dediğin! Yarım saat sonra serildik yere. Karınlarımız şişmişti, hatta biraz da ağrımaya başlamıştı. Bahçe karpuz kabuklarıyla dolup taşmıştı. Sinekler saldırıya geçmişlerdi kabuklara. Bir yandan da karıncalar... Birbirlerine haber göndermiş tek dizi halinde geliyorlardı bu sıcakta karpuzun suyunu içmeye... Bizde bütün bunları izleyecek hal kalmamıştı. Karpuz denen meyvenin gereksiz, işe yaramaz bir şey olduğu kanısına varmıştık. "Su, yalnız su bu karpuz.." dedi Selim. "Kavun olsaydı keşke". Ayşe "Kirazı bir şeye değişmem" dedi. Ama Hasan'ın düşlediği çilekti. "Bu kadar çok yerseniz onlan da sevmezdiniz" dedim bilgiç bilgiç... Gölgeler iniyordu artık. Kalkıp gittiler birer birer. En sona Ayşe kaldı. "Ben çok sevdim karpuzları" dedi. "Ama annen darılmayacak mı ortalığı pıslettin diye." Aldı bir süpürge bahçeyi derledi topladı, ben de kabukları çöpe attım. Sonra gidip karpuzları saydım, yüz kırktı sayısı. On tane yemişiz ya da ziyan etmişiz. Ne yapmalı, nasıl hesap vermeli? Ağabeylerim geldiler ilkin. Karpuzları görünce onlar da bıçağı çekip saldırdılar. Bir, bir daha, bir daha... Akşam babamla annem karpuzlara baktılar, bir şey demediler. Akşam yemeğinde hiçbirimizde karpuzlara çatal değdirecek hal yoktu. Babamla annem o kocaman kıpkırmızı göbeği yerken bize bakıp gülüyorlardı.. (Arkası 17. Sayfada) OKURLARDAN Yabancı dilde öğretim üzerine 27 Temmuz 1989 günlü Cumhuriyet'İe, 1718 yaşından sonra yeni bir Yükseköğretimde yabancı dil dil öğrenmek büyük bir iş" tartışması başhklı önemli bir görüşünü ileri sürüyor. konu ele alındı. Doç. Cem Alptekin de, "Yabancı dilde Öğrenci H. Ekim ise, öğretime 'hayır' demeden Ingilizce yükseköğrenim önce" yazısıyla, yabancı dilde görmenin sakmcalan öğretimi savunan görüşlerini sorusunu, "Bence en büyuk yansıttı. Katılmadığım sakıncası, insanlann güzel görüşlerinden birkaçına Türkçe konuşamaması. değinmekte yarar görüyorum. Konuşmalanmn arasında Sultan 2. Mahmut tngilizce terimleri zamanında, 1839 yıhnda, sıkıştırmalan. Bu da hiç hoş hekimlik öğretiminin değil. Ama bir yerde zorunlu Fransızca olarak yapılmasına oluyor. Mesela ben, Türkçe başlanmış, olumsuz sonuç öğretim gören bilgisayar vermesi üzerine 1870'te uygulama kaldırılnuştır, mühendisliği öğrencileri ile Günümüzde yabancı dilde bir tartışmada derdimi Türkçe öğretim yapan kurumların anlatamıyorum. Onlann söz çoğalması karşısında, birçok ettikleri terimlerin bilim adamı ve aydın, bu tngilizcesini bildiğim için, ne uygulamamn sakmcalan dediklerini anlamıyorum" üzerinde durmak gereğini diye yamtlıyor. duymuşlardır. Aynı bilim dalmdakiler Ben, konuyu uzatmamak için. arasında anlaşmazlık olursa, aynı günkü Cumhuriyet'te yabancı dilde öğrenim gören yayımlanmış olan görüşlerden bir kimsenin halkla kısa alıntüar yapmakla bütünleşmesi beklenir mi? yetineceğim. Prof. Tahsin Yücel bu konuda, "Yabancı Sn. Alptekin'in kullandığı bir dil öğretmenin yolu. sözcük bende, öğrenci H. yiikseköğreiimi yabancı dilde yapmak değildir" diyor. Prof. E. Toğrol, "Yabancı dil öğrenmeye genç yaşta başlanırsa başarılı olunur. Ekim'in söyiediklerinin bir kanıtı izienimini uyandırdı. Bu sözcük Akültürasyon sözcüğüdür. Hiç duymamışttm. Baktığım sözlüklerde de bulamadım. Kültürün, Osmanlıca hars; Türkçe ekin anlamtna geldiğini biliyoruz. Acaba akültürasyon ne anlama geliyor? Işte size, yabancı bir sözcüğün halkı bilim adamma yabancılaştırmasımn canlı örneği Öğrenimi anadüimizle yapmak onurunu yitirmeyelim. sistemde bir tıkamklık var demektir. Sonra yine demokratik toplumlarda "kamuoyu oluşturma" olgusu vardır. Demokratik anlayış Belki otoriter ve totaliter ülkelerde kamunun tepkisi bastınlabileceği içinönemsenmeyebilir; ancak demokratik yönetimlerde kararlar önce tartışmaya açılmalıdır. BoyL.ce yetkililerin görüşleri alınır, karşı tezler incelenir, tartışma sonucundaki sentezlerden karar alma sırasında RÜŞTÜ ERGUN yararlanılır. Bütün bunlar Işmbilimci (Radyolog) olurken ilgili kişi ve kurumların kendi bünyelerinde hazırlık yapmaları sağlanır ve belirtilecek bir tarihte politik tercih doğrultusunda (doğru ya da yanlış) yetki sahibi Eğer bir ülke demokrasi ile tarafından (her türlü yönetiliyor ise, karar alma sorumluluğu da üstlenilerek) sürecinde mutlaka ilgili organların, baskı kümelerinin, yürürlüğe konur. etkilenen çevrelerin ve Yoksa böylesine önemli kamuoyunun göriişlerine kararlar stokçuluk yapumasm baş vurulmalıdır. diye son anda açıklanan zam Konvertibiliteye geçişte haberleri gibi birdenbire Merkez Bankası Müdürü, İMKB devre dışı tutuluyorsa, verilirse o ülkedeki demokratik anlayış kuşku gümrük fonlarmdaki "şok uyandırır. kararlar" sanayicilere sontlmadan ahnıyorsa SARP Y. D/KER CAÛOAS YAYINUfll ABD ASİL NADiR'i DE HARCIYOR Kuflan kullan at!.. Uluslararası bağlantılar ortaya dokuluyor. Koskotas Kaşıkçı Nadir isbırlıği nerede ve nasıl başladı. nerelere kadar uzanıyor? Koskotas. ya konuşursa... Lüksemburg'tan Irangate'e... Kumar makinelerinin marifeti! Uyuşturucudan gelen kirli para nasıl aklanıyor? Türk ordusu niçin rahatsız? Dünya basını Asıl Nadir'e kelepceyi taktı bile! Oefterler dürulecek. "Türkiye'de yer yerinden oynayacak". Koskotas ve Kaşıkçı'dan sonra ILHAN SELÇUK'un Ye ni k i ta b ı • ASIL NADIRIN SUPER REKLAMI: KENAN EVREN • 6ENERALLİKTEN SONRAKİ RÜTBE: HOLDING PAŞALARI. TAM LİSTEYLE... • SOKAKTAKI ADAM. "KÜRT" DEYİNCE NE ANLIYOR? • KAHRAMAN ARARKEN, KAYMAKAMI KAYBETMEK? BAHÇESARAY KAYMAKAMINİN BAŞINA GELENLER • Tuğgenerai Altay Tokat ın Yecetesıne" Dıyarbakır ın onde gelenlen ne dıyor? • Edebiyat dergiciliğimiz ölüyor mu? • Iran'da grev yapmak neden haram? • Cemal Süreya: "Ölü yasalar" • Ve Tann'nın tahtı sarayı 8 dağ kecısinın sırtında! • Toktamış Ateş. sıyasi partiler ve demokrasiyi yorumladı • Necatı Cumalı Mecıt Unai yasamalı • Deniz Gökce. "Karton Hasanlar her yerde" diyor 9 • Doğu Penncek. Sol kendi statukosuna boyLn eğecek m JAP^N GÜLÜ 2. bası bitti, 3. bası çıktı. 7.000 TL. (KDV içinde) Çağdaş Y a y ı n l a r ı , Türk Ocağı Cad. 394 1 CağaloğluİSTANBUL Her şeye rağmen o halkı sevmişti, ama bir çok fedakârca katkısına rağmen içinde bulunduğu toplumun çelişkilerinin üstesinden gelemedi; sonunda yitirdi dayanma gücünü Ve kararlı saf, bilimsel olmayan yüreği ile böylesine bir öliimü seçti. Ve o yürekliydi. Ve biz, ve ben, ve halkın seni ve fedakâr katkılarını hiçbir zaman unutmayacağız. Söz veriyoruz sana karakızınuz. Köy Enstitülüler'den kişilikli ve gerçekçi bir eğitimciyi, VEFAT VE TEŞEKKÜR Üsküp eşrafından Birlik Gazetesi yazarlarından HÜRREM ARMANGİL'İ kaybetmenin verdiği acı çok büyük. Tüm Köy Enstitülülerin ve Köy Enstitücülerin başı sağolsun. CELALTUNA 25.8.1989 günü vefat etmiştir. Cenazesi 26.8.1989 cumartesi günü Silivrikapı Mezarlığı'nda toprağa verilmiştir. Acımızı paylaşan tüm dost ve akrabalara teşekkür ederiz. AİLESİ SADAKAT ÖZKAP (19641989| M. RAÜF İNAN DURSUN ATILGAN DOSTLARI ADINA \AŞAM YOLDAŞI OKTAY ÖZKAP Soydaşlanmızı hem aç açık bıraktık hem de Bulgaristan'dan gelen göçmenlerle ilgili iddialar ayyuka çıktı. SOKAK olayları yaşayan kadın göçmenlerle konuştu: "Gece ikide odamıza giriyorlar Doğu'da askerlikten kaçanlar: " Ne asker ne korucu olmak istemiriz." Heavy MetalTürkiye'de"Üzerinize işemek istiyorum" EşkıyayaSevdalananlar : "Kocan APO'cu diyorlar." ÖNÛTMAYIN Eşcinseller zincirlerini kırıyor. zorladık