Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
17 Mayıs 2017 Çarşamba Akademi 3 >> ayrılabilir mi? Bu sorunun iki farklı cevabı var: (i) Özne nesneden ayrılabilir, nesnellik mümkündür ve realite bilinebilir. (ii) Özne nesneden ayrıştırılamaz, mutlak nesnellik sağlanamaz, realite yoruma tabidir. Birinci cevap pozitivist anlayışı sergiler, buna göre değer yargılarından arınmış nesnel bir sorgulama mümkündür. Bu sayede realiteye ilişkin bilgiye ulaşabiliriz. İkinci cevap eleştirici bir anlayış sergiliyor. Buna göre öznenesne ayrılığı mümkün olamaz, realiteye dair bilgilerimiz mutlak bir nesnellikle elde edilemez. Bu ikinci cevap sadece felsefi bir görüş içermiyor; Heisenberg’in 1927’de ileri sürdüğü belirsizlik ilkesi öznenesne ayrılığının fizik araştırmalarında dahi geçerli olmayacağını ortaya koydu. Kaldı ki tüm gözlemler algılama organlarımızın süzgecinden geçmek zorunda olduğundan her zaman tahriflere açıktır. Kısacası nesnellik sağlama çabası, sosyal bir süreç neticesinde mutabakat sağlamaktan öteye taşınamaz ve ister istemez değer yargıları içerir. Bu gerçeklere rağmen pozitivist anlayış etkisini günümüzde de sürdürüyor. 19. yüzyılda teknolojinin büyük bir güç olarak ortaya çıkması pozitivizm sayesinde oldu. Pozitivizme göre bilimsel sorgulama pratik sorgulamadan ayrılabilir ve bilim değer yargılarından etkilenmeyen platformlarda yol alır. Oysa örneğin, bilimsel araştırma gündem ve bütçesi, laboratuvarda yapılacak gözlem ve deneylerin neyi içereceği gibi kararlar pratik tercihler içerir. Şunu da ekleyebiliriz: Sanayi devrimi ile öne çıkan teknolojik tercihlerin pratik üzerindeki etkisi giderek artan ölçüde sürmektedir. Pratik tercihlerin çoğu kez tartışılmadan kararlaştırıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Pozitivist söylem, deyim yerindeyse, teorinin arkasına sığınarak egemen sınıfların çıkarı doğrultusunda fütursuzca kullanılıyor. Bu yaklaşımın vahim sonucu bilimin, sözde bir nesnelliğe sığınarak kendisini pratikten ayrı göstermesi ve bundan yararlanacak çıkarlara alet olma tehlikesi ile yüz yüze kalmasıdır. Nitekim bu gelişmeler sonunda toplum yaşamını doğrudan etkileyen kararların, bu kararları alma yetkisini adeta gasp eden “uzmanlarca” alındığı antidemokratik bir aşamaya ulaştık. Örnekleri her alanda görülebilir. Merkez bankalarının bağımsızlığı, piyasaları denetleme görevi yapan “üst kurulların” ihdası gibi neoliberal düzenlemeler hep bu sözde “nötr” uzmanlık iddiasının tezahürleridir. İşlerin buraya varmasının başlıca nedeni dünyaya hükmeden kapitalizmin, sermaye birikim sürecini teminat altına alma endişesidir. Kapitalizm bu uğurda bilimi kendi yanına almak, bilimsel gerekçeler kisvesi altında kendi hedeflerini kabul ettirmek için her şeyi yapıyor. Kapitalizmin amaçlarının çoğu kez söylendiğinin aksine, demokrasi ile bağdaşması zordur. Gerek bilimin gerek toplumsal pratiğin karşı karşıya olduğu; kısacası modernitenin yol açıp da çö Karl Werner Heisenberg (19011976), teorik fizikçi. Bir parçacığın momentumu ve konumunun aynı anda tam doğrulukla ölçülemeyeceğini söyleyen belirsizlik ilkesini öne sürdü. 1932’de Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı. zümünü bulamadığı çağımızın büyük açmazı budur. Meşruiyeti belirsiz bir iradenin yaşamımıza hükmetmesidir. l Hakikat kuramı Hakikatin sorgulanması, yani bölünmez bilgiye ulaşma çabası klasik bilim yönteminin ötesinde çetrefil zorluklar içerir. Newton döneminden bu yana yürürlükte olan bilim paradigmasının geçirdiği ve bugün de devam eden dönüşümün temelinde bu yatar. Modern bilim realitenin lineer nedensonuç ilişkileriyle açıklanamayacak ölçüde kompleks olduğunu ortaya koyuyor. “Her sonucun bir nedeni vardır” gibi Newton’cu bilim paradigmasının temelinde yatan faraziyelerin kabul edilmesi artık mümkün değil. Anlıyoruz ki evren ve dünya kompleks bir sistemdir ve her sonucun bilinmeyen sayıda ve bilinemeyecek birçok nedeni olabilir. Kompleksite kuramı yalınkat nedensonuç ilişkilerine dayanan açıklama ve öngörme yöntemlerinin geçerli olmadığı yeni bir realiteye işaret ediyor. Yeni paradigma arayışları bilimin gündemindedir. Bu da bir kez daha gösteriyor ki nesnellik fen bilimlerinde dahi ancak sosyal mutabakat süreçleri ile sağlanabilir. Kısacası nesnellik toplum pratiğinden bağımsız biçimde tanımlanamaz. Fen bilimlerinde durum böyle iken pratik ve özgürleşmeye dair önermelerin geçerliliği nasıl doğrulanacak? Toplumsal yaşamın devamı için gereken kendini yeniden üretme eylemi dışsal ve içsel iki farklı alanda cereyan eder: (i) Maddi üretimi ve devleti içeren, para ve iktidar ilişkilerinin yer aldığı dış alan; yani sistem. (ii) Ki şilerin anlaşma ve uzlaşma ihtiyaçlarına ve özbenliklerine hitap eden; kültür ve kişilik alanı; yani yaşam dünyası. Yukarıda açıklandığı gibi geç dönem kapitalizminde yaşam dünyası sistemin saldırısı altındadır; bilginin bilgiye tahakküm ettiği, hakikatin inkâr edilebildiği bir dönemdeyiz. Pratiğe ve özgürleşmeye dair önermelerin geçerliliği ancak bütün baskılardan arındırılmış sosyal mutabakat süreçleri ile sağlanabilir. Bunun için elimizde birisi diyalektik diğeri eleştirel iki yol var: (i) Önermeleri karşıt önermeler önünde sonuna kadar sorgulamak; (ii) hiçbir önermenin mutlak olmayacağını kabul etmek. Bunları yerine getirdiğimiz ölçüde doğrulama işlemi sosyal bir süreç dahilinde yerine gelmiş olacak. Toplumsal ilerleme, öneri veya tezlerin çatışmasıyla; ama tezlerden birinin galip gelmesiyle değil, önceden bilinmeyen bir sentezin tezahürü ile mümkündür. Bir tezin galip gelmesi, sadece o tezi savunanların beklediği sonucu doğurmaz. Tezimizi savunurken neticeden emin olamayız; ama becerirsek eğer, hiç bilmediğimiz yeni bir kurgu ortaya çıkar, bilinmedik ufuklar açılır, hayat zenginleşir. Ama tezimizi savunmazsak bunlar gerçekleşmez. Yani tahayyüllerimizi gerçekleştirmeye çalışmak iyidir ama insan pratiğinin diyalektiğini görmezden gelmemek ve bağnazlık çizgisini aşmamak kaydıyla. O çizgi işte şuradan geçiyor demek de bir önermedir; rasyonalite, yani akıllılık bunu yaparken hataya düşmemek anlamına gelir. Hakikat arayışında son nokta bundan ibarettir ve bu gerçek akademik özgürlüğün hayati öneminin altını çizer. Kısacası akademik özgürlük ol madan ne teorik, ne pratik ne de özgürleştirici bilgiye ulaşmak mümkün olabilir. lAkademinin özgürlüğü ve özerklik Egemen sistemin siyaset vasıtasıy la akademik özgürlüğü doğrudan ve açıkça kısıtlaması konusunda fazla söz söylemeye gerek yok. Bu kısıtlamalardan daha vahim olan, sistemin dolaylı yoldan dayattığı, yaşam dünyasına tecavüz eden ve kendiliğinden harekete geçen kısıtlamalardır. Yaşadığımız dönem, sistemin gereklerini sorgulamak yerine içselleştirerek kabul eden zihniyetin ödüllendirildiği bir dönem. Bir çeşit otosansür akademiyi ve üniversiteleri adeta tutsak aldı. Bu engelleme açık zorbalıktan daha sinsi, daha etkili ve daha tehlikelidir. Üniversite eskiyi tekrarlayan kısır bir makineye döner; yeniyi inşa etme, toplumu geleceğe taşıma misyonu unutulur. Akademinin namusu direnmeyi göze alarak yalnızlığa itilen bir avuç azınlığın omuzlarına yüklenir. Bugün gidiş ne yazık ki bütün dünyada bu yönde. Bu koşullar altında üniversite özerkliğini iki yanı keskin bir bıçağa benzetebiliriz. Kısıtlanmış bir özerklik akademik özgürlüğü de kısıtlayacağı gibi bazen öyle olmadığı da görülebilir. Özerkliği değerlendiren bir Avrupa Birliği projesi var. Orada elde edilen sonuçlara kısaca bakabiliriz.2 Uygulanan metodolojide özerklik; örgütlenme özerkliği, mali özerklik, istihdam ve özlük özerkliği ve akademik özerklik olmak üzere dört ana eksende tanımlanmış ve 29 ülke arasında sıralamalar yapılmış. Buna göre örneğin Birleşik Krallık üniversiteleri, dört ölçütte de ön sıralarda yer alıyor. Son güncellemede yer almayan Türk üniversiteleri 2015 değerlendirmesinde, dört ölçüte göre, 28., 23., 21. ve 25. sıralarda yer alıyor. Bu sonuçlar şaşırtıcı sayılmayabilir. Ancak 2016 güncellemesine göre Fransız üniversitelerinin 20., 24., 27. ve yine 27. sırada olduğunu görüyoruz. Anlaşılıyor ki Türkiye özerklikte Fransa’ya göre daha kötü durumda değil. Öte yandan, sıralamalar incelendiğinde özerklik ile özgürlük arasında birliktelik olduğunu, özerkliğin akademik özgürlük için bir teminat oluşturduğunu söylemek kolay görünmüyor. Bu bağlamda özerklik sıkıntısı olmayan seçkin birçok ABD üniversitesinin akademik özgürlükleri bir yana koyarak, esas itibarıyla sermaye sınıfının ihtiyaçlarına cevap verdiğini de hatırlayabiliriz. O halde soralım: Sistemi sorgulama görevlerini unutan, toplum sorunları karşısında sessiz kalan üniversitelerimizin tam özerklik kazanmaları neye ve kime hizmet edecektir? n 1 Yazıda akademik formalizmi esneterek okuma kolaylığı sağlamaya çalışacağız. 2 European University Association, “University Autonomy in Europe”, http://www.universityautonomy.eu, erişim tarihi 8 Mayıs 2017.