Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 Mart 2017 Çarşamba Akademi 9 >>Özellikle modern bilimin doğuşu ile birlikte bilim yapanların ayrıcalıklı bir tür zümre olduğunu söylemek zor değil. 19. yüzyıl başlarından itibaren bilimle uğraşanlar ve bu alanda söz sahibi olanlar Avrupalı, beyaz, zengin ve çoğunlukla aristokrat erkeklerdi. Dolayısıyla erkek egemen bir çalışma ve bilgi üretme alanında neyin nasıl araştırılacağını, hangi konunun araştırmaya değer olduğunu ve elde edilen bulguların nasıl yorumlanacağını belirleyen paradigmanın da bir cinsiyeti olduğunu ve bunun eril bir cinsiyet olduğunu söyleyebiliriz. Simone de Beauvoir “Dünyanın temsili, tıpkı dünyanın kendisi gibi erkeklerin eseridir; onu mutlak doğru saydıkları kendi bakış açılarından tanımlarlar” derken verili kabul edilen tüm toplumsal yapı ve rollerin birer kurgu olduğunu ve kurguyu yapan egemen sınıfın erkekler olduğunu ifade eder. De Beauvoire’a gönderme yapan feminist düşünür ve bilimci Evelyn Fox Keller’ın şu önermesi oldukça zihin açıcıdır: Kadın doğulmuyor kadın olunuyorsa bu erkekler için de böyledir, bilim için de. Bilim bir toplumsal faaliyet alanı olarak, sadece basit mantıksal deliller ve deneysel ispatlar tarafından tanımlanmayan bir dizi uygulama ve bilgiler manzumesidir. Tekdüze, doğrusal ve gerçeğe doğru ilerleyen bir bilimsel bilgi üretim sürecinden ve tek tip bir bilimsel yöntemden bahsetmek mümkün değil. Benzer biçimde toplumsal cinsiyet rolleri düşünüldüğünde de kadın ve erkek toplumsal cinsiyet rollerinin “bilimsel” dayanağı olarak ileri sürülen eril ve dişi kavramlarının da biyolojik bir zorunluluk değil, kültürel ve toplumsal olarak tanımlanan kategoriler olduğu söylenebilir. Dolayısıyla Keller’ın ifade ettiği gibi, kadınlar, erkekler ve bilim karmaşık ve iç içe geçmiş bilişsel, duygusal ve toplumsal güçler dinamiğinden birlikte doğarlar. Bu karmaşık sistem içinde bilim ve erillik arasında tarihsel bir birlikteliğe tanık olurken, toplumsal cinsiyet ideolojisinin bilimin oluşumuna ve tam tersi doğrultuda bilimin toplumsal cinsiyet ideolojisinin oluşumuna nasıl etki ettiğini gözlemlemek de mümkün. l İkili cinsiyet sistemi Patriyarkal toplum yapısının temel ögesi olan ikili cinsiyet sistemi bilimsel düşüncenin üzerine kurulduğu ikili karşıtlık sisteminden beslenmiştir. Bilimsel bilginin temelini oluşturan özne ile nesne arasındaki ilişkinin tarihsel süreç içerisinde cinsel ilişki, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet metaforları ile tarif edildiğini görebiliriz. İkili karşıtlık sistemlerinin kadınerkek karşıtlığı ile ilişkilendirilme biçimleri doğa bilimlerinin toplumsal ve kültürel yapılara yansıtılması sonucu oluşur. Eril ve dişil kavramları mutlak birer kategori değil hem biyolojide hem toplumsal yapı içerisinde geçişli ve değişkendirler. Biyolojiden devşirilen bu kategorilerin kültürel olarak kurgulanan kadınerkek cinsiyet rollerine “bilimsel” bir dayanak olarak sunulması beraberinde hem toplumsal hem entelektüel alanların ikili bir karşıtlık sistemi ile kurgulanmasına ve kimi niteliklerin eril, kimi niteliklerin dişil olarak sınıflandırılmasına yol açmıştır. Bu sınıflandırma ise, örneğin nesnellik, akıl ve zihin ile ilgili kavram ve özelliklerin eril bir doğası olduğu, öznellik, duygu ve doğa ile ilişkili kavram ve özelliklerin dişil bir doğası olduğu, dolayısıyla erkeklerin daha nesnel, daha akıllı kadınların ise öznel ve duygusal olduğunun “bilimsel birer gerçek” olarak algılanmasına neden olmaktadır. Böylesi bir ayrışma ise sadece kadınları bilim alanından dışlamakla kalmıyor, dişi ile eril, öznel ile nesnel, sevgi ile erk arasında geniş ve derin bir uçurum yaratır. lModern bilimin ‘babası’ Bilimin ve bilgi üretiminin geçmişte ve günümüzde farklı biçimlerde ele alındığı söylenebilir. Antik Yunan’da sevginin rehberliğinde bilgiye giden yol olarak tanımlanan bilim, modern zamanlara geldikçe doğa ve işlev bakımından oldukça değişmiştir. Modern bilimin “babası” olarak kabul edilen Francis Bacon’un bilimin tanımı ve işlevi üzerine düşünceleri, bilimin maddi doğanın bilgisine ulaşmak için bir araç olduğu, bilginin ise erk olarak kabul edildiği yönündedir. Bacon bilimi “akıl ve doğa arasında iffetli bir evlilik” olarak tanımlamış ve doğanın yasalara bağlı ancak akıldan yoksun olduğunu söylemiştir. Maddi doğanın akıl tarafından “baştan çıkarılmasının” ve “fethedilmesi”nin mümkün olduğunu söyleyen Bacon’ın bilime yaklaşımında doğanın dişil, aklın ise eril olarak nitelendiği görülebilir. Doğanın izini sürerek, fethetmek ve boyunduruk altına almak ve böylece onu temellerine kadar sarmak bilimin temel gayesi olarak görülmüştür. Nihayetinde akıldan yoksun ancak yasalara bağlı doğa/kadın, ancak bilim/iffetli bir evlilik yoluyla boyunduruk altına alınabilir ve üzerine hâkimiyet kurulabilirdi. Bacon’ın akıl ve doğa arasındaki ilişkiyi heteroseksüel bir evliliğe benzeterek yaptığı bu tanım kadın ve erkek arasındaki ayırımın bilimsel düşünce ve bilim yapma yollarıyla yaygınlaşmasına da hizmet eder. Aynı zamanda 1600’lü yıllardan bugüne geldiğimizde neden hâlâ birçok devlet tarafından kabul edilir tek ilişki biçiminin kadın ve erkek arasında evlilik bağı ile kutsanmış ilişki olduğunu sorgulamaya da hizmet etmelidir. l Eril tahakküm Günümüzde toplumsal cinsiyet kavramı ile ilişkili olarak ele alınan birçok soru ve sorunun modern bilimin temellerinin atıldığı döneme hâkim olan eril tahakküm Simone de Beauvoir: “Dünyanın temsili, tıpkı dünyanın kendisi gibi erkeklerin eseridir; onu mutlak doğru saydıkları kendi bakış açılarından tanımlarlar.” zihniyetinden kaynaklandığını söylemek abartılı olmaz. Kadın cinayetlerindeki akıl almaz artış, kadını çalışma hayatının dışına iten sosyal politikasızlıklar, LGBTİQ hareketinin öznelerine yönelik nefret söylemleri ve yok sayma politikaları, çocuk istismarının artışı, kadına ve çocuğa karşı işlenen suçların cezasız kalması ve tüm yaşananların neticesi olarak hepimizin adalet duygusunun tamirin ötesinde örselenmesi, aklı duygudan, nesneyi özneden, erki sevgiden ayrıştırarak hakikat arayışı iddiasında bulunan eril bir bilim anlayışının günümüze yansımasıdır. Elbette ki iktidar hakikat arayışında insanı duygu ve düşünceden müteşekkil bir varlık olarak merkeze alan, istatistiklerde standart sapma olarak dağılım dışı kalanların sesine kulak kesilen, resmi olmayan dillerde konuşanların sorunlarına yönelen ve öznenin beyanını esas alan bir bilim anlayışına tahammül edemez. Ancak unutmamak gerekir ki hakikat engel tanımaz, tüm gerçekliği ile onu yok sayanların karşısına dikilir çünkü bilim ve akademi hiçbir zaman biat etmemiştir ve etmeyecektir! n KAYNAKÇA S.J. Hekman, Toplumsal Cinsiyet ve Bilgi: Postmodern bir Feminizmin Öğeleri, çev. Ü. Tatlıcan, B. Balkız (İstanbul: Say, 2016). E.F. Keller, Toplumsal Cinsiyet ve Bilim Üzerine Düşünceler, çev. F.B. Aydar (İstanbul: Metis Yayınları, 2007). T. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. N. Kuyaş (İstanbul: Kırmızı Yayınları, 2014).