02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 Mart 2017 Çarşamba Akademi 3 >> düşkünlüğüne müptela olan babası Sultan Abdülmecid’in “sulbünden” (zürriyetinden) gelmesine bağlaması ilginçtir. Nedeni ne olursa olsun, Sultan Abdülhamid marazlı korkuların pençesindedir. Kimseye güvenemiyor, sürekli hal’ edilmek korkusu içinde yaşıyordu. Bu ruh hali onu yalnızlaştırıyor, Yıldız Sarayı’nın duvarları içine kapatıyordu. Selamlık Resmi Âlisi bile Hamidiye (Yıldız) Camii’nde icra ediliyordu. Sarayından yılda üç kez, Topkapı Sarayı’ndaki Mukaddes Emanetleri ziyaret etmek ve dini bayramlarda Dolmabahçe Sarayı’nda bayramlaşma törenine katılmak için çıkıyordu. Yıldız Sarayı, İstanbul’un içinde bir microcosmos haline gelmişti. Öyle bir küçük evren ki, hepsi sarayda kalmasa da saraya hizmet eden yaklaşık 12 bin kişinin istihdam edildiği, çevresine koruma amacıyla 15 bin adamın yerleştirildiği bir mekân. Saray muhafızlarının yaklaşık 5 bin kadarı Arnavutlardan oluşuyor ve Sultan’ın çok güvendiği Arnavut Tahir Paşa’nın emrinde bulunuyordu. Ermeni tehciri sırasında Sivas yakınlarında öldürülen gazeteci ve yazar Diran Kelekyan, İngiltere’de Contemporary Review’da yayımlanan “Yıldız’da Hayat” adlı yazısında (1896) 350 kadar mabeynci, kâtip, yaver, musahip, 60 hekim, 30 eczacı, 1000 hademe, 400 mutfakçı ve 400 musikişinastan söz eder. Bu kuşku ve korku onu görev dağıtırken liyakate değil, sadakate öncelik tanımaya yöneltiyordu. İbnülemin Mahmut Kemâl İnal’dan [günümüz Türkçesiyle] dinleyelim: Memuriyetlerin genellikle ehil olmayanlara verilmesi, devlet daire ve meclislerinin mahdum ve damat beyefendiler, müntesipler, dalkavuklar, bendeler ve kerli ferli hafiyelerle doldurulması, bunlara –ilanı iflas edecek hale gelen– devlet hazinesinden bol maaşlar, büyük rütbeler ve nişanlar verilmesi ve hak edenler ve namuslu olanlara yüz verilmemesi ilgililerin, belki kamunun gücenmesine ve tepkisine yol açıyor ve devlet işlerinin karmakarışık olmasına neden oluyordu.2 lMilletin babası Yıldız Sarayı’na kapanan Sultan Abdülhamid kendini milletin babası olarak sunan bir imaj yaratmaya çalışıyordu. Bu öyle bir imajdı ki, adeta baba millet için değil de, millet baba için vardı. Artık okulların, camilerin, köprülerin, saat kulelerinin, hastanelerin, demiryollarının, içme sularının, çeşmelerin başına “Hamidiye” sözcüğü ekleniyordu. Bu imajın yaratılmasında Halifelik sıfatının öne çıkarılması kadar, tarikatlardan, şeyhlerden, kabile reislerinden, Ebulhuda Sayyad, Muhammed Zafir, Yahya Efendi Tekkesinin şeyhi Abdullah Efendi gibi tarikat ehlinden yardım alıyor, onları hoş tutuyor, Saray’da ağırlıyordu. Kendisi de tarikat ehli idi. Kadirîyye ve Şaziliyye tarikatlarına mensuptu; Nakşî, Halvetî ve Rifaîler’le de arası iyiydi ama, Mevleviler ve Bektaşiler’den pek hazzetmezdi. Kızı Ayşe Sultan anılarında, baba Sultan Abdülhamid’in kuşku, vehim ve vesvesesi yaşlandıkça arttı. sının “Din ve Fen” diye bir sözü olduğunu, “her ikisine de itikat etmenin caiz olduğunu” söylediğini ifade ediyor.3 Sultan Abdülhamid dini ve hilafet kurumunu en etkili şekilde kullanmış bir padişahtı. Halifeliğe yeni bir anlam kazandırmış, “emirü’l müminin”, “zıll’ullahı fi’l arz”, “hadimü’l Harameynü’lMuhteremeyn” sıfatlarını bol bol kullanarak, adil, şefkatli, cömert bir hükümdar imajı yaratmaya çalışmıştır. Ve bu sıfatıyla öncelikle İmparatorluk içindeki Müslümanları, Türkleri, Arnavutları, Arapları ve Kürtleri bir arada tutmaya, Britanya gibi Müslüman topluluklara sahip olan ülkeler üzerinde de tehdit oluşturmaya çalışmıştı. Öte yandan Panİslamist olduğu söylenemez. Zira dünya Müslümanlarını bir araya getirmek gibi bir hayalin peşinde koşmamış; yalnızca Halife sıfatıyla bütün Müslümanların manevi lideri olduğunu vurgulamak istemişti. Abdülhamid’in Hilafet siyaseti “öncelikle kendi kişisel iktidarını güçlendirmenin bir yoluydu”. lFen ve eğitim Fen ya da eğitime gelince: Sultan’a göre halk henüz reşit değildi; yani “baba” evlatlarının henüz yeterince olgunlaşmadığını düşünüyordu ve bu darboğazın ancak eğitimle, fenle, teknikle aşılabileceğine inanıyordu. Eğitime önem vermiştir. Uzun saltanat yıllarında okullaşma büyük gelişme göstermiş, rüşdiye ve idadilerin yanı sıra sanat okulları, ziraat okulları ve öğretmen okullarının ve diğer meslek okullarının sayısı önemli ölçüde artmış, yeni yeni yüksekokullar, örneğin Sela nik Konya ve Bağdat’ta hukuk okulları, Şam’da bir tıbbiye açılmıştır. Bu okulların taşraya yayılmasına özen gösterilmiş olması da önemlidir. Yemen dışındaki bütün vilayetlerde bir maarif idaresi kurulmuştur. Bu çabalarda gayrimüslimlerin ve misyonerlerin açtıkları çok sayıdaki okula karşı bir tedbir alma endişesi de rol oynamıştır. Camiden çok okul yaptırdığı söylenir. Abdülhamid’in eğitim siyaseti nasıl bir sonuç doğurdu? Bir kere eğitim alanındaki talebi karşılayamadı. İkinci olarak gayrimüslimlerin ve misyonerlerin açtıkları okullarla rekabet edemedi. İmparatorluğun Müslüman olmayan çocuklarını bu okullara çekemedi. Müfredatında, yıllar itibarıyla giderek artan dozdaki “din ve ahlak” muhtevası, halifeye ve sultana bağlı kullar yetiştirmeyi hedeflese de, “asiler” Tıbbiyei Şahane, Mülkiyei Şahane, Harbiyei Şahane gibi okullardan çıktı. Tarihin tekerleğini geriye çevirmek mümkün olmuyordu. Saçma sapan bir sansürün varlığına ve zaman zaman hamam külhanlarında “muzır” kitapların yakılıyor olmasına rağmen onun saltanat yıllarında basın ve yayın faaliyetleri de bir hayli gelişmiş ve taşraya yayılmıştır. Telgrafı ve demiryolunu yaygınlaştırmış ama telefondan korkmuştur. Sultan Abdülhamid gazetecileri kolay kolay hapse tıkmazdı. Onları para, rütbe ve nişanlarla yola getirmeye çalışır; bunu başaramayınca mektupçuluk, mutasarrıflık vb. görevlerle “sürgün”e gönderirdi. Sultan, kimi kaynaklarda dile getirildiği gibi kıyıcı değildi; tahammüllü ve sabırlıydı. lMirası: Maddi ve manevi Gayrimenkul mirası meselesine ge lince: Sultan Abdülhamid’in imparatorluğun çeşitli yerlerine dağılmış, kendi adına tapuda kayıtlı gayrimenkulleri muazzam bir yekun tutuyordu. Bu zenginliğin başına gelenlerin öyküsü de ilginçtir. II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra bir irade ile mülklerinin ve gelirlerinin bir kısmını devlet hazinesine kendisi devretti. Hal’ edildikten sonra bu kez Sultan Mehmet Reşat’ın bir iradesiyle (1909) tapuya kayıtlı mallarının çok büyük bir kısmı devlet hazinesine aktarıldı. 1920 yılında en küçük biraderi Sultan Mehmet Vahdettin de bir irade yayımlayarak Sultan Abdülhamid’in daha önce devlet hazinesine devredilmiş “emlak ve arazi ve çiftlikât ve müessesat ve imtiyazatı(nı) ... Hazinei Hassai Şahaneye” devir ve iade etti. Mesele Sevr Antlaşması’nda ve daha sonra Lozan Antlaşması’nda da gündeme geldi. 3 Mart 1924 tarihinde TBMM’de kabul edilen “Hilafetin İlgasına ve Hanedanı Osmanî’nin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun”la iş daha da karmaşıklaştı. Anılan kanunda ... “padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti arazisi dahilindeki tapuya merbut emvali gayri menkulleri millete intikal etmiştir” deniyordu. 1930’lardan başlayarak murisler tarafından çeşitli miras davaları açıldı. Yenileri de açılabilir. Sultan Abdülhamid’in 76 yıllık hayatında 12 karısından 17 çocuğu dünyaya gelmiştir. Bunların çocukları, torunları, onların çocukları ve torunları dikkate alındığında mirasa konmak o kadar kolay görünmüyor. Ayrıca bizi de ilgilendirmiyor. Cemil Koçak’ın bu miras konusunda hukukun mu, siyasetin mi son sözü söylediğini tartıştığı çalışması bu konudaki ayrıntıları vermektedir.4 Merak eden okuyabilir. Ancak 10 bin ile 11 bin adet arasında olduğu belirtilen bu gayrimenkullerin bazılarını hatırlatmak ilginç olabilir: l İstanbul’da Sultanhamamı’nda İzmirli Hanı l Eyüp’te 18 dönümlük eski Bahariye Kışlası l Dolmabahçe’de 39.667 arşın miktarında bostan l Arnavutköy’de Akıntı Burnu’nda gazino ve müştemilatı l Hereke Fabrikası ve civarında arazi l Çatalca’da 13 adet; Mihalıççık’ta 10 adet çiftlik ve arazi l Yalova’da 25000 dönüm orman l Beşiktaş’ta Ihlamur Caddesi’nde 3000 arşın miktarında arsa l Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi bitişiğinde üstünde odalar ve mağazalar bulunan dört dükkân l Nişantaşı’nda Kâmil Paşa Konağı Sultan Abdülhamid’in maddi mirası bugün de bazı kişileri ilgilendiriyor olabilir. Manevi, fikri mirası ise ne kadar öykünülürse öykünülsün, artık bir işe yaramaz. Ondan alınacak ilham toplumu ileriye değil, geriye götürür. Sonuç olarak François Georgeon’un değerlendirmesine yer verebiliriz: Osmanlıların “son büyük sultanı”, demek ki tam da büyük bir sultan değildir. Abdülhamid kişiliğinin, dönemin karikatüristlerinin kalemlerinden dökülen kanlı canavar veya paranoyak hükümdar çizgilerine indirgenemeyeceğine kuşku yoktur. İktidar hakkında otoriter bir algıya sahip olan Abdülhamid, devrine damgasını vurmuş ve ardında pek çok iz bırakmış, kendi içinde tutarlı bir ıslahatçıydı. Ama altı yüzyıllık, yaşlanmış bir imparatorluğun başına geçmiş ve imparatorlukların günlerinin her halükârda sayılı olduğu bir dönemde iktidara gelmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nu büyük bir modern devlet, büyük bir İslam gücü haline getirme düşünde başarısızlığa uğrayacaktı. Kabul etmek gerekir ki, önüne koyduğu bu hedef tek bir insanın sınırlarını çok aşıyordu. Ama sonuç olarak kendisini Yıldız Sarayı’nın içinde yalnızlığa mahkum eden de o değil miydi?5 n 1 Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid (Ankara: Selçuk Yayınları, 1984), 1011. 2 İbnülemin Mahmut Kemâl İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar, 3. Cilt (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1982), 1291. 3 Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, 25. 4 Cemil Koçak, Abdülhamid’in Mirası (İstanbul: Arba Yayınları, 1990), 5357. 5 François Georgeon, Sultan Abdülhamid, çev. Ali Berktay (İstanbul: İletişim Yayınları, 2012), 614.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle