24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 Mart 2017 Çarşamba Akademi 5 >>düzenlemeler ile gerekçe arasında anlamlı bağ kurmak için özel bir çaba da söz konusu değil. Dolayısıyla bir anayasa değişikliği için ilk adım kabul edilmesi gereken, “sorunun tanımlanması” aşamasından söz etmek doğrusu çok güç. Anayasa değişikliğinin hangi sorunları çözmeye yönelik olduğuna dönük görüş ve değerlendirmeler, daha ziyade iktidar sahiplerinin bölük pörçük ifadelerinden öğrenilebiliyor. Örneğin bu değişikliklerin “istikrar” sağlayacağı, yönetimde “iki başlılığa son vereceği,” “ekonomiyi iyileştireceği,” “terörü sonlandıracağı” gibi iddialar, en çok işitilenler. Ancak söz konusu “hedefler” değişikliğin içeriğiyle ilgisiz. Örneğin seçilme yaşının 18’e indirilmesi, TBMM üye tamsayısının 600’e çıkarılması, cumhurbaşkanına kararname çıkarıp TBMM seçimlerini yenileme yetkisi verilmesi ya da HSYK’nin adının, üye sayısının ve üyelerin seçim yönteminin değiştirilmesinin, terör eylemlerinin engellenmesiyle pek bir ilgisi olmadığını kabul etmek zor olmamalı. İstikrar beklentisi ise diğerleri kadar ikna edicilikten uzak. Diğer pek çok demokratik ülke “yönetim deneyimleri,” yönetimde istikrar açısından parlamenter sistemlerin, örneğin başkanlık sistemine göre daha başarısız olduğuna dair herhangi bir veri sunmuyor bizlere. Üstelik değişiklik önerisini sunan iktidarın Türkiye’yi 15 yıldır “tek başına” yönetiyor oluşu, söz konusu gerekçeyi daha da anlaşılmaz kılıyor. liki başlılık: SORUN DEĞİL, İLKE Değişikliği savunanların “yönetim de iki başlılığa son verileceği” vaadi ise hem güncel duruma hem de konunun tarihine değinmeyi gerektiriyor. Sorun olarak tanımlanan “iki başlılık,” bir sorun değil, parlamenter sistemin iki temel niteliğinden biri! Haliyle, iki başlılık denildiği andan itibaren, bir “sorun”dan değil, “ilke”den söz etmiş oluruz. İki başlılık, İngiltere’de doğan parlamenter sistemin iki belirleyici niteliğinden biri. Diğeri, bakanların meclise karşı tek ve toplu sorumlulukları. Yürütme organının iki başından biri devlet başkanı, diğeri bakanlar. Devlet başkanı, tarihsel süreçte büyük ölçüde sembolik bir makama dönüşünce, asıl güç bakanlara geçti. Malum, yetki ve sorumluluk paraleldir. Hükümdarın sorumluluğu yoksa yetkisi de olamaz. Bu nedenle, İngiltere’de olduğu gibi hükümdarların muhtelif yetkileri varmış gibi görünse de bunlar büyük ölçüde kâğıt üzerinde kalır. Örneğin İngiliz hükümdarının yasaları veto etme yetkisi olduğu gibi durmasına karşın, yaklaşık üç yüz yıldır bu yetkisi kullanılmıyor. Bu ve benzer pek çok örnek, bir yandan da her yönü/aşaması hukuk normu konusu olamayacak sistemler açısından teamüllerin/geleneklerin ne denli değerli olduğunu gösteriyor tabii. İngiltere’de Kraliçe, İspanya’da Kral, “Meclis hükümeti” sistemini öngören 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda dahi devlet başkanlığı makamına yer verilmemişti. Almanya’da Cumhurbaşkanı, konumlarını bilir; diğer yöneticiler gibi. Tabii İngiltere’de, yürütmenin iki başından biri “monark”. Yani seçimle işbaşına gelmiş bir devlet başkanı söz konusu değil. Batı demokrasileri içinde azımsanmayacak sayıda “parlamenter monarşi” var. Buralarda, yansız devlet başkanı modelinin, bir başka deyişle parlamenter sistemin saf halinin kabulü daha kolay. Diğer parlamenter sistemlerde devlet başkanı meclisler, kurullar ya da halk tarafından seçiliyor. Kuşkusuz halk tarafından seçim, kullanılacak yetkinin kaynağı ve meşruiyeti açısından daha güçlü bir konum sağlar. Ancak iki baştan birinin seçim usulü ne olursa olsun, klasik parlamenter sistemde asıl yetki, meclise karşı siyasal sorumluluğu olan bakanlar ve başbakandadır. Türkiye’de olduğu gibi. lTürkiye’de meclis üstünlüğü esastır Türkiye, parlamenter sistemin alâmetifarikası olan “bakanların tek ve toplu sorumluluğu” ilkesini, 1876 Kanunu Esasi’de 1909 yılında yapılan değişiklikle kabul etti. O gün bu gündür, değişen ölçülerde “meclis üstünlüğü” ilkesinin kabul edildiği bir anayasa tarihimiz var. Kurtuluş Savaşı yıllarının anayasası olan 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu “meclis hükümeti sistemi” öngörüyordu ve bu sistemde devlet başkanlığı makamı yoktu. 1924 Anayasası’nda, Mustafa Kemal’in isteğine ve Anayasa’nın karma niteliğine (meclis hükümeti ile parlamenter sistem ortaklığı) karşın sembolik sayılabilecek bir cumhurbaşka nı makamı öngörüldü. Cumhurbaşkanının yansızlığını tümüyle sağlayacak düzenlemeler, ancak 1961 Anayasası ile kabul edildi: Cumhurbaşkanı ile TBMM’nin süreleri ayrıldı, Anayasa’ya “seçilenin varsa partisi ile ilişiği kesilir” hükmü eklendi. 1982 Anayasası ise yürütme organını güçlendirmeyi hedefledi. Ne yazık ki yürütmenin, siyasal sorumluluğu olmayan cumhurbaşkanı ayağı fazlaca güçlendirildi. Çokça yetkisi olan, buna mukabil siyasal sorumluluğu olmayan bir makam. Ancak yine de parlamenter sistemden vazgeçilmedi. Yürürlükteki Anayasa, cumhurbaşkanının sistem içindeki konumunu büyük ölçüde seçilecek kişinin karakter ve yönetim anlayışına terk etti denilse, herhalde çok da yanlış olmaz. Bu yetmezmiş gibi 2007’de halkoylamasında kabul edilen, cumhurbaşkanının halk tarafından beş yıllığına iki kez seçilebilmesini öngören anayasa değişikliği, siyasal sorumluğu olmayan bu makamın daha da güçlenmesine ve işlerin iyice içinden çıkılmaz hale gelmesine yol açtı. Değişikliğin ardından ilk seçim 2014’te yapıldı ve farklı bir cumhurbaşkanı olacağını müjdeleyen Erdoğan, halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı oldu. Halkın seçtiği bir cumhurbaşkanının, meşruiyetini seçimden almış biri olarak TBMM tarafından seçilen kişiden daha güçlü bir konuma sahip olması, doğal kabul edilebilir. Ancak Anayasa’nın diğer hükümleri olduğu gibi korunduğu için, cumhurbaşkanının hangi yöntemle seçilmiş olursa olsun, uyması gereken bir anayasa olduğu yani yansız davranma zorunluluğu bulunduğu da kuşku götürmez. n NE YAPILABİLİR? Eğer bugün olduğu gibi, Cumhurbaşkanı seçilen ya da seçilecek kişinin kişisel tercihleri ile anayasa hükümleri arasında uyumsuzluk varsa ne olur? Sorunun iki muhtemel yanıtı var: 1. Seçilen kişi, Anayasa’ya uyar. 2. Anayasa’ya uymak istemeyen makam sahibi için, onun isteklerine uygun anayasa değişiklikleri yapılabilir. Türkiye’de şu anda yapılan ve bana kalırsa mutlak biçimde yanlış olanı, ikincisi. Doğru olanı ise, eğer parlamenter sistemden yanaysanız yeniden 2007 öncesine dönmeyi savunmak olmalı. Cumhurbaşkanını yeniden TBMM seçmeli ve asıl yetki, yönetim sorumluluğunu taşıyan hükümette olmalı. Parlamenter sistemin sorunları ise yine sistemin izin verdiği araçlarla, asgari uzlaşı arayarak çözülmeli. Parlamenter sistemin nitelikleri ve tarihimizdeki yeri, Türkiye’yi 2017 Mart’ına taşıyan önemli anayasal duraklar ve bildiğimiz sistemlere benzemeyen gündemdeki önerinin şekli şemaili üzerinde durmaya çalışacağım. Konu şimdilik şu cümleyle kapansın: Gündemdeki öneri üzerine yapılan ve “tartışma” sözcüğünü hak etmeyen “konuşmalar”, bu yazıda sayılan, “sorunun anlaşılabilir tanımı, uygun çözüm önerileri, doğru bilgilendirme ve özgür tartışma ortamı” zincirinin hiçbir halkasına sahip değil...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle