Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
GEZDİKÇE Hikmet Çetinkaya 10 TUNUS DOSTLARANILAR Derin mağaraları düşünürüm bazen. Yağmur inceden çiseliyor, hava soğuksu. Bir kalın ses duyarım o anda: “Rüzgar nasıl kesilecek!” Çıkmaz sokağın hemen ağzında bir çeşme, bir de hayvanları sulamak için yalak... Yıllar sonra yeniden Halikarnas Balıkçısı’nı okuyorum... Şadan Gökovalı onun manevi oğludur. Balıkçı’nın kitapları Bilgi Yayınevi’nden çıkar... Şöyle bir saydım tam 22 kitap... Masmavi bir gökyüzünün altında Söke Ovası’ndan geçiyorum... Belki 40 yıldır geçerim bu ovadan... Azra Erhat’la, Balıkçı’yla, Sabahattin Eyüboğlu’yla da geçmiştim yıllar yıllar önce... Söke Ovası, sessiz bir telaş içindeydi. Pamuk tarlalarının yerini ayçiçeği almıştı... Geçen yaz gördüm... Düşler içindeyim... Bir öykü geliyor aklıma... Süvari Mehmet... Balıkçı o öyküsünde neler anlatırdı neler... “Artık ata, eşeğe enikonu binmesini öğrenmiştim. Birkaç yolcu olmuştuk. Yanımızda Milas’tan Bodrum’a postayı taşıyan Süvari Mehmet’le jandarma muhafızları vardı. Hiç unutmam, güzel bir gündü. Eski deniz özlemimin yeniden uyandığı ilk gündü o. Çünkü denize doğru gidiyorduk. O gün gökte yumuşak bulutlar, mavi yollarında denize doğru kayıyorlardı. Güvercinlik yolunu tuttuk. Çepeçevre ısıyla yanıp tüten dağlarla kapanmış, bir cehennem çukurunun dibinde yürüyorduk. Güneş, ışık ve atiş yağdırıyordu. Kızgın kayalar, kavrulmuş toprakların alevini yüzlerimize vuruyordu. Ara sıra bir alaca yılan şimşek gibi parlayarak yolun ortasından geçiyordu. Koyaktan geçtik. Toz bulutuyla karşımızdaki dağın eteklerine vardık. İşte o zaman önümüze gerilen toprak perdesinin ötesinden denizin tuzlu soluğu, yüzüme serin serin geldi. Dönüp Ayşe’ye baktım. Yüreğimi bir acı burktu. Az kalsın ona, ‘Haydi geriye köyümüze dönelim’ diyecektim. Sırtın tepesinden denizi göreceğimi bildiğim halde, birdenbire görünen deniz beni apansızın şiddetli bir tokat yemişim gibi sarsıp şaşırttı. Posta muhafızı jandarmalar bile, “Deniz!” demekten kendilerine alıkoyamadılar. Çelik bir aynaydı o. Tek parça parıltı ve kıpranışı ufuklara kadar dayanıyordu. Sali Adaları ve Apostol Adası sanki boşlukta sallanıyorlardı. Yolumuz kimi vakit baş döndürücü uçurumları kıyılayarak, kimi vakit de çam gölgeleri altından kayarak denize iniyordu. Hepimiz attan inmiştik. Ben yere oturmuştum. Kulağımın yanında Ayşe’nin sesini duydum: ‘Ne oldun? Hasta mısın? Birdenbire rengin uçtu’ diyordu. Yüzümü döndürdüm. Kıvrak gövdesini bana doğru eğmişti. Henüz patlayan bir nar çiçeği gibi gülen dudakları, güneşte mavi mavi çakan kapkara gözleri ve saçlarıyla güzeldi. Şaşaladım. Ona karşı ihanet ederken yakalanmışım gibi utandım: ‘Hiçbir şeyim yok’ dedim. Yine; ‘Hiç...’ diye tekrarladım, elini ver de ayağa kalkayım... Biraz başım dönüyor.” gülümseme de artıyordu. İkisi günlük giysileri içindeydi ama diğerinin dantel başörtüsü, sahte de olsa altın sarısı takılarının şatafatı kesinlikle çok etkileyiciydi. Jamila, Sabra ve Masude’yle bilmediğimiz dillerimizle sohbete koyulmuş, birkaç dakika sonra birbirimize sarılarak fotoğraflarımızı çekmeye başlamıştık. Sonrasında çölde yapılan deve turlarıyla yemek yiyeceğimiz çadıra geldik. Çölde en çok yenen yemek kuşkusuz kuskus pilavı ve et. Kuskus aslında bildiğimiz bulgur pilavı. Dönüş yolunda Douz’un merkezine giriyoruz. Küçük çarşısında çöl çarığı yapan Muhammet ile uzun uzun sohbet ederken ikram ettiği fıstıklı çayı içmeden edemiyorum. Akşama doğru vardığımız Tozeur’un merkezinde kendimize bir saat ayırıyoruz. Renk renk sepetler, kuklalar, örtüler, tahta eşyalar, çarıklar, çantalar, giysiler son derece çekici. Elimde sepetim içinde aldıklarımın keyfiyle otelin yolunu tutarken üçüncü çöl gecesini yaşamaya hazırlıyordum kendimi. Çadır köyler Çölde konaklamak için oteller son derece şık ve konforlu. Ancak çölde kaldığınızı daha çok hissetmek, Samanyolu’nu iyice ayırt etmek, çadırların önünde yakılan ateşin etrafında polar pelerinlerinize sarılarak oturmak istiyorsanız çadır ve bungalov kamplarını da tercih edebilirsiniz. Douz’dan yalnızca 24 kilometre uzaklıkta olan Zaafrane köyündeki çadırlar eminim ki çok keyifli çöl geceleri yaşatacaktır. Sahra Çölü, bugün Tunus turizminin can damarı. Soğuk kış günlerinde baharı ve yazı beklemeden, ister çölün sarılığında, ister Akdeniz’in maviliğinde güneşin sıcaklığını hissettirecek biraz Arap, biraz Afrikalı bir ülke. yeldabaler@superonline.com