Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 HİNDİSTAN HİNDİSTAN 17 GEZEKALIN Mustafa Balbay ankcum@cumhuriyet.com.tr YAYLALAR... YAYLALAR... Geçen ilkbaharda Sinop dönüşü, ‘‘Haydi farklı bir yoldan gidelim’’ dedik. Karadeniz’in içine vuralım; dağlar, yaylalar nerede canımız isterse duralım. Nasıl olsa Sinop sahillerinde deniz, balık sefamızı sürdük, Sinop Cezaevi’ni gezerek de cefamızı tamamladık! Şehir çıkışında Gerze yönüne değil, saptık Erfelek’e... Yeşilliklerin arasındaki şirin ilçede kahvede oturanlara, Kastamonu yönünü sorduğumuzda, durakladılar. ‘‘Olmaz’’ dediler, ‘‘bu taraftaki yollar çok sapadır, taştır, virajdır. Geri dönün Gerze, oradan Boyabat yönüne sapın.’’ Biraz zor oldu ama, derdimizi anlattık. Vurduk dağlara... Meğer adamlar haklıymış, bu coğrafya ne kadar tahmin etsek de farklıymış... Yol boyu sağa, sola sapan dar yolların girişinde küçük küçük tabelalar: Mescitdüzü, Akçasözü, İnesökü, Dereköy, Gökçebel, Uzunçam, Kaldırayak, Göldağı, Kestanelik, Belpınar... Her köy adı önünde dur düşün, adından köyün konumunu özelliğini tahmin et... Ne güzel... Derenin dibindeki köy, tabii ki Dereköy olacak... Çam ağaçlarının arasındaki köy, elbette Uzunçam olacak... Yazı aramızda, dağlarda yolumuzu kaybettik ama, kendimizi bulduk... Bir köy, daha doğrusu köycük... Kimsecikler yok. Meğer yaylaymış da, daha geleni yokmuş. Kapısı en kocaman evlerden birinden yaylalarda yetişmiş bir insan çıktı. Yönümüzü, önümüzü anlattı. Kapısından ayrıldık, aa bir yayla evi. Nasıl da şirin, biblo gibi duruyor. Sele karşı ayaklarını yükseltmişler. Temel iri mi iri dört direk... Son zamanlarda yayla evleri de betonlaştı, çirkinleşti. Ama bu ahşap yapı, her haliyle ben bir Karadeniz eviyim, diyor. Enine, boyuna fotoğraf çekerken nasıl hoşuma gitti. Bir an Amazon ormanlarındaki ırmak evlerini anımsadım. Kanolarla Amazon’un yan yollarını dolaşırken, suyun yükselip alçalmasına karşı direkler üstünde yapılmış evler görmüştüm. Karadeniz’de, dağların bir parçası gibi doğal duran yayla evlerini görünce insan nasıl ‘‘yaylalar, yaylalar’’ türküsünü tutturmaz! Gezekalın... Tanrı nehir Ganj’da bir gün Yazı ve fotoğraflar Mesut Süzer gra’dan Şiva’nın kenti VaA ranasi’ye trenle geliyoruz. Otel Suriya’nın güler yüzlü elemanları bizi ciplerle karşılıyor. Yemyeşil bir bahçesi olan otelimiz temizliği ile şehrin içinde bir vaha gibi geliyor gruptakilere. Kişi başı 10 yeni lira gibi bir fiyata kaldığımız odalara yerleşiyoruz ve daha sonra bahçede toplanıp ‘‘rikşo’’larla Ganj’a doğru yola çıkıyoruz. 2 bin yıldır kesintisiz bir yaşamın devam ettiği bu şehir Hindistan’ın en kalabalık şehri. Yollarda insanlar kaldırımda yürüyormuş gibi dolaşıyor. Asfalt çoğu yerde bozuk ve yazın her akşamüstü yarım saat kadar hafifçe yağan yağmurda küçük birikintiler oluşuyor. Varanasi’nin ‘‘eski şehir’’ denilen bölgesine geldiğimizde, Ganj kıyısına yürüyerek gidebileceğimizi öğreniyoruz. Polisler yolları tutmuşlar ve düzeni sağlamaya çalışıyorlar. Tabii ne mümkün. Hindu hacıların dua sesleri, seyyar satıcıların bağrışları, bisikletlerin zil sesleri birbirine karışıyor. Çevrede son derece sakin oturan ya da yatan insanlara rastlıyorsunuz. Bunlar ölümü bekleyenler. Ganj kıyısına yaklaştıkça çoğalıyorlar. Ruhlarının bedenlerinden kurtularak tekrar dünyaya gelmesi için küllerinin Ganj’a savrulmasını bekleyenler. Tam o sırada ince bir beze sarılı üzeri çiçeklerle örtülmüş bir cenazeyi bambu bir sedye ile omuzlarda taşıyan bir grup hızla yanımızdan geçiyor. Çevremizde sanki bir şehir değil kocaman bir yap boz var. Her şey birbirini tamamlıyor. Hacı olmak için gelen insanlardan oluşan bir insan selinde iler liyoruz. Transa geçmiş sadular, dua edenler, bozuk megafonlardan yayılan vaaz sesleri insanı kuşatıyor. Ruhlarını Ganj’a adıyorlar 10 dakikalık bir yürüyüşten sonra nehrin kıyısına ulaşıyoruz. Üzerinde Şiva’nın resimleri olan turuncu tişörtler giymiş yüzlerce su taşıyıcısı dualar ederek kaplarına su dolduruyor. Boynumuza çiçekler asıp alnımızın ortasına boya sürüyor bir sadu. Nehir; suya kandiller, çiçekler bırakan, dalıp çıkarak ibadet eden, hacı olmaya gelmiş Hindularla dolu. En üst basamaktan Ganj’a bakıyorum. Kıyısında yürüdüğüm balık tutup vapuruna bindiğim İstanbul Boğazı geliyor aklıma. Karşılaştırıyorum; sonuç yaz aylarında suları kabaran Ganj daha ge niş. Bulanık suları içine dökülen külleri yutan bir kızıllıkta. Etraftaki mistik dualar ve şehrin seslerini eklediğinizde Ganj’ın canlı olduğunu bile düşünebilirsiniz. Ganj’ın bulanık kirli suyunu içecek kadar kendilerini Ganj’a teslim eden hacıların arasından ‘‘Tekne kiralamak ister misiniz’’ diyen bir kayıkçı benim de bir çeşit transa girdiğimi fark etmeme neden oluyor. Teklifini kabul ediyoruz. Kişi başı 6 yeni lira gibi bir ücretle bütün grup tekne ile Ganj’a açılıyoruz. Kıyı boyunca iki kürekçinin çektiği teknemizle ağır ağır ilerliyoruz. Bazı Gahtların kıyısında ağaç taşıyan tekneler görüyoruz ve hemen arkasından da dumanların yükseldiğini. 24 saat ölülerin yakıldığı ‘‘Yakma Ghatlar’’ı bunlar. Heyecanlanıyoruz. Hintliler ise çok sakin. Sakinliklerini nasıl olsa yeniden dünyaya geleceklerine inanarak koruduklarını düşünüyorum. Kıyıya yaklaştıkça odunların arasında yakılan cesetleri görüyoruz. Yakma işlemi bitenlerin küllerini nehre süpürüyorlar. 400 kilo kadar odunla yakılan insan bedeninin tamamı yine de küle dönüşmüyor. Süpürülenlerin arasında kemik parçaları görüyoruz. Bir cenazenin yakılma töreni yaklaşık üç saat sürüyor. Uzun bir süre izliyoruz. Ateşi ilk olarak ölen kişinin varsa büyük oğlu başlatıyor ya da büyük kardeşi. Tören alanında sadece erkekler yer alıyor; kadın lar uzaktan izliyor. Artık hava kararıyor. Yapraktan yapılmış kandilleri suya bırakıp dilek diliyoruz. Ay tanrısı Çandra’nın parlak ışığında binlerce tapınağın siluetinin kıyısını süslediği Ganj’a veda vakti geldiğinde ayrılmakta güçlük çekiyoruz. O ise bize aldırmadan büyülü akışına devam ediyor.