19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kitabın Biri GÜRAY ÖZ 6 ‘Şafakta Gelirlerse’ Spree nehri bozbulanık akıyordu. Berlin umudunu hâlâ yitirmemişti. Dünyanın her yerinden, çünkü her yerde darbeler, savaşlar, açlık ve yoksulluk vardı, mültecilerin akın ettiği bir kentti Berlin. Spree’nin kıyısında bir oteldeydik. Camlı kapıdan uzun boylu, saçları başında bir taç gibi siyah bir kadın girdi içeri. Gözlerimi alamadım bir süre, yanımızdan geçip arkalarda bir masaya oturdu arkadaşlarıyla. Bira bardağımı sevinçle aldım yeniden elime. Bir sürgünü benimle paylaşan arkadaşıma döndüm, “Kim geçti yanımızdan biliyor musun” dedim. Dalgın dalgın yemeğini didikleyen arkadaşım “hayır” dedi. “Angela,” dedim heyecanla, “Angela Davis”. Angela’yı Türkiye’de pek tanımıyor insanlar. Bunun nedenlerinden birisi Amerika Birleşik Devletleri hakkındaki derin yanılgıdır. Türkiye’de solcular bile Amerika’da bir demokrasi olduğuna inanırlar. Bu ülkeyi emperyalist bir ülke olarak bilenler de ülke içinde engin bir demokrasinin yaşandığını zannederler. Nikson döneminde 13 bin kişinin Vietnam savaşına karşı çıkıyorlar diye tutuklandığını ve bir stadyumda tutulduğunu kimse bilmez. Arada bir dile getirilen McCarty dönemi de sanki geçip gitmiştir. Gerçekse bunun yakınından bile geçmez. Onun için önce Angela’dan söz edeyim de kitaba sonra geçerim. 1943 doğumludur Angela. 6 yaş büyük benden. Felsefe ögrenimi gördü. Profesör oldu. Herbert Marcuse’un, daha sonra da Theodor Adorno’nun öğrencileri arasında yer aldı. Almanya’da iki yıl, Fransa’da bir yıl akademik çalışma yaptı, sonra 1967’de Amerika’ya döndü. Amerikan Komünist Parti’sine üye oldu ve ırkçılık karşıtı eylemlere katıldı. ABD’de devrimci mücadelenin yükseldiği yıllardı. 196065 arasında özellikle Martin Luther King’in öldürülmesinden sonra ortaya çıkan Kara Panter Partisi eylemlere girişti. Angela Davis, Şubat 1970’te Kara Panter Partisi militanları Soledad Kardeşler’i Kurtarma Komitesi’ni kurdu. Adı ağustos 1970’de bir ölümle biten çatışma olayına karıştırılarak tutuklanmak için aranmaya başlandı, kısa bir süre sonra yakalandı. ABD’de ve başka ülkelerde Kurtarma Komiteleri kuruldu. Dünya çapında yürütülen bir kampanya başlatıldı. Sayısız yürüyüş, toplantı ve imza kampanyaları düzenlendi. 1970 ve 1971 yılları boyunca dünya basınının en önemli haber konularından biri olarak gündemde kaldı. Angela Davis’i kurtarma kampanyası dünya çapında ilerici bir hareketlilik yarattı ve sonunda 4 Haziran 1972’de kurtarıldı. Felsefe profesörlüğü görevine yeniden başladı. Komünist Partisi Merkez Komite üyesi oldu. 1980 ve 1984 seçimlerine Komünist Partisi, başkan adayı olarak Angela Davis’i gösterdi. Benim onu bir rastlantı olarak görüşüm serbest bırakıldıktan sonra yaptığı Almanya gezisi sırasındadır. Bizim ülkemiz de o sıralarda karanlık bir dönemden geçiyordu ve onu görmek bana çok iyi gelmişti. Nâzım’ın şiirindeki Paul Robeson’u hatırlarsınız, onun sesini dinlemek gibi bir şeydi. Hangi Robeson mu? Hani Nâzım’ın “bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson inci dişli zenci kardeşim/ kartal kanatlı kanaryam” dediği Robeson, ama siz onu da mı bilmiyorsunuz? Yok yok onu da bilirsiniz Angela’yı da. Peki Nicolas Guilien’i biliyor musunuz? “güzel olduğunu söylemeye gelmedim. biliyorum, güzelsin. ama konu bu değil şimdi, konu ölümünü istemeleri, kafatasını istiyorlar, angela, jackson’un, lumumba’nın kafatasları gibi, büyük şef’in çadırını süslemek için. ve biz gülüşünü istiyoruz senin.” İşte ben Angela’nın gülüşünü almıştım o gün. Özgürdü artık. Amerika’da özgürlük yoktu daha ama, o uzun uğraşlardan sonra serbest bırakılmıştı. Onun serbest bırakılması için dünyanın her yerinden yükselen “Angela’yı özgürlük” çığlığı başarıya ulaşmıştı. O kampanyanın, onun için ve diğerleri için yapılan kampanyaların bazı bilgileri Angela Davis’in “Eğer Şafakta Gelirlerse” adlı derlemesinde var. Agora Kitaplığı’ndan çıktı. Hamit Bozak çevirdi. O çağrılardan birisi de ünlü Sovyet kozmonot Valentina Nikoloyeva Tereshkova’nın çağrısıdır. “Sen” diyordu Tereshkova, “sosyalist olduğun, siyahların haklarını savunduğun ve içinde yaşadığın ırkçı, kapitalist sömürü düzenini yakından tanıdığın için yargılanıyorsun, fikirlerin ve dünya görüşün yüzünden yargılanıyorsun.” “Angela,” diyordu Tereskova, “yalnız değilsin.” Ben o yılları ince bir hüzünle, buruk bir acıyla ve derin bir inatla yaşadım. O nedenle iyi biliyorum bu çağrıların önemini. Ve şimdi düşünüyorum da çok şey değişti şu yeryüzünde ve değişmeyen softalığı insan düşününce, geceyi düşününce, dönüp dönüp üstümüze çullanan karanlığı düşününce ister istemez aynı sözler dökülüyor insanın ağzından. “Hâlâ şafakta geliyorlar Angela!” Ekin sevimli, şirin ve hafif uçarı, uslu kızı olarak zihinlerde yer alan bir oyuncu Ekin Türkmen. Haliyle bu durum onu da rahatsız ediyor, “Kimse büyümeme hazır değil. Bir sevişme sahnem olacak diye korkuyorlar” diyor ve bir başka noktaya dikkat çekiyor: “Zaten kadınlar erkek gibi ya da çocuk gibi görünmenin derdinde. Çünkü sosyal tacizden korkuyorlar. Üstlerinde baskı var. Kadın, kadın olduğunun farkına varınca ve kadınlığını gösterdiğinde olay değişiyor. Kadınlar kadar erkekler de kendileriyle bu anlamda barışık değil.” Bir rolde sevişeceğim diye korkuyorlar Ekin Türkmen’i Osman Sınav’ın Ekmek Teknesi dizisinde tanıdık. Sonra “Acı Hayat”, “Kısmetim Otel”, “Menekşe ile Halil”de ALİ DENİZ oynadı. Şu an “Küçük Kadınlar” ile ekranlarda. USLU Beyazperdede ise “Keloğlan Karaprens’e Karşı” ve “Son Ders”te rol aldı. Onu ayrıca Arçelik’in reklam filmlerinde de iki yıl boyunca gördük. Yani gözümüz epey aşina. Türkmen, İzmirli. İstanbul’a üniversite için geldikten hemen sonra Osman Sınav’ın Ekmek Teknesi için deneme çekimlerine katılmış ve kazanmış. Tecrübesizliğine ve toyluğuna inat bu işin altından kalkmayı becermesi de onun şansı. Türkmen’in oyunculuktaki derdi başka. Dizilerdeki alan ona dar geliyor. Zira hareket ve heyecan sınırlı. Tiyatro ise yaşıyor. Türkmen, “Tiyatroda insanlar gözlerini kaçırmadan sizi izliyorlar ve anında tepki veriyorlar. Tekrar şansınız yok. Yani tiyatronun öğreticiliği de sorumluluğu da farklı. Çünkü izleyici sizin için geliyor. Kanal değiştirme lüksü yok. Eğer iyi bir oyun çıkarmadıysanız suçluluktan ölebilirsiniz. Kötü oynadığınızda alkış alırsanız da mahcubiyetinizin altında kalırsınız” diyor. Sinemaya inancı dizilerden daha fazla. Oyunculuk tecrübesini en hızlı sinemanın kazandırdığını düşünüyor. Elbette üç yıl süren bir dizide oynamak rolün üstüne sinmesi demek. Türkmen, “Böyle olunca izleyici de oyuncuyu artık benzer rollerde görmek istiyor. Yapımcılar da böyle düşününce köşeye sıkışıyorsunuz. Bu oyuncu için büyük bir handikap” diyor, “Gençlere de daha fazla şans verilmesi gerekiyor. Çünkü gençler tüm mesailerini iyi olmak için emek vererek harcıyor.” Evet, üstüne biçilen rol oyuncuyu sınırlıyor. Türkmen de evin sevimli, şirin ve hafif uçarı, uslu kızı olarak artık zihinlerde. Peki, bu onu rahatsız etmiyor mu? Hep böyle mi kalacak? Hiç kadın gibi olmayacak mı? O da bu durumdan mustarip. Türkmen, “Bir sevişme sahnem olacak diye korkuyorlar. Kimse büyümeme hazır değil. Elbette bu işimi iyi kıvırdığımın da bir kanıtı” diyor. İşin başka bir yönüne de dikkat çekiyor: “Zaten kadınlar erkek gibi ya da çocuk gibi görünmenin derdinde. Çünkü sosyal tacizden korkuyorlar. Üstlerinde baskı var. Kadın, kadın olduğunun farkına varınca ve kadınlığını gösterdiğinde olay değişiyor. Kadınlar kadar erkekler de kendileriyle bu anlamda barışık değil.” de bu yüzden yer alıyor. Öğrenciler de kendi projeleriyle bu oluşuma katılacaklar. Sonunda da bir yarışma düzenlenecek. www. birdamlagelecek.com adresinden siz de bu projeye destek verebilirsiniz. Ayrıca bir arkadaşıyla kurduğu, fikir ürettiği bir de şirketi var. İsmi, “Fol ve Yumurta Fikir Müessesesi”. Farklı işlerin peşindeler. Şu an Gaziosmanpaşa’daki bir okula kütüphane kurmuşlar. Ama bir kargo sponsoru eksikleri var. Kütüphanenin maliyetini kendileri karşılamışlar. Gönüllüler ve desteklerle yollarına devam ediyorlar. Bu projenin adı da “Teneffüste Sanat”. Türkmen çalışmalarını, “Bunu başka okullara yaymanın peşindeyiz. Hepimiz bir kere de olsa demez miyiz bu yaşıma kadar bu kitabı nasıl okumadım diye? Ben çok söyledim. Bunu başkalarına erken zamanda söyletmek hissi şimdi beni heyecanlandırıyor” diye özetliyor. Biz de malum hep “mış” gibi yapmak sorunu var. Sorunlu değil, sorumlu olmayı da öğrenmemiz gerekli. İşte o da bunun farkında. Farkında olduğu bir başka şey de İstanbul’a hâlâ alışmadığı; “İzmir’de hayat sakindir. İzmirliler de öyle. Burada tempo çok yüksek, hareket kaçınılmaz. Ben gündüzlere kolay adapte olamıyorum. Gece çalışmayı ve hayatı gece yaşamayı daha çok seviyorum. Kışı da çekilmez. Ama buraya âşık olmak kolay, ayrılmak zor. Hep bir gitme isteği veriyor. Kaçmak ise mümkün değil”. Türkmen kaçacak mı kalacak mı göreceğiz. Zira sinemadan daha umutlu olsa da, tiyatro için endişeleri dinmiyor. İlerisi için hayali ise ortaoyunu geleneğini sürdüren bir tiyatro kurmak. ? Berthold Brecht’in aşk şiirlerini Kerem Çalışkan çevirdi. Kırmızı yayınlarından çıktı. ? Agahta Chiristie’nin otobiyografisini Azize Bergen çevirdi. Altın Kitaplar yayınladı. Ötekiler Türkmen, artık daha “görünür” biri. Bu görünürlüğün getirdikleri kadar götürdükleri de olduğunu düşünüyor. “Çok meraklıyız. Her şeyi, her şekilde bilmenin peşinden gidiyoruz. Bu bana manasız geliyor” diye yakınıyor. Ama bu durumun faydalı olacağını düşündüğü için sosyal sorumluluk projelerinde yer alıyor. “Sosyal sorumluluk projelerinin yüzü olmaya çalışarak bu görünür olma halini doğru bir yere kanalize etmeye çalışıyorum” diyor. Milli Eğitim Bakanlığı desteğiyle altı okulda yapılan, öğrencilere su tasarrufunu anlatmayı amaçlayan bir projede Tiyatro için endişeliyim Kadın hareketlerinde aykırı sesler... METE KIZIK Haziran’da AB üyesi ülkelerde gerçekleştirelecek AB Parlemontosu seçimlerinin heyacanı gittikçe artıyor. Türkler, Türkiye’nin AB üyeliği, yabancılar ve göçmenler konusu aşırı sağ çevrelerin tepe tepe kullandıkları, sömürdükleri seçim propagandalarının baş konusu oluyor. Bu çevrelerin en aktif kesimleri arasında kadınlar var. Sağcı parti ve örgütlerde kadın hareketliliği dikkat çekiyor. Kadınlar üzerinden yabancı düşmanlığı ve erkek egemenliği yüksetilmek isteniyor. Avrupa’da genel kanı aşırı sağcı ve neonazi hareketlerin erkek dünyasının egemenliğinde sürdürüldüğü yönünde. Kadınların ise yabancı ve Yahudi düşmanlığına karşı, anti ırkçılık yanlısı oldukları yaygın bir görüş olarak kabul görüyor. Özellikle şişman Alman kadınları arasında yabancı düşmanı hemen yok gibi. Çünkü; “yerliler” tarafından estetik bulunulmadığı için selam bile verilmeyen, alay edilen, “yerli” arkadaşları bile olmayan bu kadınların hemen hepsinin sevgilileri, yabancılardan oluşuyor. Ancak özellikle son 2 yıldır manzara hâlâ gerçekten böyle mi? Yaşananlara bakıldığında manzaranın artık klişelerden farklı olduğu anlaşılıyor. Almanya’da aşırı sağ kanatta 2 kadın örgütünün gittikçe büyüyen etkinlikleri ve üye sayısı dikkat çekiyor. Yabancılara paldır küldür dayak atanlar, tekme tokat saldıranlar arasında kadınların sayısı gittikçe yükseliyor. Almanya neonazi hareketler konusunda uzman Renate Feldmann neo nazi kuruluş ve fraksiyonlarının üçte birinin kadınlardan oluştuğunu, yasal aşırı sağcı partilerde ise bu onanın yüzde 20’ye ulaştığını belirtiyor. Ancak yönetim kademelerindeki kadınların sayısının ise yüzde beş oranında oluştuğunun da altını çiziyor. formule ettiği düşünceler sistemi “German’larda kadın ve erkeğin eşitliği” ilkesine dayanıyor. Yine “German halkları” formülüyle kadına ayrıcalıklı bir rol biçilerek “doğurganlık, doğal ve dünyalık bir özelliktir” ilkesiyle eğitilmeleri gerektiği talep ediliyor. Tabii bunlar Nazi döneminde bol bol pompalanan ve yaşananların günümüzde feminist söylemlerin kopyasından başka bir şey değil... Farklı sesleri de yok değil. Bir kısım çevreler iş dünyasında yer alan kadının aslında erkekleştiğini öne süreken diğer kesimde iş alanında eşit işe eşit ücreti savunuyor, ayrımcılığı kınıyor. Nazi dönemi ve öncesi kadınlar aşırı sağ çevrelerde genellikle dinleyici ve pasif biçimde yer alırken günümüzdeki manzara çok farklı. Kapalı ve açık alan toplantılarda hem örgütleyici hem de katılımcı olarak varlıklarını bu çevrelerde daha çok hissetiriyorlar. İşyeri sözcülüğü, okul aile birliklerinde yer almak bu çevrelerin ilk hedefleri arasında. Çünkü aşırı sağ fikirlerini bu ortamlarda dile getirmeleri daha kolay ve tepki çekmiyorlar. Masumane olarak neo faşist görüşleri savunanların yanında başkaları da var. Militan aşırı sağcı “Skinkızlar, Renees” örgütlenmeler gibi grupta yer alıyor. Bunlar yabancılara karşı şiddet eylemlerinde bulunuyor. Beyzbol sopalar, kesici aletler, göz yaşartıcı spreyleriyle birçok yabancıyı hastanelik yapıyorlar. Öyle ki “Berlin Kapısı Dostluğu” grubu terörlerinden ve yükselen tepkiden dolayı kapatılmak zorunda kaldı. Ancak örgütlenme, yasaklanmaya karşın hâlâ etkinliğini sürdürüyor. Avusturya’da ise manzara daha beter. Avusturya İçişleri Bakanlığı’nın 2008 Anayasayı Koruma Raporu’na göre şiddet eylemlerine karışan aşırı sağcı gruplardaki kadınların oranı, yüzde 10’a ulaşmış durumda. Oysa geçen yıllarda bu oran sadece yüzde 2 dolayındaydı. Ancak bu raporda parlemontoda temsil edilen ve içlerinde çok sayıda aşırı sağcı kişilerin ve görüşlerin de yer aldığı 2 parti, “aşırı sağ” kapsamında değerlendirilmiyor! Örneğin Avusturya Hürriyetçiler Partisi’nden Barbara Rosenkranz milletvekili. Kendisini ev kadını ve anne olarak tarif ediyor. Avusturya’daki aşırı sağda, ünlü simaların yüzde 10’unu kadınlar oluşturuyor. Mali destek verenlerin, çeşitli gazete ve web sitelerinde aşırı sağcı görüşleri dile getirenlerin arasında bu oran yüzde 20’ye çıkıyor. Ülke genelinde yaygın bir örgütlenme olan “Oğlanlar Birliği” Almanya’daki örgütlerin tersine kadınlara da açık. Bu örgütlerde kadınların bira içmesi yasak, ancak şarap içebiliyorlar. Karate ve judo soporu yapan kadınların çok büyük kesimi aşırı sağcı kadınlardan oluşuyor. Kadın ticaretine ve şiddetine karşı çıkıyor, German kadınlarının “yabancı” erkekler tarafından kirletildiğini öne sürüyorlar.Viyana’da cami yapılmasına karşılar. İlticacıların derhal geldikleri ülkelere geri gönderilmesini, suç işleyen yabancıların derhal sınır dışı edilmesini istiyorlar. Manzarayı Avusturya Antifaşist Direniş Belge Arşiv Kurumu Başkanı Andreas Peham şöyle özetliyor: “Özellikle aşırı sağcı parti seçmenlerinin arasında kadınların sayısında artış oluyor. Bu yapılanmalar erkek egemenliğinde olmasına karşın kadınları çekiyor. Kadınlar eliyle yabancı düşmanlığı toplumda kabul ettirilmek isteniyor. Avusturya’daki aşırı sağ hareketler daha fazla toplumda kabul görebiliyor.” Avrupa’da bir başka kadın hareketinin ayak sesleri yükseliyor... [email protected]. Özellikle 68 Küresel İsyan’ın etkisiyle yoğunlaşan kadın hakları ve feminizim mücadelesinin bugünkü düzeyi, kadını klasik 3 K (kilise, çocuk ve mutfak) kalıbına sokamıyor. Ancak sağ çevrelerin, kadınların çocuk bakımı ve evde yaşamalarını istemeleri, aspirini çikolota kağıdına sarmak gibi algılanıyor. Geçmişte on binleri etkileyen yaklaşımlar zamana uyarlanmış durumda... Nasıl mı? Aşırı sağ çevreler; feministlerin çok uzun yıllar kavgasını verdikleri doğum öncesi ve sonrası iznin 5 yıla çıkartılmasını bugün açık açık savunuyor. Türkiye’de Başbakan’ın 3 çocuk doğurun isteği ve emri bu kez Avrupa’daki bu çevrelerde en az 5 çoçuğa çıkıyor. Kalabalık yerli ailelerin vergi ödememesi, yalnız yaşayan annelere devletin daha fazla destek vermesi isteniyor. 1999’da ölen Sigrid Hunke’nin “yeni sağ” olarak 3K mazi mi oldu? C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle