Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 16 MAYIS 2009 CUMARTESİ Kitabın Biri GÜRAY ÖZ İnsan iyidir aslında... Aforizmaları, özlü sözleri, yazıların, paragrafların içinden koparılmış cümleleri hep bir tedirginlikle okurum. İçimi titretseler de biraz kuşkuyla bakarım onlara. Öncesinde sonrasında ne vardı acaba derim. Derim ama yine de okumaktan kendimi alamam. “Evinizi terkedince, paranızı harcayınca, karınız bir kadın derneğine katılınca, bayrağınızı yabancı ülkedeki konsolosluğun süpürge sapından bozma direğinde görünce, bütün bunların değerini ancak o zaman anlarsınız” diyor, William Sydney Porter. Belki de başka biçimlerde, hayatın bana sunduğu ya da dayattığı başka durumlarda benzerlerini yaşadığım için dokunmuştu bu sözler. Tuhaf bir adam bu William. Girmediği iş yok. En son girdiği işlerden birisi de hapislik. Eczanede müşterilere bakmış, bir çiftlikte çalışmış, ne yaptığını bilmiyorum, emlak ofisinde de bilmiyorum ne yapmış, gazeteciliği de var. “Rolling Stones” adlı bir mizah dergisi çıkarmışlığı da var. Peki mizahçılığından iki sene sonra 1896’da bankada çalışırken, zimmetine para geçirmek de ne oluyor? Mahkum oluyor ve soluğu Honduras’ta alıyor, karısını bırakıp gidiyor. Sonra dönecektir. Hasta karısının başucuna ve oradan da hapishaneye. Tuhaf bir hayat, tuhaf bir insan. Üç yılını geçirdiği hapishane ona galiba insanlarla ilgili birikimlerini daha da zenginleştirme olanağı veriyor. İnsan halleri çoğalıyor ve hikâyeler halinde kağıda geçiyor. ??? William Sydney Porter, hapishaneden O Henry olarak çıkıyor. O Henry, yoksulların, sokaktakilerin, sıradan insanların yazarı. Onlara derin bir sevgiyle bağlı. Onları her halleriyle anlatırken yüreğindeki sevgiyi onlara, onlardaki insanlığı kendisine bulaştırıyor. Onun hikâyelerinde insanın hallerinden en çok bildiğimiz, en fazla rastladığımız kötülükler var, ama kötü yok, iyi insanlar var. Durumlar iyi değil yalnızca. O da oturup durumları ve insanları yazıyor. O Henry Türkiye’de iyi bilinen yazarlardan birisidir. Şimdi elimdeki derlemeyi “Dünya Vatandaşı”nı Püren Özgören çevirmiş, Can Yayınları’ndan çıktı. Ben bu derlemede de, öteki kitaplarında da yalın yazının yanı sıra hep bir polisiye tadı buldum. Sıradan insanların hayatını anlatırken kurgusunun sürprizlerle zenginleşmesidir belki de bana bu duyguyu veren. Kuşkusuz sizi merak ettirmek için yazıyorum, bir evsiz barksızın sıcak bölgelere doğru kışı geçirmek için giderken nasıl birden bire vahşi bir haydut çetesine girebildiğini, çete reisliğine soyunabildiğini ve yine nasıl ansızın aslına döndüğünü öyle sıradan cümlelerle anlatmak kolaysa anlatın bakalım. Ya da kasa açmakta üstüne yok Jimmy’nin sırrını tam keşfetmişken, insan halleri yüzünden ona mutluluklar dileyen polis Ben Price‘ı anlatabilir misiniz? Çetrefil cümlelerle konuşmak, uzun uzun derdini anlatmaya çalışmak kolay. Zor olan O Henry gibi yazabilmek. ??? O Henry’de karmaşık hiçbir şey yoktur. Güzel ve sürprizlerle dolu kurgunun hikâyeyi karmaşık hale getirmediğini, çok bilmişlik taşımadığını onun hikâyelerinde göreceksiniz. Dedim ya yoksulların, sokaktakilerin, sıradan insanların yazarı O. O nedenle de bakışı duru. Hayatın acısını, acımasızlıklarını anlatırken, safı belli bir yerde tuttuğu için ne diyeceğini iyi biliyor. Hikâyelerinden birinde, hadi adını vermeyeyim de siz kitabın içinde arayın, öteki dünyada bir melek polis tarafından çeşitli ruh grupları gösterilir adamımıza. Rüyasında kuşkusuz. Polis hep sorar “sen bu gruptan mısın?” Onun hikâyesinde ya da en azından bu rüyada beyan sanırım esastır. Hikâyenin sonunda melek polis bir grubu gösterir de onlardan olup olmadığını sorgular yine. “Kim onlar? diye sordum. ‘Aa nasıl bilmezsin?’ dedi. ‘Bunlar kızları işe alıp haftada beş, bilemedin altı dolarla yaşamaya zorlayanlar. Sen de bu ekipten misin yoksa?’ ‘Bu ölümsüz alemde değil’ dedim. ‘Ben yalnızca bir yetimhaneyi ateşe veren ve üç beş kuruşu için kör bir dilenciyi öldüren kişiyim.” Peki şimdi siz buna ne diyeceksiniz bakalım? Hem çok yalın, hem derin ve hem de içinizde bir teli titretiyor mu? Nedir kötü olan anladınız mı şimdi? Boş verin siz şimdi siz kelimelerin çıplak anlamlarına, “yetimhane yakma”, “kör dilenci öldürme” eğretilemelerine, asıl olan ne onu söyleyin. İnsanın insanı sömürdüğü durumlardır asıl olan. Bana ve ihtiyar alimlerin yüzbinlerce sayfada anlattıklarına inanmıyorsanız, O Henry’ye inanacaksınız. O anlatıyor işte artık nasıl anlatılması gerekiyorsa. Şöhret şeytanın uzattığı yasak elma Nokta filminde izleyeni vicdan sorgulamasına sokan, suçluyusuçsuzu, iyiyikötüyü tekrar tekrar tartışmaya açan Ahmet karakterindeki Mehmet Ali Nuroğlu, sanatta iyinin de kötünün de alkışlanmasına tepkili. “Gerekirse oyun sırasında ya da filmin ortasında terk edin salonu. İyi ve kötü ancak böyle ayırt edilebilir” diyor. Geçen hafta vizyona giren Derviş Zaim yönetmenliğindeki Nokta filmi, hat sanatı üzerinden günümüz bireyi ve ahlakı üzerine beyin fırtınaları estiriyor. Zaim’in kendine has ZUHAL üslubu ve kullandığı çekim AYTOLUN tekniğiyle ustalığını konuşturduğu filmde, girdiği vicdan muhasebesiyle iyiyi kötüyü, suçu suçluyu, ahlakı ve günümüz bireyini sorgulatan Ahmet karakteriyle karşımıza çıkan Mehmet Ali Nuroğlu’yla buluştuk söyleşmek için. Nokta filminden başladık konuşmaya, yaşamdaki arayışına dek uzandı sohbetimiz. Her an kalkıp gidecekmiş gibi oturuyordu karşımızda. Ne de olsa yaşamında da geride duruyor, susmayı tercih ediyor. Konuşurken bazen çok uzaklara baktı, bazen de gözümüzün tam içine. değilim. Sürekli valizim hazır dursun istiyorum. Ama insanlık da zaten sahipsiz durumda bütün dünyada. Her ne kadar modernleşme dense de bugün o sömürü sistemi aynen devam ediyor. Efendiler köleler ilişkisi, farklı bir şekilde, bu çağın makyajına bürüyüp yaşamaya devam ediyor. İstanbul dahil Türkiye’nin dört bir yanı böyle. Entrika, riya, şiddet, ayrımcılık, iletişimsizlik yaşamın tüm renklerini solduruyor. GERÇEĞİN PEŞİNDEYİM Sizin arayışınız ne bu hayatta? Neyin peşinde koşuyorsunuz? Ben en zor şeyi arıyorum: Hakikati. Herkes bunu arıyordur yaşamında ya da aramalı. Gerçekler bizden gizlenmiş, saklanmış, zamanla da unutulmuş. Yoğun bir arkeolojik kazı yapılması gerekiyor. Türkiye zaten çok içine kapanık bir ülke. Biraz açılıyor ama hala belli kuralları var ve herşey farklı kollardan işliyor. Bunların sürtünme kuvvetinden dolayı yavaşlıyoruz. Bazen pes ettiriyor. Ama kendini bir şekilde yeniliyorsun, çünkü yaşam kendini yeniliyor. Ben bu hayatta hakiki şeyler yapmak istiyorum. O kadar. Sanki bu döneme, bu zamana hatta oturduğunuz bu koltuğa ait değilmiş gibi duruyorsunuz. Aidiyet hissim yok benim. Ülkede yaşananlardan konuşuyoruz. Suni gündemlerle vaktimizi geçiriyoruz. Bu ülkenin başından kara bulutlar hiç ayrılmamış ki. İnsanların kendi ürettikleri bir hayatı yaşamalarına izin verilmemiş ki. Hep yukarıdan bir şeyler üretilmiş ve onların kontrolünde, onların sopalarının eşliğinde yaşanmış hayatlar. Bugün de farklı değil. Ama en azından artık konuşuluyor, tartışılıyor. Ama ‘biz’ diye bahsedebileceğim bir aidiyetim yok. Olmadı hiçbir zaman. Yüzünüz yıllar içinde tüketilemedi. Tanınıyorsunuz ama mesafeli bir duruş var size karşı. Beni biraz kayırıyorlar sanırım. Mükemmeliyetçiyim ve yaptığım işi de tam hakkını vererek yapabildiğimi düşünmüyorum. Aslında bir engel bu. Hep daha iyisini, güzelini istiyorum. Şöhret, zenginlik, ünlü olmak... İnsanlar hep bunları istiyor. Bense anlamakta güçlük çekiyorum. ‘Neyi istemezdin’ diye sorsalar, ‘Bunları istemezdim’ derim. Şeytanın uzattığı yasak elma gibi. Ben ondan ısırık almıyorum. İnsanlar da bunu görüyor. TÜKETİLMESİ ZOR FİLM Derviş Zaim’in üçlemesinin iki filminde de siz varsınız. Nasıl gelişti süreç? Derviş hep takip ettiğim bir yönetmendi. Onun sinemada tartıştığı konular aslında benim de hayatta merak ettiğim, ilgilendiğim, üzerinde fikir üretmeye çalıştığım konular. Onunla çalışmak bu anlamda çok büyük bir keyif. 2 yıl önce bitirdik çekimleri. 2 yıldır sırtımda taşıyorum bu filmi. Artık bırakabilirim. Şimdi de biraz seyirci alsın, taşısın. Çünkü alımlaması kolay, tüketilmesi zor bir film. Seyircide de bir yerlere dokunacağına inanıyorum. Tek planda çekilen bir kurgusu var filmin. Zorlayıcı tarafları oldu mu? Hat sanatında ‘ihcam’ tekniği vardır. Kalemi sayfadan kaldırmadan tek seferde yazmaktır. O sürekliliği sinemada yaratmak için tek planda çekim yapmaya karar verdi Derviş. Tabii bu da sinemanın pek çok olanağından kendini mahrum bırakmak anlamına geliyor. Kendine bir engel koymak aslında. O yüzden de bir mücadele yarattı. Filmin en önemli tarafı bu biçemin esiri olmaması. Derdi olan, bunu da düzgün bir şekilde tartışan, seyirciden uzaklaşmadan, tepeden bakmadan, hava atmadan, herşeyi açık bir şekilde paylaşan bir film çıktı ortaya. Türkiye’de sanat filmi, ticari film gibi kavramlar var. Bence Derviş, bu filmle tüm kavramları sarstı. Başka Semtin Çocukları da bir Türkiye gerçeğine ışık tutuyor. Siz İstanbul üzerinden nasıl bir genele varıyorsunuz? İstanbul doğumluyum ama çok geç geldim. Alışmak da zor oldu. Belki de alışamadım. Zaten bir yere kolay kolay alışabilecek biri En büyük zaafımız eleştiri yokluğu Çemberimde Gül Oya’nın üzerinize yapıştığını düşünüyor musunuz? İsmime eklendi diyebilirim ancak. Tiyatro da yaptım, sinema filmi de. O kadar benimsenen bir televizyon işi yapmadığım için insanlar oradan hatırlıyor. Televizyonun kendine ait bir işleyişi var. Popüler kültür sonuçta. Nasıl yapıldığını algılamak gerekir. Evet, televizyonda kalitesiz bir yapı var. Bunun tek sebebi, bu işe sermaye koyanların çıkarları. Oysa meslekler, insanların yaşamlarını kolaylaştırmaları için var. İnsanların ceplerini doldursun diye değil. Ben bu anlamda sıkıntı çekiyorum. Sizce ne yapılmalı? Seyirci de tepkisini ortaya koyabilmeli, çünkü bu işin dışında değil. Türkiye’de bu işler iyi olmuyorsa, sorumlulardan biri de izleyicidir. Ben de bir izleyiciyim ve tepkimi koyuyorum. Beğenmediğim filmden, oyundan tam ortasında çıkar giderim. Hatta herkes gitmeli. Bunu saygısızlık olarak görmüyorum. Beğenmediği bir oyunun sonuna kadar kalmayı, sonra da ayakta alkışlamayı samimi bulmuyorum. En büyük zaafımız eleştiri kültürümüzün olmayışı. Takdirin de köteğin de burada kriteri yok. Rastgele savuruyorlar. Saygı bizde kutsal ya, ben öyle saygıya saygı duymuyorum. Altın Palmiye’nin dayanılmaz cazibesi başkanlığını da bayan Scheufele’nin üstlendiği İsviçreli olan bir mükâfat dağıtır. Festivali hazırlayan komitenin Nasıl her yazar veya bilim insanı Nobel ödülünü, her Chopard firmasının tarafından üretilmektedir. Ayrıca önceleri genel delegesi, daha sonraları başkanı olan futbolcu veya sporcu Dünya Kupası’nı kazanmayı; kendi 1997’den beri yine Chopard, En İyi Kadın ve Erkek Robert Favre Le Bret’in girişimiyle 1955 yılından güzel, “eşsiz”, tatlı, acı, büyük, “yalnız”, Oyunculara verilmek üzere “Altın Palmiyecikler” itibaren o senenin “En İyi Filmi” için “Altın Palmiye” yoksul, zengin, vs vs ülkesine üretmektedir. vermeyi kararlaştırır. Cannes’lı mücevherciler arasında götürmeyi düşlerse çoğu has sinemacı Altın Palmiyeleri yaratanlar kadın sanatçılar olmasına bir yarışma açılır. Bir kıyı şehri olan Cannes’ın bahriyeli da günün birinde Cannes’ın Altın rağmen 62 yıllık Cannes saltanatında Altın Palmiye’ye belediye armasından esinlenen, mücevher tasarımcısı Palmiyesi’ne kavuşmayı diler, özler sahip olmak onuruna kavuşan tek kadın yönetmen Cannes’lı kadın sanatçı Lucienne Lazon’un yarattığı, 24 diye düşünüyoruz. İstisnalar da bazı ugur.hukum@gmail.com Avustralyalı Jane Campion olmuş. Campion 1993’te ayar altından üretilen ve “Zafer” anlamına gelen ilk “Altın kuralları nasılsa bozamaz. Hele hele “The Piano” ile yılın filmine imza atarken, 6 erkek Palmiye”yi almak Amerikalı yönetmen Delbert Mann ve “başarı” kavramının iyice sığlaştığı, özlü sinemacı Altın Palmiye’yi ikişer kez kazanmışlar: ABD’li “Marty” başlıklı filmine kısmet olur. 19641974 yılları erdemlerin hızla yozlaştığı bir neoliberal çağda, 21. Francis Ford Coppala, Japon Shohei Imamura, eski arasında Altın Palmiye usulüne geçici olarak dururken, yüzyılda... Yugoslav Emir Kusturica, Danimarkalı Bill August, 1975 ile birlikte Altın Palmiye geri geliyor. 1984 yılında Altın Palmiye ve bu yıl 1324 Mayıs tarihleri arasında Belçikalı Luc ve JeanPierre Dardenne biraderler. altkaidesi değiştirilen “Altın Palmiye” 1992’de Thierry 62.’si düzenlenen Uluslararası Cannes Film Festivali 7. Toplam 81 Altın Palmiye’den 50’sini Avrupalılar Bourqueney, 1997’de de Caroline Scheufele isimli sanat, sinema dünyasının en prestijli taltifi, mesleğin en kazanmış. İtalyanlar 12, Fransızlar 10, İngilizler, 9 mücevher sanatçılarının ellerinden geçerek değişime ciddi ve önemli arenası, bir anlamda kapışma ringidir. Danimarkalılar 4 Altın Palmiye paylaşmışlar. Bu sayıya 19 uğrar. Altın Palmiyeler 1997’den beri sistemli olarak Cannes Meydanı yalnızca “ulaşamadığı ciğere murdardır ABD’liyi de eklersek Altın Palmiyelerin yüzde 80’den dünyanın en ünlü mücevhercilerinden, Yönetim Kurulu diye miyavlayan kediler”le, Hollywood veya bazı Fransızfazlası Batı dünyasına gitmiş oluyor. Buna bir İngilizİtalyan vb kökenli “ateş saçan, kan içen de Japonya’dan 4, eski Sovyetler Birliğinden ejderhalar”ın arasına sıkışmış bir tartışma 2 palmiye ekledik mi dünyanın gerisinde pek kürsüsü veya pazar kahyalarının değnek kayda değer sinema yokmuş gibi bir izlenim tokuşturma alanı da değildir. Elbette gerçeğin çıkıyor. Halbuki 1946’daki ilk büyük ödülü potasında bunların hepsinden bir iz, pay bulmak Hintli yönetmen Chetan Anand “La Ville olasıdır. Elbette sinema salt bir sanat eseri, aracı Basse / Aşağı Kasaba” isimli filmiyle olabileceği kadar, bir mücadele silahı veya almışmış. Ayrıca 1982 yılında Yılmaz Güney serbest piyasa ekonomisi metası tanımlarına da ve Şerif Gören’in ortak eseri “Yol”un uygun düşebilir. Sonuçta sinema tüm bu Türkiye’ye rağmen Türk sinemasına özellikleri ve boyutlarıyla kimliğini belirlerken, kazandırdığı unutulmaz başarı da Altın Cannes da bir biçimde onun aynası hatta tahtı Palmiye’nin pek o kadar da kimsenin konumunu kazanmıştır. Bu tahtın da tacı Altın tekelinde olmadığının kanıtıdır. Her devirde, Palmiye’dir. Bu simgeyi kafasına geçiren, eline her jüride dönemin ekonomik, politik, kültürel, alan, hatta yumruk gibi sallayan ille de sinemanın kişisel ve sübjektif ilişkiler ve bağlam belirli bir kralı değildir. Ama sinema tarihine adını altın rol oynayacaktır. Ancak son yıllarda Arjantin, sırmalı harflerle yazdırmıştır artık. Güney Kore, İsrail ve Rumen sinemalarının Sinemacılar için dayanılmaz bir cazibesi olan kanıtladığı gibi Cannes sayesinde binlerce Altın Palmiye’nin hikayesi festivalin kendisi kadar film, yüzlerce yönetmen, onlarca ülke evrensel eski olmasa bile yarım yüzyılı aşkın bir geçmişe kültürüne olan katkılarını sergileyebilecektir. sahiptir. 1946’da ilk kez düzenlenen Cannes Film Altın Palmiye her sinemacı, sinema heveslisi Festivali, 1955 yılına kadar adı “Festival Büyük Cannes’da Altın Palmiye’nin simgesi şeklinde yapılan bir pencereden genç ve insan için esin, umut ve düş kaynağı Ödülü”, simgesi de Cannes’lı kuyumcuların her görünen kent manzarası foto muhabirinin objektifine böyle yansıdı... olmanın dayanılmaz cazibesini yaşatacaktır. yıl tasarlayıp ürettikleri farklı, özgün bir mücevher UĞUR HÜKÜM Ötekiler C MY B C MY B ? Nâzım Hikmet‘in Vera Tulyakova‘sını ölümünden birkaç yıl önce Almanya’nın bir kentinde ben de tanımıştım. Saçları hala saman sarısıydı ve gözleri de maviydi. Sevecen bakıyordu. Nazım’ın aşkını daha iyi anlamıştım o zaman. Vera Tulyakova ile Refik Durbaş’ın yaptığı söyleşi, Güneşli Rüzgârı Nâzım’ın/ Daktylos Yayınevi’nden çıktı. Okuyunca yanılmadığımı bir kere daha anladım.