19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 16 MAYIS 2009 CUMARTESİ Izİzlenim ÜMRAN BULUT umranbulut@gmail.com ? Fotoğraf: VEDAT ARIK Uzun süre Amerika’da yaşadıktan sonra Türkiye’ye dönen tiyatrocu Defne Halman, geçen ay AKM’nin önünde yapılan toplantıya az sayıda katılım olmasına çok şaşırmış. “Kiminin haberi yoktu, kimi uyanamamıştı” diyen Halman arkadaşlarının “Burası böyle, alışacaksın” sözlerini de yadırgamış. Halman “Alışmayacağım. Hep beraber bir şeyleri değiştirebiliriz” diyor... ABD’de sendikaya girmeden denemeye bile almıyorlar Yaşam direnmekten geçer Victoria sezonun dikkat çeken oyunları arasındaydı. Peki siz ne kadar Victoria’sınız? Ölüme teslim olmuyor Victoria. Direnmek de benim yaşamımda önemli bir noktadadır. Haksızlık ve olumsuzlukların karşısında dururum. Bu benim için belirleyici bir unsur oldu. Ben de asi ve özgür ruhluyum. Victoria gibi sanatın gücüne inanıyorum. Oradan besleniyorum. Ayrıca öleceğiz diye yaşamak olur mu? Niye süreci zehir edelim, ne kadar yaşayacağımızı bilmiyoruz ki. Kardeşim 16 yaşında bir trafik kazasında öldü. Bizim hayatımızda büyük bir travmadır. Belki de o yüzden; zamansız bir kayıp yaşayınca böyle bakmaya başladım yaşama. Dünde kalmıyorum, yarına da çok takılmıyorum. Televizyon işlerinden uzak mı duruyorsunuz? Pek tercih etmiyor gibisiniz. Tiyatroya çok bağlı ve sadığım. Geriye de zaman kalmıyor fazla. Televizyona gelince, ben özgürlüğüme düşkünüm. Uzun vadeli bağlayıcı bir çarkın içine girdiğim zaman boğulacakmışım gibi geliyor. Uygun bir rol, dizi olursa kapalı değilim elbette. Ben hayatımı istediğim gibi yaşamak derdindeyim. Nedir heykellerin bizden çektiği? Gerçekten de öyle, nedir bu karalama ya da vandalizm? Bizde heykeller aşağılanırlar, darbe alırlar, yazılıp çizilirler. Taşınırlar ordan oraya. Zamanın getireceği tahribe karşı korunmazlar, bakılmazlar. İnsanımızın acımasızlığına karşı koyamazlar ve sonunda yok olurlar. Yıllardır sürüyor bu. İstanbul Tophane’deki “İşçi” heykelini anımsayın. M. Ertoran’ın eserini. 1973’te yerleşti yerine, emeği simgeliyordu. Siyasi amaçlı bulunup tahrip edildi. Sonrasında, hepimizin gözü önünde yok oldu, beton parçasına dönüştü. Heykel sanatını bizde tanıyan yok. İnsanımız, gencimiz, çocuğumuz heykellere gerektiği biçimde yaklaşamıyor. Onlara bakmayı, değerlerine saygı göstermeyi öğrenemiyor. Onlardan parçalar mı koparılmıyor? Yerlerinden mi edilmiyorlar? Aşırı bir biçimde yadırganmıyor mu onlardan? Hepsine birden “evet” ne yazık ki; hem de hiç azımsanacak sayıda değil. Bazen bir kaz heykelinden bile alacaklı hissediyor bizde halk kendisini. Bazen aşk heykelinin biçimselliğine takılıyor göz. Sorguluyor insanların duruşlarındaki görüntüyü. Estetikle, yaratmayla uzaktan yakından birliktelik yok dünyasında. Beğenmiyor biçimi, emrediyor: “Kaldırılsın.” Şehirlerimizde heykele pek yer yoktur. Ama heykel Eskişehir’de yer bulmuş. Tüm şehir onlarla donanmış. Porsuk çayının etrafındalar, sokak başlarındalar, bina önlerindeler. İnsanlarla, çocuklarla birlikteler. Halk onları seviyor, onlarla ilgileniyor. Onları izliyor. Oradaki heykeller şanslılar, korunacakları belli. Oradaki insanlar da şanslılar, sanatı kucaklayıp onunla olumlu birliktelik içinde bakış açılarını zenginleştirecekler, estetik duyarlılığın önemini anlayacaklar. Hem güncel hayatta, hem de toplumsal girişimlerde, en etkileyici ortamlarda, bayramlarda seyranlarda, ister işçi bayramı olsun isterse başka, Eskişehirli heykeline saygılı davranacaktır. Dünyanın her yerinde izlenme açısından bazı heykeller kuşkusuz diğerlerine oranla daha şanslı sayılılar. Önlerinden akıp giden kalabalıklar değişkendir onların. Tıpkı İstanbul Taksim Anıtı gibi yerlerinden memnundurlar. Ancak bu verimli hal, bazen de başlarına gelecek tehlikeden onları koruyamaz. P. Canonica’nın “Taksim Anıtı” ismini 1 Mayıs 2009’da tarihe bir kez daha yazdırmış oldu. Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının tepelerine bir yığın insan çıkmış bayramı kutluyordu o gün. Coşkusunu oradan paylaşıyordu. İnsanlarımız, 1977’de Taksim’de yaşanılan çok acı olayların ardından tekrar Taksim’de buluşmuştu. 31yıl sonra, bu kavuşmanın sevinci birçok karede sergilendi. Taksim Anıtı da bu arada nasibini alanlardandı. Görüntü, ne yazık ki, sanata gösterilmesi gereken saygıdan bihaber olunmanın resmiydi. Oysa, bir anıtın platformmuş gibi kullanılması sanat eserine yapılacak haksızlıkların en kırıcılarındandır. Anıtı basamak bellemek ve üzerine tırmanıp kendini, varlığını göstermek, heyhat! Bu saniyelik bir davranış bile olamaz. Kuşkusuz insanımızın anıtla bir alışverişi yoktu o gün. Onu görememişti bile. Bayramın, çoşkunun ve sevincin paylaşılması işçimizi ve emekçimizi etkilemişti. Anıta zarar verilebileceği, sanat eserine duyarsız kalış sanki akıllara çok sonradan gelenlerdi. Bunun medyada gösterilip yadırganmamasından ise tüm toplumu eğiten yanlış bir ders çıktı. Burada çoşku bir yana, sanat eserine karşı tavır bir yere deyip davranılmalı; gelecek senelerde ya da başka bayramlarda ve coşkularda ona sakince yaklaşılması gereği öğrenilmelidir. Şimdilik yaşanılanı olumlu görmek mümkün değil velhasıl... Heykeller bizlerle birlikte var oluyorlar, yakınız onlara. Ancak heykeller, saygın ve saygılı olunmaya değerdirler. Asla küçümsenemezler. Sezonun dikkat çeken oyunları arasında yer alan Victoria sezon finalini yaptı. Oyundaki performansı ile adından söz ettiren Defne Halman ile finalin hemen ardından ZUHAL söyleşmek üzere buluştuk Kenter Alzheimer hastası AYTOLUN Tiyatrosu’nda. hayat dolu bir kadını canlandıran Halman da tıpkı Victoria gibi. Bağlanmaktan hoşlanmıyor, anı yaşamayı tercih ediyor. Yaşamla yegane bağı ise sanat. Tevazu sahibi. Sınırları aşıyor, kendinden geçiyor sahnede. New York ve Türkiye arasında gidip gelmelerle, başlayıp geri dönüşlerle geçen bir yaşam onunki. Baleye odaklanan hayatı, yaşadığı sakatlık nedeniyle bir anda hayal kırıklıklarına bırakmış yerini. Yıldız Kenter’in teşvikiyle de tiyatro ile yeniden başlamış, daha dik, daha inatçı ve daha dirençli olarak. Amerika ve Türkiye arasında gidip gelmiş, her seferinde sıfırdan başlamış. Yaşama karşı beslendiği noktalardan biri de bu başlangıçlar zaten. Yaşı ise bir sır gibi onun için; özellikle söylemiyor. Herhangi bir damgadan, etiketlenmeden, sınırlandırmadan hoşlanmıyor. Dünle ya da yarınla bir derdi yok. Onu yalnızca bugün ilgilendiriyor. Geçmişe yönelip orada kalmaktansa bugüne odaklanıyor, anı yaşıyor. Yarın ise onun için gerçekten “yarın.” O yüzden gelecek projelerinden söz edemedik. Biraz sanat yaşamını konuştuk, genellikle günümüze baktık. YENİDEN BAŞLADI HERŞEY Baleyle başladınız, tiyatroya uzandınız. New York’tan İstanbul’a... Annem de babam da sanat, kültür ve edebiyattan beslenen insanlar. Ben öyle bir ortamda büyüdüm. Sanat yolundan yürümemi de çok istediler ve teşvik ettiler. Babamın ahbaplarından dolayı evin içinde Türkiye’den, Amerika’dan, Avrupa’dan sanat çevrelerinden çok farklı kişiler girip çıkardı. Doğal bir yaşam tarzıydı kimse ayrıcalıklı sunulmazdı. O ortamda çok büyük bir disiplinle ve aşkla sarıldım baleye. ‘Balerin olacağım’ diye yıllarca sürdürdüm çalışmalarımı. Ama ayağım sakatlandı. Herşey yeniden başlayacaktı artık. Bu nasıl bir hayal kırıklığıydı sizin için? Korkunçtu. O yaşta büyük bir boşluğa düştüm. Altımdan, üzerine ne bastıysam o çekilmiş gibiydi. Yok oldu birden. Önüm bomboş görünüyordu. Onun için belki de şimdi böyle anı yaşıyorum. Yarını fazla düşünmemeye çalışıyorum. Baleden tiyatroya nasıl geçtiniz peki? Yıldız Kenter’in teşvikiyle. Amerika’ya döndüğümde sınavlara girmek üzere hazırlamaya başladı Yıldız Hoca beni. Ancak neden dönüyorum ki Türkiye’de kalayım, eğitimimi burada alayım dedim. Eğitimimle beraber de profesyonel oyunculuğu sürdürdüm. Dikkat çekmeye başlamıştım. Dormen ve Dostlar Tiyatrosu’yla da çalıştım. Pek çok oyunda rol aldım. Türkiye’den Amerika’ya uzanan çok uzun bir kariyerim varmış gibi ancak bunlar çok hızlı ve kısa süreye sıkıştırılmış şekilde oldu. Türk tiyatrosunun değerli ustalarıyla karşılıklı oynadım. Bana şans tanıdılar. Her zaman minnet duyuyorum. Peki oyunculuk anlamında Amerika ile Türkiye arasında ne gibi sistem farkları var? Orada sistem çok oturmuş. Oyunculuk sistemine endüstri gibi bakılıyor. Amerika’da insan kendini tekrar tekrar kanıtlamak zorunda. Her seferinde yeniden denemelere giriliyor. Ayrıca sendika sistemi var orada. Türkiye’de ise bu anlamda daha çarpık bir işleyiş var. Amerika’da sahne sanatları sendikasına üyeyim. Ancak o sistemin içine girmek de çok zor. Bir takım çalışmalar yapacaksınız, para kazandığınızı kanıtlayacaksınız. Sendikaya girmeden bazı işlerin denemelerine dahi giremiyorsunuz. Bazı kapılar baştan kapalı. O kapıları aralamak ya da girmek için başka türlü işler yapmak gerekiyor. Epey ağır bir süreç. Türkiye’de de meslek birliği kurma yönünde çalışmalar var. Ben de destekliyorum, görüşmelerimiz sürüyor. Ancak bir iki günde olacak iş değil, süreç lazım. Burada anladığım kadarıyla çok ağır kontratlar imzalatılıyor. Bu konuda duyarlı arkadaşlarla elimden geleni yapmak istiyorum. Bir araya gelme konusunda ciddi sorunlar yaşanıyor. 27 Mart’ta AKM’nin önündeki toplantıda o kadar az kişi vardı ki. Çok içim acıdı. Kimisinin haberi yoktu, kimisi uyanamamıştı. Nasıl olabilir ki? ‘Alışacaksın burası böyle’ diyorlar. Alışmayacağım. Hep beraber bir şeyler yapalım, değiştirelim. Umutsuz konuşan arkadaşlar var. Bu zihniyetle yola çıkıp iş yapılmaz. Mücadele etmek gerekir. Bir çözüm bulunmalı. Kafalarımıza vurdukları zaman yılmaktansa, tam tersine direnmek, daha çok çalışmak, inadına devam etmek lazım. Hakikaten bir tepki göstermek lazım. Birlikten güç doğar, bunu unutmamalıyız. 18 Mayıs’ta da Taksim’de sessiz bir yürüyüş yapacak tiyatrocular. Bu işin mimarı olan çok önemli isimler var. Bizler orada olacağız. Umarım büyük bir kalabalık olur. Dizilerden, okullardan, tiyatronun değişik jenerasyonlarından oyuncular ve sinemacılar bir araya gelsin. Varlık gösterelim. Değiştirelim bu gidişatı. ÇALIŞMA AHLAKI Talat Halman’ın kızı olmanın yaşamınıza büyük etkisi vardır elbet. Peki sizi rahatsız eden tarafları da var mı? Sadece babam değil, annem de Birleşmiş Milletler radyosunda önemli bir konumdaydı. Yeteri kadar yapamama, onlara ulaşamama endişesini hep yaşadım. Bu kötü bir şey değil. Daha çok ve daha disiplinli çalışmaya, vazgeçmeden, yılmadan ve emek vererek kendimi geliştirme isteğime sebep oldu. Bana müthiş bir çalışma ahlakı aşıladılar. Bu, biraz kendimi hırpalamama neden oluyor. Ama şikayetçi değilim. Önemli olan yaptığım işin arkasında durabilmek. İlişkiniz nasıl? Babam da benim kadar heyecanlıdır. Benim başarılarımdan besleniyor, gurur duyuyor. Tekrar sahneye çıkmama o kadar sevindi ki. Ben kendime inancımı yitirsem de o bana olan inancını yitirmiyor ve beni teşvik ediyor. Şehrin hikâyesi biraz sizsiniz Her kenti önce adının ilk anlamıyla tanımak gerekli. Bir kentte yaşamak ile bir kentte olmak arasındaki fark daha iyi anlaşılır o zaman. Her insanın olduğu gibi her kentin kendine ait bir hikayesi vardır. Ama içinde yaşadığımız şehir o kadar “şeyleşir” ki, kiminle yaşadığınızı sormazsınız kendinize. Günlük koşuşturmacalar içinde unutulur gider yaşanan yer. Ve başka kentler önemlileşir, görülmek istenen; yakınlaştıkça uzaklaşmak bu olsa gerek. İstanbul’a yaptığım bu hoyratlığı yaşadığımız ya da yaşayacağım diğer kentlere yapmayacağıma söz vermiştim bir zamanlar. Çalmayacaktım kişiliğini yaşadığım kentin. Soğuk bir Kasım ayının sonlarında tanıştım Stuttgart ile. Kocaman bir metropol beklerken, eli yüzü temiz, güzel bir kadın çıktı karşıma. Düzenli ve nerde ne yapacağını bilen. Kapitalizmden payına düşeni fazlasıyla almış bir şehir olmasına karşın, saklamıştır doğal halini Stuttgart. 9. yüzyılda kurulan Stuttgart, Almanya’nın altıncı büyük şehri ve ülkenin kuzeyinde bulunan BadenWürttemberg eyaletinin başkentidir. Çevre yerleşmelerle birlikte yaklaşık 3 milyon nüfusa sahip Stuttgart’ta 197 farklı ulustan insan bulmak mümkün. Trende oturup bir yerden bir yere gitmek isterseniz, kulağınıza farklı farklı diller gelir; sizin diliniz de farklı dillerden biridir. El ele gezen kara derili güzel kızla, NURCAN DİKME sarışın bir oğlana bakarsınız, gülümseyerek ve yanlarındaki melez bebeğe. Mutlu olursunuz. “At” ve “bahçe” kelimelerinin birleşiminden oluşan isim “Stuotengarten” olarak dile gelir önce ve zamanla dilde oluşan değişilikler sonucu günümüzdeki “Stuttgart” adını alır. Şehrin sembolü de şaha kalkmış bir attır. Nazi Almanya’sı döneminde Hitler en az oyu Stuttgartlılardan almıştır. Dokuz yıllık faşizm döneminde Hitler, Stuttgart’ı sadece bir kere ziyaret etmiş ve bu ziyaret sırasında yaptığı radyo konuşması kablonun çekilmesiyle engellenmiştir. Kültürün ve sanatın büyük değer verilerek yaşandığı şehirde 180’e yakın yayınevi bulunur. Rus balesi ile birlikte dünyanın en önemli balesi arasındadır Stuttgart Balesi. Şehir müzesinde “Stadtsgalerie” Rembrand’tan Picasso’ya Rafel’den Beuys’a kadar 14. ile 21. yüzyıl sanatını kapsayan sanat eserlerini görmeniz mümkündür. Belirli günlerde birçok müzeyi ücretsiz ziyaret etme olasılığı da vardır. MercedesBenz Müzesi Avrupa’nın en çok ziyaret edilen müzeleri arasında bulunmaktadır. 120 yıllık otomobil tarihinin sergilendigi müzede, ilk otomobilden günümüzün en gelişmiş otomobiline kadar tüm modellerle tadına doyamayacağınız bir gezi yaparsınız. Stuttgart’ın en ünlü hayvanat bahçesi “Wilhelma” içinde barındırdığı bin yüz farklı türden sekiz bin dokuz yüz hayvanıyla, en zengin ikinci hayvanat bahçesidir Almanya’nın. Tek tek görülmesi gerekenlerin sıralanması gerçekten zor Stuttgart’ı anlatmak isterseniz. Ama en ünlü caddesi “Königstraße” boyunca yürürseniz, ki kulağınıza sokak şarkıcılarının, çalgıcılarının içinizi okşayan müzik sesi gelecektir yol boyuncacaddenin sonunda ünlü bir felsefecinin adının, küçük bir eve verilmiş olduğunu görürseniz, şaşırmayın. “Hegel”dir karşınıza çıkan isim. Müzeye dönüştürülmüş evde hayatının ilk 20 yılını geçirmiştir Alman idealizminin kurucusu Hegel. Ve şu an üzerinde dolaştığınız sokaklarda o da yürümüştür uzun yıllar önce. Hegel ile yaşadığınız kısa karşılaşmadan sonra Bad Cannstatt’a doğru yola çıkarsanız, yolunuza bir park çıkacaktır. Oldukça büyük olan parkın içinde gözünüze küçücük bir bina çarpacaktır. Daimler’in denemelerini gerçekleştirdiği yerdir burası. Burada 1886 yılında ilk otomobili çılıştırmıştır Daimler sevgili eşiyle. Ve mezarı 300 metre uzakta Stuttgart’ın en eski mezarlığındadır. Şu bize dilini çıkaran ünlü fizikçiyi hatırladınız mı? Evet, Einstein’dan bahsediyorum. Pauline Einstein, annesidir Einstein’in ve 1858 yılında Stuttgart’da doğmuştur. Goethe’den sonra Alman edebiyat, tarih ve felsefesinin en önemli ismidir Schiller. Stuttgart’a bağlı Macbach kentinde doğmuş ve hayatının 27 yılını Stuttgartta geçirmiştir “Özgürlük Şairi” olarak anılan Schiller. Stuttgart’da doğanlar arasında başka bir ünlü isim daha var. Frankfurt Okulu’nun kurucularından olan, eleştirel teorinin savunucu ve NeoMarksist olarak adlandırılan Alman sosyal felsefeci Max Horkheimer. Yavaş yavaş sonuna gelirken Stuttgart gezimin, 2007 yılında VFB Stuttgart’in şampiyonluğundan sonra 500.000 insanın gece Stuttgart merkeze toplanma ve birlikte şampiyonlugu kutlama çabası görülmeye değerdi. Dünyanın neresinde okuyorsanız okuyun bu yazıyı, eminim sizin de şehriniz en az Stuttgart kadar güzel ve anlatılmaya degerdir. nurcandikme@yahoo.com C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle