19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 16 MAYIS 2009 CUMARTESİ Benim ülkem SİYAHKALEM Şebnem Sönmez Cep telefonu yapımında önemli bir yeri bulunan koltan yıllardır iç savaşla yaşamak zorunda kalan Kongo’dan geliyor. Yabancı firmalar Kongolu asileri ve hükümet güçlerini koltan karşılığı silahlandırıyor. Bir tarafı dışarı bir tarafı içeri döner bazen ruhun, bir yanı geriye bir yanı ileriye gitmeye yeltenir gibi. Baktığımız yerden görebildiğimiz kadarıyla yorumlayabiliriz ancak hayatımızı. Geceden veya gündüzden, karanlıktan ya da aydınlıktan, darlık ve varlıktan, yukarıdan, aşağıdan, ya da tam ortasından, tam gözünün bebeğinden. İçimizin elverdiği yetkiye dayanarak yarınımızı belirginleştirecek adımlarımızı da sadece bulunduğumuz yerden atabiliriz oraya. Orası neresi? “Orada Bir ben var uzakta O ben Bizim ben’imizdir Gitmesek de Bulmasak da O ben…” O ben’de ne saklı olabilir gerçek ben’den başka? Ne kadar uzakta olabilir başka gözlere çıplacık görünen ben’den? Başka gözlerin önünde ben olurken ben, başka ben’leri olanca benliğiyle gören ben neden göremez ben’i benden? Göz çünkü, dışarı bakar. İçli şarkılar duyduğunda kendiliğinden kapanan göz gezinir içerilerde. Aramak için değil, zaten bulduğu için. Şarkı biter, yolculuk biter. Hep böyle mi olacak? “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı Önce hafiften bir telaş geliyor Yavaş yavaş koşturuyor Yurttaşlar sokaklarda Çok da uzak olmayan ıraklarda Kovuşturmaların hiç bitmeyen soruşturmaları İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” Dünyanın bir yerinde kendi aidiyetine ulaşamayan benlik nerededir aslında? Akılgönül neredeyse orada mıdır? Eğer gerçekten böyle ise doğduğum, büyüdüğüm, her neredeysem oraya kadar yollarından yürüdüğüm topraklarımın bütün derdini kendi benlik derdim belliyorum. Dünyanın bütün musıkilerine aşinalığımın kaynağı benim güzel ülkemdir. İçindeki bütün annelerin apayrı dillerde okudukları ninnileriyle bebeklerine huzurlu kucaklar açtığı ülke, benim ülkemdir. Kendilerinin olmayan çocuklara hayatlar vermek için yaşayan annelerin anneleri benim ülkemde yaşar. Onlar bazen koruduğu çocuklar için cezalandırılırlar. Bazen de ceza verenler korunurlar, diğerlerimizin benlikleri şaşkınlıklar içinde kalakalırken. “Bu ne acaip bilmece Ne gündüz biter ne gece Kime söyleriz derdimizi Ne hekim anlar ne hoca!” Sesleri kesilmiyor duyduğum şarkıların. Gözlerim hep kapalı, içimde bir yerlere gidip geliyorum. İki şarkı arasında ayaklarımın ucundaki ileriyi görüyorum. Çok mu kapatıyorum gözlerimi ki fludan nete pek geçemiyorum? Biliyorum ki, ülkemin derdi bitmeyecek. Biliyorum ki, nerede olursam olayım aslında hep “oradayım”, ve öyle de olacağım. Biliyorum ki, benliklerimizin dilemmaları da üreyecek soluduğumuz nefeslerle kuvvetlenerek. Ama şunu da biliyorum ki, hayat onu ne kadar sahiplenirsek o kadar bizimdir. İçinde gerçeklerle hayalleri bir arada taşıyan bu hayat, acılarıyla da sahiplenilmeli elbette her yaranın bir merheminin de olduğu hiç unutulmadan. Merhem yine aynı yerde. Acıyı dindirmek için canla başla çalışanların beraberliğinde. “Düşmesin bizimle yola: evinde ağlayanların gözyaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar! Bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar” Hiçbir sorun hiçbir yalnızlıkla çözülemez! Her birimiz yürüdüğümüz yoldan sorumluyuz! Yoldaşlarımızdan da, yürüyüşümüzden de!.. Söylediğimiz şarkılardan da, gözlerimizi içimize açtıran dinleyişlerden de… Birbirimizden sorumluyuz, sorunlu değil. Bu, herkesin ülkesi olabilen en güzel ülkede sorun, sorumluluk bilincimizde. “Bir arada yaşamayı bir öğrenebilseler, bütün çocuklarıma yeter bereketli memelerim!” diye ağlayan ana tanrıça Kübele’nin Anadolu’su benim memleketimin göbeği. Hepimizin göbekbağı aynı toprağa düştü düşeli; “Türküm, doğruyum, çalışkanım, İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey bugünümüzü sağlayan yüce Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene!” Merhaba Leyla Halid’in fotoğraflarına bakarken “Çok yaşlanmış“ diyorum; zaman sanki bir tek onu etkiliyormuş gibi... 40 yıl öncesinin fotoğrafına takılı kalmışım. “Gözlerine bak” diyor Gamze Erbil, “Hala aynı kararlı bakışlar...” Leyla Halid, konferans için Türkiye’deydi. Bu onun beş yıl aradan sonra ikinci gelişiydi. Elinde Kalaşnikof, kafasında kefiye ve yüzünde kocaman bir gülümseme... Dünya Halid’i siyah beyaz fotoğraf karesindeki genç ve alımlı yüzüyle tanıdı. Daha henüz 15 yaşındaydı, mücadeleye karar verdiğinde. Filistin Kurtuluş Cephesi’nin eğitim kamplarında, erkeklerin arasında cesaretini ispatlamak için pimi çekilmiş bir el bombasıyla bir hücrede sabahlamayı bile göze aldı. Davası uğruna uçak kaçıran ve böylelikle dünyanın ‘ilk kadın hava korsanı‘ olarak tarihe geçen Leyla Halid, mücadele insanı olsa da doğasına karşı koyamadı; sevdi, evlendi ve çocuk doğurdu. Eşiyle, yarım bıraktığı eğitimini tamamlamak üzere gittiği Moskova’da tanışmıştı. Gerçi eğitimini de tamamlayamadı. FKÖ’nün çağrısıyla Lübnan’a dönmek zorunda kaldı. Sonra tekrar okula dönmek istediyse de Moskova’ya gidemedi bir türlü. Çocuklarına evde annelik yaparken, eylemlerini de sürdürmekten geri durmuyordu. O bir ‘bağımsızlık savaşçısı‘ydı. Parmaklarında taşıdığı yüzük ise bir mermiydi. Eğitim sırasında kullandığı el bombasının pimini bir mermiye dolayarak yapmıştı yüzüğünü. İçinde hep doğduğu topraklara dair bir özlem vardı. Vatan hayaliyle daha cesur ve ataktı. Filistin’i gökyüzünden de olsun görebilmek için bir defasında kaçırdığı uçağın pilotunu Hayfa üzerinden uçmaya zorlamıştı. Leyla Halid, kadınların sosyal yaşamda geri planda tutulduğu bir coğrafyanın kadınıydı. Gamze Erbil’le yaptığı söyleşide, Filistinli kadınların mücadelenin yükseliş dönemlerinde hep ön sıralarda yer aldığını anlatıyor. Bunun sonucunda da toplumsal konumlarını iyileştirme yönünde kazanımlar elde ettiklerini... Mücadele ivmesini yitirip, inişe geçtiğinde ise kadınların evlerine geri dönmek zorunda olduklarını... O ise evine dönmeyenlerden... Bugün tüm dünyayı dolaşıp, konferanslara katılıyor. Bugün ve yarın da İstanbul’da Petrolİş‘in Altunizade’deki merkezinde gerçekleştirilecek toplantılarda konuşacak. Sanırım bu hafta sonu hemen tüm gazetelerde bizim gibi Leyla Halid’le yapılmış bir söyleşi yer alacak. İyi hafta sonları. Cep telefonunu ver silahları al Yeni çağla birlikte küreselleşmenin çok boyutlu yönlerini de yaşıyoruz. Küreselleşmenin etkisiyle “kâr için herşey mübahtır” anlayışı (neo liberalizm), insanlara yoksulluk, göç, daha fazla baskı, daha az demokrasi, savaş, kıtlık, çevrenin talan edilmesi gibi olumsuz yönleriyle açığa çıkıyor. Küreselleşmenin bu özelliği yani neoliberal küreselleşme, dayanışmacı değil aksine söğüşleyici özellikte... Buca’dan işyerime gelmek için dün yine belediye otobüsüne bindim. Gürültünün en yoğun olduğu yere doğru ilerledim. Yaklaşık on kişilik liseli genç grubunun yanına gittim. Hemen hepsinin elinde cep telefonları vardı. Anımsatayım. İzmir’de belediye otobüslerinde telefonla konuşmak aracın elektronik sistemlerine zarar verdiği için yasak. Kızlı erkekli bu grup cep telefonlarının deseni, kameralarındaki pixel sayısı, bellek, işlem gücüyle birbirlerine takılıyorlardı. Konuşmaları arasında bir cümle çok dikkatimi çekti: ‘Senin telefonun kaç para?’ METE KIZIK SUÇLU ÜLKELER Cep telefonu alanında çok tanınmış firma olan Nokia, çok uzun bir süreden beri Avrupa’da üretim yapmıyor. Çünkü günlük yevmiyenin bir dolar olduğu, bağımsız sendikacılığın, grev haklarının bulunmadığı ortamda, Çin’de üretiliyor. Cep telefonu otuza yakın değerli metalden oluşuyor. Bu metaller arasında çok önemli bir değere sahip olan kurşun ve koltan on yıllardır iç savaşla yaşamak zorunda bırakılan Kongo’dan... Kongo, 53 milyon nüfusuyla iç savaş yaşıyor. İnsanlar savaş nedeniyle yaşamlarını yitirmezlerse ortalama ömürleri 42 yıl. 14 yıldır süregelen iç savaş nedeniyle ölenlerin sayısı 3,5 milyonu geçerken en az 500 bin kişi ülkeyi terketmek zorunda kalıyor. Kimileri “umuda yolculuk” sonucunda Batı ülkelerine ulaşabiliyor, çoğunluğu da bu uğurda yaşamlarını yitiriyor, hapishanelere tıkılıyor, geri gönderiliyor... Kongo’da HIV/ AIDS yüzünden ölen kadınların sayısı 1,5 milyonu buluyor. İç savaş nedeniyle savaşan kabileler arasındaki askerlerin arasında çok sayıda 712 yaş arası çoçuk da var. Üstelik madenlerde çalışanların büyük kısmı çocuk işçiler... Peki bu iç savaş neden çıkıyor?.. Yanıtlayalım. Kongo’daki çok zengin maden yataklarına sahip olmak için birbirleriyle rekabet içindeki Kuzey Amerika ve Avrupalı maden firmaları, kabileleri sürekli kışkırtıyor... Öyle ki bu firmaların desteklediği kabileler neredeyse her ay bile değişebiliyor. Barış anlaşmaları sıkça bozuluyor. BM Güvenlik Konseyi’nin hazırladığı raporda Kongo’da asileri ve hükümet güçlerini koltan karşılığı silahlandıran 100’e yakın şirketin isimleri tek tek sayılıyor. ABD’den İngiltere’ye, Hollanda’dan İsviçre’ye, Belçika’dan Almanya’ya kadar 100 şirket... Çin de bu zengin maden kaynaklarına sahip ülkeye daha fazla uzaktan bakamaz. İkili işbirliği anlaşması yapılır. Yeni yollar, köprüler, demiryolları, sosyal konutlar inşa etmeyi üstlenir. Bunun karşılığında Kongo’nun maden zenginliğinin ilk sıralarındaki bakır, kobalt, altın, gümüş, uranyum, elmasın değerlendirilmesine katkıda bulunacaktır. Yani anlaşmaya göre Çin, bu bölgedeki koltan yataklarını işleyecekti. Bu durum tekrar iç savaşı körükler. Çünkü yapılan anlaşma; Samuel Bodman‘ın şirketine dinamit koymak demektir. Peki kimdir bu adam? Bodman, ABD patentli Cabot Corporation şirketinin sahibi, aynı zamanda Bush’un ilk Ticaret Bakanı Müsteşarı’dır. Manzara böyle, kimin eli kimin cebinde belli değil... Firmaların daha düne kadar destekledikleri kabile, bir ay sonra düşman kabile oluyor... Peki, bu iç savaşta birbirlerini öldürmek için gerekli olan silahları kim sağlıyor? ABD ve Avrupa ülkeleri... Almanya Ticaret Bakanlığı’nın 2007 raporuna göre, hafif silahlar dalında Almanya, dünya ihracat şampiyonu. Peki, bu yoksul ülkenin bütçe harcamaları ne kadar? Silahlanma için bütçesinin yüzde 79’unu ayırıyor... Sağlık için ayırdıkları bütçe, AKP iktidarının sağlık için 2008’de ayırdığı yüzde 4,7’lik bütçeden biraz daha az! 2,3... Dünyada 9 milyar adet olduğu sanılan cep telefonun ana maddesine sahip bu ülkede ki bir maden işçisi günlük olarak 3,8 TL kazanıyor ... Kongo ve komşu ülke Zambia‘da madenlerde çalışan çoçuk işçilerin sayısı Uluslararası Çalışma Örgütü‘nün (ILO) rakamlarına göre 2 milyona yakın... Aralarında yedi yaş gurubu da vardır. Cep telefonu üreten firma, cep telefonu üretmek için kullandığı madenin çıktığı bu ülkede telefon üretim, montaj fabrikası kurmaz.. Çünkü Kongo’da istikrar yoktur... İstikrar olmayınca da fabrika kurulamaz... O zaman küreselleşmenin nimetlerinden yararlanılarak Çin‘de üretim yapılmalıdır... Özellikle Laptop ve cep telefonu başta olmak üzere çok sayıda çeşitli ucuz eşya üretimiyle dünyada tanınan Çin’de bağımsız sendikalar yok... Bu fabrikalarda çalışmak için kentlere göç eden köylüler arasındaki çoğunluğu, kadınlar oluşturuyor. Bu sayede bir iş ve ailelerine para göndermektir tek amaçları... Fabrika kışlalarında günde 12 saat çalışmak, Kongo’da çoçuk işçilerin çıkardığı madenin de kullanıldığı bir çok kimyasal maddeyi iş sağlına uygun olmayan ortamda solumak zorundalar... Üstelik bir de fazla mesai, evliyseler çoçuk bakımı, eşini üretime hazırlama zamanı ve emeği de beklemektedir onları... Söylermisiniz, sizin küreselleşmeniz kaç para? Almanya’da Hıdrellez Saçları kırlaşmış olanların babaları, daha genç olanların ise dedeleri “birkaç yıl çalışır dönerim” umuduyla gelmişti bu topraklara. Önce kendileri gelen, sonra da eş çocuklarını buralara getiren birinci MİYASE ve kuşağın geri dönüşü, “çocukların okulu, tarla, şehirde ev, oğlana dükkan, deniz İLKNUR köyde kıyısında küçük bir yazlık” gibi bahanelerle sürekli ertelendi. Dönmek istediklerinde ise ya çocukları ayak dirediği ya da kendileri bakıma muhtaç hale geldiği için doydukları yeri istemeye istemeye yurt edinmek zorunda kaldılar. Sağlıklarında dönemedikleri memleketlerine, uçağın kargosunda cansız bedenleri geldi. Avrupa’da “göçmen işçi”, Türkiye’de ise “gurbetçi” olarak adlandırılan birinci kuşağın çocuk ve torunları ise baba yurtlarına sadece izin dönemlerinde, o da sahil kent ve kasabalarına tatil için geldiler. Artık nüfus kayıtlarında yazan memleketleriyle pek bağları kalmamıştı hiç birinin. Baba ve analarının doğdukları yerlerin yolunu unutsalar da kültürlerini ve geleneklerini unutmayıp gelen her yeni kuşağa aktarmayı sürdürdüler. Yemekleri, türküleri, halayları, horonları, kına geceleri, kız isteme, çeyiz serme, diş hediği, kırk yemeği, düğün törenleri Türkiye’de hızla değişip dönüşürken oralarda geleneklere uygun olması için sadece yaşlılar değil gençler de titizliği elden bırakmıyor. İlk kuşağın, belki de “öteki” olmanın verdiği güvensizlikle yerine getiremediği, torunlarına öğretemediği gelenekler, işçilikten patronluğa terfi etmenin ve sınıf atlamanın verdiği özgüvenle yeniden hatırlanmaya ve uygulanmaya başlandı. Aşure, nevruz ve hıdırellez törenleri bunlardan ilk akla gelenleri. Önce Aşure ve Nevruz törenlerini yaşama geçiren Avrupalı Türkler, son birkaç yıldan beri de hıdırellezi kutlamaya başladılar. Hıdırellez törenlerinin ilki, önceki yıl Bad Honef’te AleviBektaşi Enstitüsü tarafından gerçekleştirildi. Kitlesel olarak yapılan bu törenlerin ikincisi de geçtiğimiz hafta sonu yine AleviBektaşi Enstitüsü’nün dergahında üç günlük bir programla yapıldı. AleviBektaşi inanç ve geleneklerine göre, ilk iki gün cem ayini yapıldı, sofra açıldı. Son gün ise dergah bahçesinde deyişler söylendi semahlar dönüldü. Dergah’ta ilk akşam açılan Bektaşi sofrasından sonra Afyon’un Şuhut ilçesi Karabel köyünden gelen Alevilerin cem ayinini, ikinci gün Ordu’nun Gürgentepe ilçesinden gelen Çepni Alevilerinin Afyon’dan gelen Alevilerle ortaklaşa yaptığı cem töreni izledi. Pazar günü ise dergah bahçesinde AleviBektaşi Kültür Enstitüsü Başkanı Gülizar Cengiz’in konuşması ile başlayan törende Hıdırellez ateşi yakıldı. Ordulu ve Afyonlu Alevilerin semah gösterilerinin ardından ozan Fedai, Hasan Yükselir ve Sabahat Akkiraz bir konser verdiler. Deyişler, nefesler ve halayların söylendiği konser sırasında yüzlerce kişi semah dönüp halay çekti. hafta?cumhuriyet.com.tr C MY B C MY B İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Miyase İlknur Görsel Yönetmen: Elif Tokbay Yayınlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ Yönetim Yeri: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No.2 Şişliİstanbul Tel: 0 212 343 72 74 Fax: 0 212 343 72 64 Reklam: Cumhuriyet Reklam Genel Müdür: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Reklam Koordinatörleri: Neşe Yazıcı, Hakan Çankaya Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı Reklam Rezervasyon: Mete Çolakoğlu Tel: 0 212 251 98 7475 0 212 343 72 74 Cumhuriyet gazetesinin ekidir. Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle