Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 11 NİSAN 2009 CUMARTESİ Kitabın Biri GÜRAY ÖZ Oyuncular da İnsana gülmek yakışır Romanlarında diyeceklerini hep entrikanın süzgecinden geçirerek büyük bir ustalıkla söyleyen Umberto Eco, Gülün Adı’nda kör rahip Jorge’nin insanları insan olmaya yani gülmeye yöneltecekler diye kitaba ulaşmayı başaranları bir bir öldürdüğünü anlatırken çok ama çok eski bir Demokritoscu ya da Deliliğe Methiye yazarı Rotterdam’lı Erusmus’un bir hayranı olduğunu söylemez mi? Herkesin fikri kendine, bence söyler. Elimdeki eşsiz kitap da Gülmeye ve Deliliğe Dair adını taşıyor. (Ayraç yayınlarından çıktı. Fransızca’dan Mehmet Ali Kılıçbay çevirdi) Her ne kadar kuşkulu bir istihza ile kitabı bize sunan, Yunanca aslından Fransızca’ya çeviren Yves Herzant “düzmece Hippokrates’e aittir” dese de, biz, kitabın tamamında, o eşsiz kahkahanın, derin gülümsemenin içinde hem Demokritos’un kahkahasını, hem Hippokrates’in gerçeği, yani gülmeyi keşfeden halini, hem de her iyi çeviride olduğu gibi Mehmet Ali Kılıçbay’ın da kitabı yazanla birlikte gülümsediklerini görüyoruz. Burada hikâyeye şöyle bir değinivermek yetecektir. Demokritos’un cin çarpmasına uğradığına inanan Abderalılar, Hippokrates’ten yardım istemektedirler. Çünkü ünlü hemşehrileri Demokritos’un aklını kaybettiğinden kuşkulanmaktadırlar. Demokritos “küçük büyük her şeyde gülünecek bir şeyler bulmakta, cehennemi, Hades’i araştırma konusu yapmakta, kuşların sesini dinlemekte, geceleri sık sık kalkarak alçak sesle sanki tek başına şarkı söylemektedir. Bazen de sonsuzluğun içinde yolculuk yaptığını ve ona benzeyen sayısız Demokritos bulunduğunu öne sürmektedir.” Gel diye yalvarırlar büyük hekime, “gel bizi bu durumdan kurtar hemşehrimizi sağlığına kavuştur.” Sonrası artık yalnızca yazılı olanın ötesine geçer. Aktaralım mı? Aktaralım. Abdera’ya çağrılan Hippokrates yola koyulur. Demokritos’u cin çarpmıştır. Kanıtı da ortada. Kentin dışına taşınarak kendini yıldızların arasında kaybederek hem kenti hem de kendini terk etmiştir. Romanın ikinci aşamasında Hippokrates rüyasında yolculuk yapmakta sonra da Demokritos’la buluşmaktadır. Rüyada bilgenin deli olmadığı konusunda fikirler yürüten Hippokrates gerçeği hemen hemen yakalamıştır ya, yine de Demokritos’u görmeye gider. Deli olduğuna inanılan ve bu nedenle kentini kaygılara sürükleyen Demokritos o sırada tam da delilik üzerinde çalıştığını açıklar Hippokrates’e. Anlatır ki, büyük bir sükunet içinde araştırmalarını yürütmektedir. “Mutlusun der Hipokrates, bizim ne yazık ki zamanımız yok, böyle bir sükunet bize nasip olmadı.” “Neden size nasip olmadı?” diye sorar Demokritos. “Tarlalar, evler çocuklar, köleler evlilikler ve diğerleri bize zaman bırakmıyorlar.” İşte o zaman Demokritos hemşehrilerini derin kaygılara sürükleyen kahkahalarından birini daha koyuverir. O sırada konuşmayı uzaktan izleyen Abderalılardan bazıları kafalarına vururken, bazıları da saçlarını yolmaktadırlar. İşte deliliğin kanıtları ortada. Hippokrates de hep kuşku duyduğu bu kaygıya katılır gibi olur. “Sen der, üzülünecek şeylere gülüyor, sevinç yaratması gereken şeylere üzülüyorsun, böylece artık iyi ile kötüyü birbirinden ayıramaz hale geliyorsun.” Demokritos’un yanıtı umut vericidir: “Çok güzel söyledin Hippokrates, ama sen neden güldüğümü bilmiyorsun. Bunu öğrendiğin zaman eminim ki, eşyaların arasında benim gülüşümle birlikte, hem vatanın hem de senin iyiliğine hizmet edecek ve elçiliğinden daha etkili olacak bir tıbbı götüreceksin, böylece başkalarına da bilgeliği öğretebileceksin. Bunun karşılığında da sen bana hekimliği öğretirsin.” Sonra Demokritos devam eder anlatmaya. “Dünya sonsuzdur Hippokrates doğanın zenginliğini azaltmaktan kaçınmalısın dostum.” Peki ama neden gülüyor Demokritos? “Ben der, bir tek nesneye; delilikle dolu, düzgün eserden yoksun, bütün tasarıları itibariyle çocuksu, nihayetsiz sınavlardan hiçbir yarar sağlamadan acı çeken, arzularının ölçüsüzlüğü nedeniyle dünyanın uçlarına ve derin çukurların varana kadar her yerde macera arayan, altın ve gümüş eriten, bunlardan edinmekten hiç vazgeçmeyen, düşünmek için bunlardan hep daha fazlasına sahip olmak için çırpınan insana gülüyorum.” Artık ben de fazla uzatmayayım, çünkü Demokritos neden güldüğünü daha da ayrıntılı bir şekilde anlatıyor Hippokrates’e. Demokritos’un kitabın 64 ve 65’inci sayfalarında söylediklerini iri harflerle yazsak da duvarımıza assak ne güzel olurdu. İnsanların yani bizim, insanlığın gülünecek halleri o kadar çoktur ve kimi zaman o kadar sevimlidir ki, tıpkı Demokritos gibi kendimizi gülmekten gülümsemekten, kahkaha atmaktan alıkoyamayız. Sonunda Hippokrates artık dostu olan Demokritos’un deli olmadığını, deli olanın, onun deli olduğunu sanan toplum olduğunu, dışarısı, yani kendimiz, yani içerisi olduğunu anlar da gönül rahatlığıyla döner Abderalıların yanına. Delilik ve gülme üzerine olan bu uzun yazıyı bitirir, yine Gülmeye ve Deliliğe Dair olan bu kitaptan öğrendiklerimizi yinelerken, artık zamanımızda gülmeyi öğrendiğimizi söyleyebilir miyiz bilmiyorum. Yine kitapta sezdirildiği gibi Hippokrates ve Demokritos’un çağından bu yana geçen zaman içinde belki çarpık çurpuk gülmeyi öğrenmişizdir, ama şu yaşadığımız dünyada artık acı acı gülmenin de zamanı gelmedi mi? haklarını alacak Yapımcı ve televizyon kanallarını zengin ederken, oyuncularına hiçbir şey kazandırmayan Türk sineması, hakettiği yere BİROY oyuncular meslek birliğiyle gelecek. Türkiye’de ve yurtdışında oyuncu haklarını koruyacak olan BİROY Türk sineması oyuncularının ortak sesi olacak. Türkiye’de oyuncu olmak; sigortasızlığı kabullenmek, emeklilik diye bir şeyden nasibini alamamak, çok uzun saatler çalışmak, tekrar yayınlarından doğan telif hakkından mahrum kalmak, SİNEM kısacası eğer çalışmıyorsanız DÖNMEZ parasız kalmak demek. Bu sömürünün sorumluluğu sadece yasa ya da yapımcıların değil, ortak bir sesleri olmayan oyuncularda da. Yine de tablo bu kadar karanlık değil, çünkü bugünlerde Türk Sineması yeni bir başlangıca gebe. Birleşik Oyuncular Meslek Birliği (BİROY), bütün bunları değiştirmeyi amaçlıyor. Birliğin ardındaki isimlere gelince; Zafer Algöz, Erkan Can, Fadik Sevin Atasoy, Nejat İşler, Burcu Kara, Fikret Kuşkan, Ali Sürmeli, Güven Kıraç, Ragıp Savaş, Olgun Şimşek, Ülkü Duru, İştar Gökseven, Janset Pajal... BİROY, Türk Sineması’nı uluslararası standartlara getirmek için pek çok adım atacak. Önceliği Yeşilçam büyükleri ve varislerine verecek birlik, oyuncu ve set çalışanlarının da çalışma koşullarının iyileştirilmesini sağlayacak. Bu mesleğe gönül vermiş, en az bir filmde rol almış oyuncuların tamamına hiçbir ayrım gözetmeden kucak açacak. BİROY’un bir sonraki adımı ise çetin çalışma koşullarını düzeltmek için bir sendika oluşturmak. Biz de Zafer Algöz’le sinemayı ve BİROY’u konuştuk. Çizgi film yapmak zorunda kalırlar! Sadece 60’larda 200 film çekilmiş. Bu insanların hiçbiri bizim hakkımız var dememiş mi? Bize bir daha iş vermezler diye korkmuşlar. Ama ben 3 bin 500 oyuncuyu meslek birliğimin altına aldığımız zaman animasyon filmi yapmak zorunda kalırlar. Türkiye’de bugüne kadar 5 bin5 bin 500 arası sinema filmi yapılmış. 5 kuruş para ödenmemiş hiç kimseye. Filmi yaparken başrol oyuncusu kadına, erkeğe bir para veriyorlar. Geri kalanlar ya komik paralara çalışıyor, ya da aylığa bağlamışlar. Sen benimsin, 1 yıl hiç film çekmesen bile 1000 lira vereceğim sana demişler. O devirde televizyon yok. Adam da o devrin şartlarına göre ne yapsın? Set köşelerinde beklemektense garanti parayı kabul etmiş. Bir yıl içinde 2535 filmde oynamış. Sen parasını o zaman almışsın ama o filmin yıllar sonra televizyonda, uçaklarda, deniz otobüslerinde, cep telefonlarında gösterileceği aklına gelir miydi? Yeşilçam emekçileri için neler yapacaksınız? Onları ve varislerini de dahil edecek misiniz? Kanallar yayınlayacak bir şey bulamadıklarında eski Yeşilçam filmlerini yayınlıyor, rating sıralamasında yüzde 10’a giriyor, reklam pastasından da pay alıyor. Ancak o filmde oynamış oyuncuya beş kuruş vermiyor. Ondan sonra televizyon kanallarında ‘Yeşilçam’a yıllarını verdi. 400 filmde oynadı. Sefalet içinde öldü. Tek göz odada kanser olmuş, ilaç parası yok ölüme terkedilmiş. Meslekte vefa bu mu?’ gibi şeyler söyleniyor. Artık oyuncunun etinden sütünden de ölüsünden de ne kadar faydalanırız zihniyeti bitmeli. Bu saygısızlık. Yeşilçamın eski tüfeklerini de bu organizasyonun içine alacağız. En başta onların çok büyük hakları var bu konuda. Bu hafta Türkan Şoray, Fatma Girik, Filiz Akın gibi oyuncularla da görüşeceğiz, buna destek vermeleri için. Kaldı ki rahmetli olmuş sanatçıların da geride bıraktığı insanların bu paradan almaları gereken hakları var onları da bu çatının altına alacağız. Bir oyuncu 400 filmde oynamıştır hatırlayamıyorsa, biz arayıp bulacağız. YÖNETİM KADINLARDA Türkiye’de oyuncularla ilgili fikri haklar konusunun pek yürümediğini biliyoruz. Sizi ne itti Biroy oluşumunu kurmaya? Biz oyuncuların kökenine bakmadan, alaylı ya da mektepli, yeni kuşak ya da Yeşilçam emekçisi nasıl tek bir çatı altında toplayabiliriz diye düşündük. Bir akşam bizim sektörde iş yapan 12 sanatçı bir yemek yedik. O yemekte çıktı bu ortaya. Biz neden bir araya gelemiyoruz? Sonra Ankara’da telif hakları konusunda uzman Abdullah Egeli. Onu davet ettik. Sağolsun geldi, o anlattı aslında haklarımızın ne olduğunu. Biz de o yemekten sonra bu işe girişmeye karar verdik. Antalya Film Festivali sırasında Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’la görüşme fırsatım oldu. Bizden 75 kişilik bir kurucu listesi istediler. 29 Ocak’ta da Günay’ı ziyarete gittik kalabalık bir oyuncu kadrosuyla. O da bizi haklı buldu. Şu an kaç kişisiniz? Kurucu üye olarak 375 kişiyiz. Facebook’ta BİROY grubunda 1350 kişi var. Türkiye’de bu işi yapan yaklaşık 3 bin 500 oyuncu var. İnsanları nasıl teşvik ediyorsunuz? Onlara istediğiniz derneğe, kuruluşa üye olabilir, farklı siyasal, dünya görüşlerine sahip olabilirsiniz, farklı futbol takımlarını da tutabilirsiniz ancak bizi birleştiren unsur hakkımız olan para diyoruz. Sadaka peşinde değiliz, hakkımız olan paranın peşindeyiz. Ne zaman resmi yönetim kurulu oluşacak? Bakanlıktan resmi olarak tanınmayı bekliyoruz. O zaman büromuz, sekreteryamız, hukukçularımız olacak, yapmış oldukları işlerin listesini isteyeceğiz. Biz şu an geçici yönetim kuruluyuz. Kalıcı yönetmen olduğunda o işin üstüne düşebilecek insanlar olacak. En büyük arzumuz yönetim kurulunun tamamını kadınlardan oluşturmak. Nasıl çalışacaksınız? Dünyadaki bu tip organizasyonlar yapan kurumlar artık bizi muhatap olarak kabul ediyor. 26 Mayıs’ta Polonya’da sanatçıların meslek birliği ve hakların alınmasıyla ilgili toplantı olacak biz de temsilci göndereceğiz. Biz Türkiye’de yabancı oyuncuların haklarını koruyacağız, dünyanın başka yerinde de bizim oyuncularımızın haklarını başkası koruyacak. Öyle bir yapı kuracağız ki o meslek birliğine telif olarak kaç para girmiş kime ne kadarı düşmüş bunları internette görecekler. Video dükkânından festivallere... Ankara Film Festivali’nde gösterilen “Bekçi”, şimdi de İstanbul Film Festivali’nin Yeni Türk Sineması Kuşağı’nda gösterilecek. Özcan Tekdemir’in yönettiği, başrolünü DENİZ Emin Tuğra un YAVAŞOĞULLARI Baykul’ canlandırdığı filmin teması beklemek üzerinden gidiyor. Başroldeki karakterin adı Dursun, o da bir bekçi. Filmin konusu ise şöyle: Dursun, düzenli bir ilişkisi olmasına rağmen bir hayat kadınıyla, onun AIDS (HIV) olduğunu bilerek beraber oluyor. Yıllar sonra site yöneticisi onun hastalığını anlayıp işine son veriyor. O da ölümü beklemek yerine ölüme gitmeyi tmercih ediyor. Deniz kıyısında bir çuval dolusu taşa bağlı bir şekilde son sigarasını içerken kendini öldürmekten vazgeçiyor. Ayağına bağlı olan taşlardan biriyle bir başkasını öldürüyor. O anda beklemek istediği şeylerin değiştiğini de anlıyor, kendi ölümünden ziyade insanların ölümünü beklemeye karar veriyor. Sloganları ise “her yerde, her zaman ve her koşulda sinema”. Baykul ve Tekdemir’in birlikte yaptıkları pek çok proje var. Tüm projeleri aynı mantıkta ilerliyor, arkadaşlarını, hatta kimi zaman ailelerini oynatıyorlar, kız arkadaşları makyaj yapıyor, tanıdıklar mekan ayarlıyor vs. Yani sinema yapmak için sınır tanımıyorlar. Bekçi filmi de aynı şekilde çekilmiş. Tekdemir filmi dörtbeş kişilik bir ekiple ve el kamerasıyla çektiklerini anlatıyor. YERALTI FİLMİ Tekdemir’in filmlerinin bir özelliği de arada doğal olayların da yer alması. “Bekçi”de de aynı şey söz konusu. Örneğin bir sahnede kız çocukları salıncakta sallanıyor, bir yandan da tartışıyorlar, Tekdemir o anın tamamen doğal olduğunu söylüyor. “Biz kendi sahnemizi çekerken böyle doğal anları ve olayları da filme almış oluyoruz. Böylelikle, kurmacayla hayatın doğal gidişatını bir araya getiriyoruz” diyor. Baykul’la da oyunculuğa nasıl merak saldığını konuşuyoruz. Herşeyin bir anda olduğunu, ilk rolünün de bir travesti olduğunu söylüyor. Sonrasında da bir engelliyi de oynamış. Şimdi Bekçi filminde bir katil olarak karşımıza çıkıyor. Ona göre bu rolün en zor kısmı, karakterin çoğu zaman göz kırpmamasıymış, en çok bu noktada zorlandığını söylüyor. Bir de kilo vermek zorunda kalmış, altı kilo verdiğini anlatıyor. Tekdemir yaptıkları sinemanın aslında herkesin hoşlanabileceği türden olmadığını, annesinin bile, filmi Antalya’ya gönderdikleri zaman “Siz bu filmde Altın Portakal değil, portakal bile alamazsınız!” dediğini söylüyor. Baykul ve Tekdemir yeraltı oluşumlarına ilgi duyuyorlar. Kendi yaptıkları sinemanın da hep bu yolda gitmesini, yani yeraltı özelliğini yitirmemesini istediğini söylüyor. Amaçları ise herkesin istediği takdirde sinema yapabileceğini kanıtlamak... Bekçi filmini 18 Nisan, saat 11.00’de Pera’da izleyebilirsiniz. BEKLEMEK VE ŞİDDET “Bekçi”nin konusunu okuduktan sonra, filmi korkugerilim tarzında bir seri katil filmi olarak algılayabilirsiniz. Ancak film öyle bir film değil. Aksine aksiyondan ziyade durağanlık söz konusu. Tekdemir “beklemenin bir süre sonra şiddet getirdiği bilinen birşey, bizim filmimizde de böyle oluyor. Herkesin bildiği birşeyi kendi dilimizle anlattık” diyor. Ona göre bu minimalist bir film ve filmi izlerken beklemenin nasıl bir his olduğunu anlamamak elde değil. Filmin en büyük özelliklerinden biri de çekimleri için harcanan bütçenin en fazla 500 TL olması. Tekdemir paranın nereye gittiğini de “Harcanan kasetlere ve yediğimiz pizzalara” diye açıklıyor. “Sponsor aradınız mı?” diye soruyoruz, “Yok aramadık” diyorlar. Buna bir anlam verebilmeniz için sanırım Tekdemir ve bekçi karakterini canlandıran Emin Tuğra Baykul’u biraz daha tanıtmak gerekiyor. Tekdemir ve Baykul Büyükçekmeceli iki arkadaş. Baykul ticaret lisesi mezunu, Tekdemir ise, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nü bitirmiş. Büyükçekmece’de birlikte işlettikleri bir videocuları var (Baykul anlatırken, satır arasında “bizde her türlü sanat filmi bulunur” diyor!). Sürekli film seyrediyorlarmış ve bir yerden sonra “biz de film çekebiliriz” demişler. Bağımsız Amatör Sinemacılar diye bir oluşum kurmuşlar. Ötekiler Tayfun Pirselimoğlu’nun İthaki’den çıkan Otel Odaları’nı okumadınızsa bence zaman yitirmeyin. Hikâyeden gidelim. Faruk Duman’ın Sencer ile Yusufcuk Can yayınlarından çıktı. Şiir her zaman yavaş ilerler, doğaldır bu. Ama Roman ve hikâyede Türk edebiyatının dört nala gittiğini hissediyorum artık. C MY B C MY B