Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Neredesin Birgül? LALEPER AYTEK Birgül’cüğüm, 1992 yılında, Kadın Eserleri Kütüphanesi’nde ilk karşılaşmamızın üzerinden on yedi yıl geçti ve sen üç gün önce, 1 Aralık günü yalnız bırakıp gittin bizleri. Kütüphanenin düzenlediği tiyatro oyunu yarışmasında “Biblolar” adlı oyununla kazandığın ödülünü almak üzere Ankara’dan gelmiştin. O gün, kütüphane bülteni için yazarlığın ve oyunların üzerine kısa bir söyleşi yapmıştık. Bu ropörtajı yapmaya o kadar isteksizdim ki, şimdi yeniden okuduğumda görüyorum, bildik, sıradan birkaç sorunun ötesine geçemediğimi. Ben o soruları sorarken sen içinden başka ne sorular sormuş, ne düzeltmeler yapmışsındır kim bilir, ama tabii o sırada bir şey söylememiştin... Ben, elime kalem alıp yazmaya başladığımda, “A a... siz de mi solaksınız, ben de!” demenle birlikte mecburiyet birden keyifli bir sohbete dönüşmüş ve tören öncesinde, söyleşiyi hızla tamamlayıp hayattan konuşmaya başlamıştık: Ankara’da yaşıyordun, mimardın, bir devlet kuruluşunda çalışıyordun, bir oğlun vardı ve yazmak belli ki oğlundan sonra sana en iyi gelen şeydi. Radyo ve tiyatro oyunları yazıyordun. Bütün bunları kocaman gözlüklerin, yapılı, kabarık saçların ve kırmızı ekoseli döpiyesine hiç uymayan heyecanlı, muzip, neşeli, pırıl pırıl maviyeşil gözlerin ve çocuksu bakışlarınla söylüyordun. İkinci karşılaşmamızda yine kütüphanedeyiz... Yıl 1993. İstanbul’a taşınmışsınız, memuriyete ve yazmaya devam ediyorsun. Aksanat’ta Yıldırım Türker’in oyun yazım atölyesine katılıyorsun, “fotoğraflar” adlı bir oyunun sergilenecek. Öyle heyecanlısın ki, oyunu izlerken bir hata olacak, bir şeyler ters gidecek telaşıyla neredeyse dışarda atıyor kalbin. Neyse ki olmuyor ve sıkı bir alkış alıyorsun... O “fotoğraflar”ın 17 yıla yaklaşan tarihimizde özel bir yeri oluyor. İstanbul sana çok iyi geliyor. Ve ardından, “Yaşanan yıllar, yıllar öncesinde kaldı. Belki benim de, onlarla orada kalmam gerekiyordu. Ama biliyorsunuz kolay olmuyor. Pekçoklarının yaptığını yaptım, geriye bakmadan yürüdüm gittim ben de. Kolayca sıyrılırım, zamanla unuturum sandım. Olmadı. Onca şeyi ayağıma bağlı bir gülle gibi sürükledim peşimden. Artık gücüm kalmadı. Durmak soluk almak, sonra da sağlam bir keski ile bu zinciri kesmek istiyorum. Zamanı geldi... Şimdi...” diyerek 1998’de ilk romanın “Gölgeler Çekildiğinde”yi yazıyorsun. Kitabın arka kapağında, Bodrum’da çektiğim, o güzel bakışınla gülümsediğin bir fotoğrafın var. Ardından 2000’de yayınlanan ikinci romanın “Geceye Uyananlar”ın kapağında, Oslo’da çektiğim bir fotoğrafımı kullanıyoruz ve yazıfotoğraf ortaklığımız böylece sürüyor. Yolculuklar yapıyoruz, konuşuyoruz, gülüyoruz, tenis oynuyoruz. Sen hep tribünlere oynuyorsun, bense çömezim daha, topa vurmaya çalışıyorum ancak “Ben bir yazarım, meraklıyım, sorarım” diyerek aklına gelen her konuda ahiret soruları soruyorsun bana, bense o kadar ayrıntıyla hiç ilgilenmeyen, hatta soru sorulmasından o kadar sıkılan biriyim ki, verdiğim tek kelimelik cevaplarla seni sinirlendirmeyi başarıyorum, sen ise her seferinde yüzünde, “Ne olur sanki söylesen, sorsan ve anlatsan” ifadesiyle bana bakıyorsun ve tabii çok gülüyoruz... Derken bir gün bir kitle geliyor eline ve yıllar süren mücadelen böyle başlıyor. Bu hastalıkla on iki yıl boyunca öylesine dalga geçtin, seni çok zorladığı, korkuttuğu zamanlarda bile umudunda, hayatı hafife alışında ve mücadelende öyle bir direndin ki, çoğu zaman hasta olduğunu bile unutturdun bize. Doyasıya güldüğümüz, ağladığımız, ne yapacağımızı bilemeyip çaresiz kaldığımız, sözün bittiği ne çok zamanı sığdırdık bu yıllara... Yerinde olsam aynı gücü ve cesareti kendimde bulamayacağımı hissettim ve hayatı böyle hafife alabilmene hep hayranlık duydum. Yıldırım Türker’in ifadesiyle, “Aynalardan geçerken hepimiz çok yaralar aldık” ama o yaralar ki, Murathan Mungan’ın dediği gibi, “hayatı ömür yaptılar”. Daha ne çok yazacaktın kimbilir, ne çok gülecektin, ne çok âşık olacaktın. Hayatın senden bunu esirgemesine isyan ediyorum ve bu dönemde senin de kendine defalarca sorduğunu düşündüğüm “niye ben?” sorusunu “niye Birgül?” diye sormaktan kendimi alamıyorum. 53 yaşındayken, hayata bunca bağlıyken, “hayale devam” başlıklı yazında söylediğin gibi; “daha çok vapura binmek”, “daha çok okuyabilmek” , “torununu görmek” isterken… “Patricia Highsmith canlanıverse ve yazmaya devam etse ben de onu okusam”, “bilmeden kırdığım bütün kalpleri tekrar yapıştırsam”, “göremediğim bütün güzel filmleri bir gece rüyamda görsem ve hiç unutmasam”, “birden 20 yaş gençleşsem” diye hayaller kurarken... Söyle bakalım, kim düzeltecek bundan sonra yazdıklarımı, kiminle güleceğiz, cevabını alamayacağını bilsen de inatla kim soracak o sonu gelmez soruları, her seferinde kim şaşırtacak beni? Neredesin Birgül? 19 ARALIK 2009 CUMARTESİ 7 Kadın, aşk uğruna her şeyi göze alır Sosyal fobim var İstisnasız hemen her gün gazete ve televizyon kanallarında oyunculuk dışında adınızın geçtiği haberleri okumak ve izlemek sizi kızdırmıyor mu? Ben bir asosyalim ve normal bir hayatım var. Sosyal fobiye sahip bir insanım, geceleri evden çıkmak beni rahatsız eder. Pijamalarımla evimde otururken en ufak bir alakamın dahi olmadığı yalan haberleri izlemek ve dedikodu için avukatım aracılığıyla yazı göndermek zorunda mıyım? Artık gazetelerde sadece köşe yazarlarını okuyorum. Ciddi gazeteler dışındaki yayın organlarına bakmıyorum bile... Yanımda kimi görseler adımı onunla anacaklar, bir gün olsun karşılarına geçip bir açıklama yaptım mı? Ben konuşmuyorsam, onlar ne hakla benim olmayan cümleleri kurabiliyorlar. Sonuçta yaşım 30’a geldi. Ben bir yetişkinim. Karşı cins ile sevişmeden de ilişki kurabilirim. Bela geleceğine eve kapanırım. Yalnızca işimi yapmalıyım ve saygımı kaybetmemeliyim. Oyuncunun kötüsü yok mu, magazincinin de iyisi vardır elbette. Ama ben, kültür ve sanat haberleri dururken magazin ile anılmak istemiyorum. Bir erkek kameraman ve bir kadın muhabir... Aranızda bir şeyler var mı diye onlara her hangi bir ithamda bulunmuyorum. Yalan ve ahlaksızlık, asla kabul edemeyeceğim şeyler. ? Cansu Dere, eski Türkiye güzellerinden... Dünün revaçta mankeni, bugünün aranılan bir oyuncusuna dönüştü... O, hem “Ezel” gibi hayranları katlanarak çoğalan bir dizide, hem de “Seni yakacaklar” diye bas bas bağıran arabesk kara mizah denemesi “Acı Aşk”ın başrolünü üstleniyor. Özellikle Acı Aşk’taki körken aydınlığa kavuşan, saf kadından intikam meleğine dönüşen Cansu’yu sevdim. Üstelik dizilere inat, komik, muzip ve cana yakın bir karakter bu... Söyleşi sürerken kaşla göz arası Cansu’ya soruyorum, “Boy, pos ve endam, hepsi bende var. Benden manken olur mu?”... Ustalıkla ve tatlı dille savuşturuyor, “Olmasına olur ancak unutma ki; herkes bildiği işte daha iyidir”. ? Ne yalan söyleyeyim, egosu yüksek, mesafeli ve kibirli bir buzdağı beklerken, tam terse yatıp, şaşırıyorum. Cansu Dere, tek derdi sinema olan, son derece sıcakkanlı bir kadın. İçi dışı bir... Hemen koyu bir sohbete daldık, söyleşiyi unutup birbirimize film önermeye başladık. Ancak bir şey gözümden kaçmıyor, film ve dizilerden konuşurkenki rahatlığı, “yalan haber” mevzularına gelince ortadan kalkıyor ve bacaklarını oynatacak denli sinirlenip, sesi değişiyor. Bu tür haberlerin bir çok ismi asosyalleştirip, sokağa çıkaramaz hale getirdiği gerçeği önümüzde dururken, tepkisine hak vermemek elde değil. Acı Aşk, arabesk soslu ve doğuya özgü bir tür “Vicky Cristina Barcelona”... Absürt, tuhaf ve leziz... Bir erkek ve üç kadına dair bu çetrefilli aşk örgüsü, ALPER elbette kara mizah ile TURGUT demleniyor. Katılır mısınız? Katılıyorum ve söylendiğinde çok sıradan gibi görünen bir durum, bu anlatım şekliyle farklı bir hale dönüşüyor. Bambaşka bir tat oluşuyor. Haziran 2009’da geldi senaryo. Yönetmen Taner Elhan ve senarist Onur Ünlü ile uzun uzun konuştuk, performans beklenilen bir roldü. Deneme çekimi yapıldı ve ben bu rolü, almış gibi oldum. Sonra okuma üzerine çalıştık ve ardından da iki aylık çekim süreci başladı. İlk filmini çeken Taner, konuşurken insanı rahatlatan bir yönetmen... Filmde doğaçlamaya ihtiyaç duymadı, çünkü senaryo dört dörtlüktü. Ezel’de özellikle Tuncel Kurtiz’in canlandırdığı “Ramiz Dayı” fenomene dönüşmüş durumda... Ezel, gerçekten çıtayı yükselten bir dizi... Yönetmenimiz Uluç Bayraktar, senaristlerimiz Kerem Deren ve Pınar Bulut, daha iyiye gidebilmek ve sinema havası yaratabilmek için sürekli çalışıyorlar. Dizide Hasan Sabbah’tan Oscar Wilde’e dek her şey var. İzleyiciyi hem keyif alsın hem de bilgilensin diye... Tuncel Kurtiz, hepimiz için bir şans. Uğur Yücel’in Alacakaranlık dizisinde Tuncel ağabey, babamı canlandırmıştı. Bana öyle bir bağırmıştı ki, resmen gözlerim dolmuştu. Asla unutamam. O bir tarih. Tuncel Kurtiz yanınızdayken kendinizi bir hiç gibi hissediyorsunuz. Rolüm için araştırma yaptım Canlandırdığınız Oya karakterinin başına gelenler, Yeşilçam klişelerine göndermelerde bulunuyor. Görme engelli rolüne nasıl hazırlandınız? Ceyda Düvenci’nin annesi Zümrüt Düvenci görme engelli, onunla hayli vakit geçirdik. Ardından internetten araştırma yaptım, Altı Nokta Körler Derneği’ne gittim. Doğuştan ve sonradan görme engelli insanlarla tanıştım. 20 yaşındaki genç bir kadının dünyası, göz tansiyonu nedeniyle bir anda kararabiliyor. Ancak daha da acısı, beş, altı yaşında kör olan insanlar... Düşünün çocuk kafasıyla kalan bir dünya. Fotoğrafçı Oya’nın sevdası hayli gözü kara... Sahiden bir kadın, aşk uğruna her şeyi göze alabilir mi? Herkesin ‘her şey’i farklı gibi geliyor bana... Kadınların da öyle... Neredeyse bütün kadınlar hayatlarında en az bir kere her şeyi göze aldım demiştir. Kimi Oya gibi cinayeti hak görmüştür kimi de çok basit bir şeyi... Ama her şeyi göze almıştır. Sıla’dan Ezel’e oyunculuk adına neler değişti? Sıla’dayken sesimle ilgili problemler yaşıyordum. Daha da aşağı alıyordum sesimi... Sıla’dan sonra uzun bir süre çalışmadım. Çağan Irmak’ın Kâbuslar Evi: Takip’inde ve Son Osmanlı Yandım Ali’de rol aldım. Ezel’deki Eyşan ise apayrı bir karakter. Bir kadının kötü yanlarını da ortaya koyabiliyor. Bana güzel kız rolü verilmesin Sizi daha çok dram ağırlıklı dizilerden tanıyoruz. Komedide de rol almak ister misiniz? Tabii ki komedi filminde oynamak isterim. Komedinin çok zor olduğunu düşünüyorum ve iyi komedi yapanlara sonsuz saygı duyuyorum. Oya’nın sergisinde, Cansu Dere’nin çektiği fotoğrafları görürüz. Bu hissin tarifi nedir? Garip bir his bu... Seyrederken o sahneyi, Oya’nın dışına çıktım. Her bir karenin ayrı bir hikâyesi var. O kareler artık hem benim hem de Oya’nın. Oya’ya hikâyeler yazdım. O kareyi nerde, nasıl ve ne hissederek çekmiştir acaba diyerek... Fotoğrafçılık sevdasına nasıl kapıldınız? Sıla dizisi çekimi sırasında Mardin’de kalıyorduk. Menderes ağabeyle (Samancılar) ile birlikte yol, iz bilmeden dolaşıp fotoğraf çekmeye başladık. Hatta arabaya atlayıp Siirt’e, Dargeçit’e, Hasankeyf’e gittik. Oranın öykülerini ve o anı yakalayabilmek turistlere göre değil, kalabilmek ve yaşayabilmek gerekiyor. Bu sonra bende bir tutkuya dönüştü. Çocuk fotoğraflarını çekmeyi seviyorum. Çocuk adamlar diyorum ben onlara. Ama sergi açmayı düşünmüyorum, bu yüzden Acı Aşk’ın önemi benim açımdan büyük. Sizin için dizi ve film arasında fark var mı? Kesinlikle var. Ancak bu benim işim, her ikisini de saygı ve itinayla yapıyorum. Ve daha çok filmde oynamak istiyorum, güzelliğimle ön plana çıkmadan. Mümkünse bana güzel kız rolü verilmesin. C MY B C MY B Eski Türkiye güzellerindensiniz ve oyuncu olmadan önce mankenlik yaptınız. Türkiye 3. güzeli olmamın üzerinden neredeyse 10 yıl geçmiş. Yaş almak acayip bir şey. Bugüne dek asla pişman olmadım ama şimdi geçmişe dön deseler asla dönmezdim. Yurtdışında top modeller dışında kalan mankenleri kim tanır ki... Orada önemli olan taşıdığınız kıyafet ve ünlü moda evlerinin defileleridir. Örneğin Charlize Theron da mankenlik kökenli... Mankenlik bazen basamak görevi görüyor. Mankenlik adına başka şeylerle uğraşanlar ile işini layıkıyla kotaranlar vardır. Tam sınırdasınızdır ve kimin ne olduğu aslında bellidir. Kenan İmırzalıoğlu da eski bir manken... İktisat okuyan, zeki, duyarlı ve oyunculuk yeteneğiyle öne çıkmayı başarabilmiş bir isim Kenan İmirzalıoğlu. Zaten kötü bir oyuncu olsanız devamı gelmez ki...