20 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 7 KASIM 2009 CUMARTESİ Izİzlenim ÜMRAN BULUT ? 5 No.’lu cezaevinde ölümle burun buruna 5 No’lu Cezaevi ya da namı diğer Diyarbakır Zindanı şimdi bir belgeselin konusu. Cezaevinin “konukları” yaşadıklarını, akıl almaz işkenceleri anlatıyor. Dinlemesi bile zor, ancak geçmişle yüzleşmek için acıyı anlamak gerekiyor. Zaten yönetmeni Çayan Demirel de tam da bunu amaçlıyor. Onun için “5 No’lu Cezaevi” belgeseliyle Altın Portakal’dan aldığı En İyi Belgesel Ödülü’nün anlamı başka. Bu, onu Türkiye’de tarihiyle yüzleşmeye hazır insanlar olduğuna dair umutlandırıyor. “Tarihin şen çocuklarına” ithafıyla başlıyor Çayan Demirel‘in 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En ESRA İyi Belgesel AÇIKGÖZ Film Ödülü’nü alan “5 No’lu Cezaevi” belgeseli. Hani sözün anlamsız kaldığı anlar vardır ya, işte öylesi 1.5 saat yaşatıyor izleyicisine Demirel. Güvercinlerin bile tahammül edilemeyip öldürüldüğü, komutanının dayak atmaktan şiş ellerle dolandığı bir cezaevinden bahsediyoruz. Cinsel organlarından birbirine bağlanarak yürütülenler, işkence olsun diye sağlam dişleri çekilenler, 1.5 yıl banyo yaptırılmayanlar, saçını kestiklerini yazdığı için mektubu yedirilen 13 yaşındaki tutuklu Meryem, Türkçe bilmediği için aylarca göremedikleriyle iki çift laf ettirilmeyenler, kendini yakmayı sesini duyurmanın tek yolu olarak görenler, fare ve dışkı yedirilenler, kulak arkasına cinsel organ sürtülenler, gözleri önünde arkadaşları dayaktan öldürülenler... Belgeselin kahramanı onlar, yaşadıkları onca acıyla hayatta kalmayı başaran ve bunu dillendirenler... Sonu gelmeyen cümlelerine başlıyor anlatıcılar, yaşanan öyle ağır, işkence öyle akıl almaz ki sözcükleri yetmiyor kimi zaman, kimi zaman dilleri varmıyor. Yine de anlatıyorlar. Demirel, 80 kişiyle 150 saatlik görüşme yaptıktan sonra 50’ye yakın kişiyle yaptığı görüntüleri almış belgeseline. Herkesin anlatacak çok sözü var, tanık olduğu çok acı. O yüzden de kayıtların seçimi zorlamış Demirel’i, “Çok fazla acı ve travma var, aktaramadığım. Aradan 30 yıl geçmiş, ama hâlâ bunlarla yüzleşemedik” diyor. Sanat fuarında ‘insan’ Artist 2009, İstanbul Sanat Fuarı’nın 19.’su. Onlarca galerinin, güzel sanatlar fakültelerinin, kolektiflerin katılımı ile İstanbul Tüyap Kitap Fuarı’na eşlik ediyor. Figüratif resimden soyut resime, kavramsal sanattan yerleştirmelere, baskılara desenlere ve heykele seramiğe değin birçok örnek var sergilerde. Özellikle genç sanatçılardan oluşan grupların bölümlerinde güncel sanatı ve yenilikçi anlatım biçimlerini görmek mümkün. Koridoor Çağdaş Sanat Programları’nda, 216 Düşünce ve Üretim Alanı’nda, Karşı Sanat Çalışmaları’nda böylesi örnekler birçok izleyicinin ilgisini çekiyor. Sergileri galerilerde görmekten çekinen ya da çeşitli nedenlerle sanatsal oluşumlardan habersiz kalan insanımıza iyi bir izleme fırsatı sunuyor. Fuarın güncel olanla bağlantılı işleri, sanatın yüzyıllarca uğraşısı olan ‘insan’ da kilitlenmiş. İnsanın siyasal, ekonomik ve iletişimsel öğretilerinden yola çıkıp en derin kültür paradikmalarını sorgulayan bir etkinlik halinde sunulmuş. İzleyiciyi protest ve sorgulayan bir eşikte tutan bu bölümler, diğer resim anlayışlarına ve ticari kaygının güdümündeki nitelikselliğe karşı fuardan güncel sanat adına bir izlenim edinilmesi sağlıyor. Sanatın canlı ve olgusal yapısını örnekliyor. Şunu iyice biliyoruz: Sanatçının yaşananlardan kopuk kalmayışı zaman zaman çarpıklaşan sistemlerin, terörün, işkencenin varlığının yorumlamasına, zaman zaman ise iş gücünün, parasal problemlerin yarattığı sosyal durumların izleyiciyle buluşmasını gerçekleştiriyor. Sonuçta karşımızdakiler sanatsal amaçlarla sanatsal araçların sınırsız kullanılmasının bir buluşması; hayalin, ütopyanın ötesinde gerçekçi birer gösterge. Gül Ilgaz’ın, Zulal Üşenmez’in, Şevket Sönmez’in, Nazan Azeri’nin yapıtlarında da büyüyen şehir, göç, dağa bayıra açılan yerleşim alanları, oralarda kurulan hayatlar, yaşamsal zorunlulukların sağlanamamasından Acıyla yüzleşmek Çayan Demirel, dönemin görevlilerini bulmaya da çalışmış, ancak ulaşamamış. “Dönemin sıkıyönetim komutanı Kemal Yamak’ı aradık ancak” diyor, “anılarını yazarak toplumsal sorumluluğunu yerine getirdiğini, belgeselde yer almayacağını söyledi. Sadece dönemin sıkıyönetim savcısı Umut Kardeş kabul etti, o da daha farklı biri. Belki belgeseli gören birileri vicdan yapıp konuşabilir. İsterse seve seve alırız belgesele. Bu anlamıyla belgesel hâlâ devam ediyor”. Bir de o dönem Diyarbakır Cezaevi’yle ilgili çekilen bir filmin peşine düşmüş, ancak ona da ulaşamamış. Filmde ne mi var? Muhtemelen, Kenan Evren‘in “modern cezaevi” olarak pazarladığı Diyarbakır Cezaevi’ne uygun görüntüler; tertemiz banyolar, kütüphane, sinema salonu... Acıyı paylaşmak bir sorumluluk da getiriyor. Bakın Demirel, neler anlatıyor: “Yaşanan acıyla yüzleşilmesi için mütevazı bir adım atıyorsun, ancak o acıyı yaşayanları incitmekten de korkuyorsun. En büyük korkum buydu. Bir de yaptığım iş toplumsal anlamda karşılığını bulabilir mi, bulamaz mı, diye korktum. Ancak korkularla belgesel yapılmıyor. Orijinine kendinizi, belleğinizi, tarihsel ve sınıfsal duruşunuzu koyup durumu analiz edip işe başlıyorsunuz”. Daha önceden çektiği, festivallerde gösterildiği halde yasaklanan “38” belgeselinin ardından yine bir toplumsal sorunla ilgili belgesel çekmek de bazı kaygılar doğurmuş. “Ancak” diyor, “hayatımı daha anlamlı kılabilmek, daha erdemli bir yerde doğru durabilmek için bu kaygılarımı bir kenara ittim”. Duvarlar hâlâ kan kusuyor Demirel, ülke tarihiyle yüzleşmeye daha doğduğu anda başlamış. Abartı olduğunu düşünüyorsanız, önce onu bir dinleyin: “Dersim’li, 1938’i yaşamış bir ailenin çocuğuyum. Ailenizin ana dilini sessiz, korkarak konuştuğunu görüyorsunuz. Hep bir acıdan bahsediyorlar, yaşlıların yüzünde hüzün var. Bunlar neden kaynaklanmış dediğiniz yer, size yüzleşme ihtiyacını hissettiriyor. Dolayısıyla kendi tarihinize bakıyorsunuz. Biz de bir şekilde dönüp kendi acılarımıza, coğrafyamıza baktık. Diyarbakır Cezaevi’yle ilgili belgesel de böyle çıktı”. Bu yüzleşmeyi yapmak için belgeseli seçmesinin nedeni basit; tanık olanla izleyiciyi buluşturmak. Peki bu buluşmadan nasıl tepkiler mi çıkmış? Kimi anlatılanları hafif buluyor, yeterince işlenmemiş olmakla eleştiriyor, kimi koltuğunda mıhlanıp kalıyor. “Ara bir tepki yok” diyor Demirel. Bu nasıl mı olur? Çünkü hafif bulanlar yolu Diyarbakır Cezaevi’nden geçenler. Bu, yaşanan acı ve işkenceyle gösterilebilen arasındaki farkı anlatıyor. Dönemin komutanı Esat Oktay Yıldıran‘ın adı geçiyor sık sık işkencelerde ya, onunla başlayıp onunla bitmiyor, çünkü bu tarihi yazan o değil, koca bir sistem. Demirel’e göre Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden aldığı ödül Türkiye’de hâlâ insanların yüzleşme kültürünü taşıdığını göstermesi açısından önemli. Ödül almaktan mutlu olsa da Türkiye’de belgesel yapanların birbiriyle yarışmadığını söylüyor, çünkü hepsi bir dert anlatma peşinde. “Dolayısıyla” diyor, “bu dertler ya da acılar birbiriyle yarıştırılamaz. Hepimiz ortak hafızaya bir şey aktarıyoruz. Yine de belgesellerimizi gösterebilmek için ister istemez çeşitli festivallere yolluyoruz”. Hani hep denir ya, cezaevleri bir ülkenin aynasıdır, demokrasisinin ne kadar güçlü olduğu tutukluların durumlarından belli olur. Peki Demirel, Diyarbakır Cezaevi’ne baktığında ne görmüş? Demokrasi mi? Tabii ki hayır! “Cezaevlerine baktığımızda 80 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca bir yığın sorunu görmek mümkün, bugün de dahil”. Diyarbakır Cezaevi’nin duvarları hâlâ kan kusuyor, çünkü yüzleşilmemiş bir tarihin yarası kapanamaz. Kim bilir, “5 No’lu Cezaevi” belgeseli belki bunun için bir kapı aralar... Koridordaki acılar Belgesel, bundan sonraki çalışmalar için bir kaynak niteliğinde. Bütün görüşmelerin yer aldığı bir de kitap çıkacak. Zaten Demirel için başarıya ulaşmanın tanımı tam da bu, tanıklıkları kayıt altına almak ve paylaşmak: “Coğrafyanızdaki masalları, mitosları arşivleyebilmek bir başarı, çünkü sorunun temelinde birinin reddedilmesi yatıyor. Dolayısıyla arşivleme, bilinç aktarma, sözlü tarih önemli. Aslında bunu kurumlar yapmalı, ancak bizde ‘Yık, yok et, yerine okul yap’ mantığı işliyor”. Tıpkı hükümetin cezaevini, okula dönüştürme projesi gibi. Oysa Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklular yıllarca “Burası bir cezaevi değil, askeri okul. Buranın tek amacı vardır sizi Türkleştirmek” denilerek “ağırlanıyor”. Demirel, kamerayla bu koğuşlarda gezdiriyor izleyenleri. Peki kendi bunca acıyı, işkenceyi dinledikten sonra cezaevinin duvarları arasındayken ne mi hissetmiş? “Bütün anlatılar zihninizden geçiyor, bir anda o tarihin içinde buluyorsunuz kendinizi. Acaba şu tutuklu nerede öldürüldü, bazı tutsaklar nerede yaktılar kendilerini... Bugünkü gardiyanlara soruyorsunuz, ancak bilmiyorlar”. Aktaramadığım acılar “Çünkü” diyor Demirel, “Yaşadıkları coğrafyanın tarihini çok iyi tanıyorlar, bu yüzden de yapılanların kendi ayıpları olmadığını biliyorlar, konuşmanın sistemle yüzleşme olduğunun farkındalar”. Fotoğraf: UĞUR DEMİR Bugün, emekçi ellerle yaratılan ve geleceğe dair umudu hâlâ diri tutan “Büyük Ekim Devrimi”nin 92. yıldönümü... Vladimir Mayakovski der ya; “...İsyanın ayak sesi, alanları döv! Yukarı, gururlu başlar dizisi! ALPER Biz, ikinci Nuh tufanıyla TURGUT Yeniden yıkayacağız dünyanın tüm kentlerini...” “1905 (Rus) Devrimi”, “Şubat Devrimi” derken dünyayı sarsacak kızıl ihtilalın yolu açılmıştır. Proletaryanın önderi ve öğretmeni Lenin, 30 yıldır baş koyduğu dava uğruna ölümü göze alır ve Nisan 1917’de Rusya’ya geri döner. Nicedir beklenen muştuyu, daha Petrograd (devrimin ardından Leningrad oldu, sonra eski adı Saint Petersburg’a çevrildi) garına ulaşır ulaşmaz verir; “Bugün değil ise yarın, tüm Avrupa emperyalizmi her an çökebilir. Yaşasın Dünya Sosyalist Devrimi”... Çarlık Rejimi’nin ardından yönetimi devralan burjuva iktidarı, Temmuz ayında hararetle kımıldamaya başlayan ve meydanlara akan kitlelere ateş açılmasını emretti ve Petrograd’da onlarca kişi katledildi. Hakkında tutuklama kararı çıkartılan Lenin ise Finlandiya’ya geçti. Eylül ayında Lenin’in “hazır olun” çağrısının ardından halk silahlandırıldı ve devrim için geri sayım başladı. Evet, Bolşevik Parti, artık iktidara hazırdır. Şiar ise çoktan bellidir; “Bütün iktidar Sovyetlere...” Bolşevikler, Lenin dışında, Troçki gibi bir dehaya ve Stalin gibi müthiş bir yer altı örgütleyicisine sahiptiler. “Çelik İrade”ye karşılık gelen Stalin, 1902–1916 yılları arasında Çarlık Rejimi tarafından yedi kez sürgün ve yedi kez de hapisle cezalandırılır ancak o, her seferinde kaçarak yeniden sıcak mücadelenin içine girer. Tohumun çatlama vaktinin geldiğini sezen Lenin, Ekim ayında isyana komuta etmek üzere tekrar Rusya’ya döner. Ve hiç zaman yitirmeden “Merkez Komitesi” üyelerine mektup yazar; “Yoldaşlar. Bugün için ayaklanmayı geciktirmenin ölüm olduğu gün gibi apaçık ortadadır. Artık beklemek mümkün değildir. Bu, her şeyi yitirmek tehlikesini göze almak olur. Tarih, bugün kazanabilecek olan, ama yarın çok şeyi, her şeyi yitirme tehlikesinde olan devrimcilerin oyalanmasını, gecikmesini bağışlamayacaktır. Eylemde duraklama ölüm demektir.” Dünyayı değiştiren gün bir niyetli yoktu; “Kıtlıkta ve soğuklarda, şehirde, tarlalarda Lenin’in işaretiyle ayaklandı partizan. Beyazların elinde kalan son kıyıya varmak için dağlardan ve ovalardan ilerledi partizan. Kan ve can bedeli bu zafer dokuz yüz on yedilerde, karlarda ve fırtınada Sovyet’i kurtardılar. Beyaz Ordu’yu yenerek, ezerek atamanları, bitirdiler bu savaşı denizin kıyısında...” Sonra NEP, kolhozlar, tren rayları, kızıl bayraklar ve orakçekiç... Anavatan savunması ve faşizmin ininde yenilmesi... Çin’den Küba’ya, Vietnam’dan Kuzey Kore’ye devrimler... Çift kutuplu dünya, doğu bloğu, soğuk savaş... Füze krizi ve uzay macerası... Glasnost ve Perestroyka... Lenin ve Stalin’in, yoğun bir emekle Marksist bir temelde inşa ettiği yapı, ardılların aymazlığı yüzünden çatırdamaya başlamıştı. Sosyalizmden kopuş ve bürokratik hantallığa meylediş idi bu... Ve bu ihanet, kapitalizmin zafer çığlıklarını beraberinde getirecekti. 26 Aralık 1991 günü Sovyetler Birliği bayrağı, Kremlin’deki gönderinden indirildi. Dünyanın yüzölçümü en büyük ülkesi bir anda dağılıverdi. Kapitalistler, emperyalistler ve “Komünistler Moskova’ya” naralarını atmaktan kurtulanlar asla sevinmesinler. Hem unutmayın, Lenin ne demişti; “Biz bu eserin yapımına başladık. Ne kadar zamanda, ne zaman, hangi ulusun proleterleri bu eseri sonuna vardırırlar, bunun öze ilişkin bir önemi yok. Önemli olan buzun kırılmış, yolun gösterilmiş ve açılmış olmasıdır.” Evet, Paris Komünü 74 gün, Sovyet deneyi 74 yıl sürdü. Başka bir dünya düşü kuranlar, inadına hâlâ “sosyalizm mümkün” diyorlar ve tüm engel ve olumsuzluklara rağmen hazırlıklarına devam ediyorlar. Yolları açık olsun. Not: Çarlık Rusya, modası geçmiş Jülyen Takvimi’ni kullandığı için adına Ekim Devrimi (24 Ekim 1917) denilen proleter ihtilal, Miladi Takvim’e göre 7 Kasım 1917 günü gerçekleşmiştir. Gecenin sessizliği, Aurore zırhlısının top atışlarıyla yırtılır ve devamında proletarya ordusu, Petrograd’daki Kışlık Saray’a hücum eder. İsyancılar, kısa bir sürede Kışlık Saray’ı ele geçirir ve sarayda bulunan geçici hükümetin bakanlarını teker teker tutuklar. Başbakan Kerenski ise ABD elçiliğinin özel arabasıyla kaçmayı başarır. Kızıl ihtilal, düş iken gerçeğe dönüşmüş ve Marksizm, en nihayetinde ete kemiğe bürünmüştür. Etkisini elbette Türkiye Cumhuriyeti kurulurken de hissettirecek ve bu ışık, devrimler çağına rehberlik edecektir. Paris Komünü (1871) adlı kısa ömürlü ama emsalsiz deneyim, o güne dek ezenlerin biricik kâbusuydu. Şimdi de karşılarına ezilenlerin devrimi çıkmıştı. Bu yeni alternatif, büyük bir şoku da beraberinde getirdi. Sovyet yönetimi, ilk düşmanlarını dışarıda değil içeride buldu. Rusya, iç savaşa sürüklendi, Kızıl Ordu’nun karşısına Beyaz Ordu çıkartıldı. Ancak... Sosyalizmin ve inançlı partizanların yılmak gibi C MY B C MY B doğan sıkıntılar ve umutsuzlukların girdabındaki kitlelere göndermeler var. Filiz Kahraman’ın, Murat İrtem’in ve diğer birçok sanatçının resimlerinde büyük kentlerin profillerinde, değişime ve büyümeye ayak uydurmaya çalışan insanların koşuşturmaları görülüyor. Ahmet Umur Deniz ‘Denizde Sığınmacılar’ıyla, Mustafa Albayrak’ın ‘Eriyen Bedenler’iyle sanatın insanı konu alan bitimsiz mayasını örneklemekteler. Sanatın her daim insanın hayatıyla ilgilendiği gerçeği ve toplumsal dışavurumların bir ayağı olma durumu tıpkı 11. Uluslararası İstanbul Bienali’nin kavramsal çerçevesini belirleyen ‘İnsan neyle yaşar?’ sorusunun bizi kavraması ya da Türk sinemasının geldiği son çizgide üretilmiş olan ‘İki Dil bir Bavul’ filminin unutulmaz içeriği gibi Artist 2009’un salonlarına da yansımış durumda... Eğitimsizliğin kurguladığı ve kentin üzerine çöken çığlık gibi insanların biçare hallerine koşut hazırlanmış birçok görsel bellek arasında dolaşmak yorucu olabilir, ama düşünmenizi sağlayacak ve sanatın vazgeçilmezliğine bir kere daha tanıklık ettirecektir. Sanat, toplumsal ve kişisel belleğin süzgecinden damıtılıp alıntılanan pek çok olayın bir dışavurumu olmanın ötesinde bir varoluş adeta. Genç sanatçıların zamanın devinimsel yapısına uygun gelişen toplumsal değişimleri kovamalarına karşı duyarlı ve sorgulayıcı üretimleri fuarın en sarsıcı işleri arasında yer almaktalar. Fazla yoruma ne hacet, düşünmek gerek!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle