Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Nur topu 6 gibi bir ‘bayramımız’ oldu... Bugün Cadılar Bayramı. Kostümünüz, hazırlığınız ya da gece için korku temaları içeren bir yerde programınız yok mu? Endişelenmeyin, paranız varsa hâlâ zamanınız var. Peki, neden mi? Çünkü bu hızla yükselen bir “moda.” Cadılar Bayramı dediğimizde artık herkesin aklında bir fikir oluşuyor. Zira ithal bayramları, empoze gelenekleri, severek içselleştiriyoruz. Ne de olsa onlar modern dünyanın ve Batılı olmanın gerekleri. Şimdi bakıyorum da her yerde bir “Cadılar Günü” programı yapılıyor. Bizim yok mu? Elbette var. Neden derseniz? Cevap gayet net; meraktan ve eğlence açlığından. Neyimiz eksik ayrıca? Hem şaka gibi de bir pazarı var bu işin. Kostüm kiralamak, satın almak, hatta o güne özel makyaj yaptırmak bile mümkün. Fiyatlar yüksek. Zaten orta sınıf eğlencesi değil bu! Peki, nedir bu hikâyenin aslı? Bir de Latin Amerikalılar “Ölüler Günü kutluyor mesela. Var mı bir bağlantısı? İki bayram arasındaki yedi fark nedir tam bilemiyorum. Ama şöyle bir bakalım dertleri neler? Ölüler Günü, Latin Amerikalıların kutladığı, aslında ölüleri anmak için yapılan, temeli Azteklere kadar dayanan bir bayram. İsmine inat keyifli, eğlenceli ve kesinlikle hüzünlü değil. Çok klişe tabiriyle “unutulunca ölür insan” mottosuna bir gönderme. Ölenlerin hayatlarında kullandığı her ne varsa onları simgeleyen maskotların kullanılması da bu yüzden. Meksika, bu geleneği en canlı ve renkli şekilde yaşatan ülke. Mezarlık ziyaretleri, sokaklardaki kostümlü, altarlı insanlar da bu işin ne kadar ciddiye alındığının bir kanıtı. Yani Ölüler Günü’nde her şey ölüler için. Cadılar Bayramı’nda ise durum biraz daha farklı. Amerika bu kasaba eğlencesini pazara sürmeden önce kutlanan bayramın temeli Pagan festivali tabiriyle İngiltere, İrlandalılar, İskoçya ve Galler’de kutlanıyormuş ve aslında bir Kelt geleneğiymiş. 31 EKİM 2009 CUMARTESİ ZUHAL AYTOLUN / ALİ DENİZ USLU Korkunun sinemaya faydası yok Korku sineması, dünyada her daim kendi sadık izleyicisini yaratabilmiş bir tür. Her toplumun sinema anlayışı kültüründen ve yaşayış biçiminden beslenerek kendi korku ögelerini yaratıyor. Türkiye’de ise hâlâ sinemanın bakir bir türü korku. Türkiye’deki korku filmi seyirci profillerinin özelliklerini henüz çok iyi bilmiyoruz. Belli ki yapımcılar, yönetmenler de bundan bihaber. Yerli korku yapımlarına ilgi de gişe verilerine göre çok düşük. Ama bu filmlere gülmek için gidenler hiç az değil. İşte trajedi de burada başlıyor. Neden Türk korku sineması yok? Yapılanlar ucuz taklitlerden öteye gidemiyor? Dünyada da korku kültüründeki tatminsizlik, yapımcı ve yönetmenleri mezar soygunculuğuna itiyor. Yani eski mitler, hikâyeler talan ediliyor. Neyse ki Japon korku edebiyatı şimdilik günü ve Holywood’u kurtarmayı başarıyor. Elbette korku araçları da değişti. Modern şehir hayatına yönelik filmler, korkuyu şehir insanına yaklaştırmayı amaçlıyor. Ama ya hayat çok sert ya da gördüklerimiz bize kana ve dehşete alıştırdı. Tüm bunlara rağmen sinemada bir Türk korku filmine gittiğimizde yüzümüzde tebessüm oluşmamalı değil mi? Türk sinemasında korku filmleri dendiğinde herkesin yorumu farklı. Ciddiye almayan, hiç ilgilenmeyen ve tebessümle karşılayanlar fazla. Yerli korku yapımlarına ilgi gişe verilerine göre de çok düşük. Üstelik, tatil ve bayrama denk düşürülen gösterim tarihlerine rağmen. Peki, neden Türk korku sineması yok ya da yapılanlar ucuz taklitlerden öteye gidemiyor? Cevaplar benzer ama çözüm yok. En büyük eksiklik ise kaynak kıtlığı... DEVRİM EGE İçerik ve hikâyede geri kaldık Her yeni gelen film bir umut da doğuruyor korku türü takipçilerine. Bu hafta vizyona giren “Konak” filmi de sezonun ilk Türk korkugerilim filmi. Yönetmeni Cem Akyoldaş, korku ve gerilim konusunda Türkiye’de iyiye doğru bir gidiş olduğunu düşünüyor. Teknik olarak gelişmiş bir sinema anlayışının olduğunu ancak içerik ve hikâye olarak geri planda kaldığımızı dile getiriyor. Bu eleştirilerden kendi filmi de payına düşeni alıyor. Vahşet kolay, korku zor Sinema yazarı, tarihçisi korku sineması üstadı Giovanni Scognamillo ise Yeşilçam’ın 1954 yapımı “Dracula İstanbul”da filmini zamana ve döneme başarılı bulduğunu başlayarak başlıyor söze. Eleştirerek devam ediyor; “Ama sonra kendi kurallarını koydu, melodram ve güldürüye yöneldi. Aksiyon filmleri 60’lı ve 70’li yıllarda moda oldu. Elbette seyirci özellikleri ve alışkanlıkları Türk korku sinemasının önündeki en büyük engeldi. Gerçi korku sinemasını seven bir kitle hep oldu. Sorun yalnızca teknik eksiklikler de değildi, fantezi olsa da yerli kaynak eksikliği en büyük sorunumuzdu, hâlâ da öyle.” Yalnızca dinsel kurgular üzerine film kurmanın da bir çeşit dinsel sömürü olduğunu söyleyen Scognamillo, bunun kolay yolu seçmek olduğuna da dikkat çekiyor: “Elbette dünyada da bu böyle. Para kazanmak için belirli formülleri kullanmak gerek. Türk korku filmlerinin inandırıcılıktan uzak olması bu işin yeteri kadar ciddi yapılmamasıyla da orantılı. Zaten korku filmi çekmek kolay değil. Dehşet ve vahşet kolay. Her yanı kana bulamak, ki ben buna mezbaha filmleri diyorum, bu da çok tercih edilen bir durum. Korku, gerçek anlamda geriliyor. Reality şovlar, kanlı haber bültenleriyle beslenen nesil de korkuyu farklı algılıyor. Belki de sıradanlaşıyor. Başarılı bir korku sinemasının temeli olmalı. Zengin bir korku edebiyatı da cabası.” Korku sineması emekleme döneminde “Küçük Kıyamet” ve “Okul” filminin senaristi, yazar Doğu Yücel yıllardır bu işin içinde. Ona göre Türk Korku Sineması henüz emekleme döneminde. Bunun en önemli sebebi Türk korku edebiyatının henüz gerçek anlamda doğmamış olması. Yücel, “Tüm o eski korku filmleri Drakula, Frankenstein gibi romanlardan ve Edgar Allan Poe hikâyelerinden esinlenmiştir. Modern korku sineması da Stephen King, Anne Rice, Cliver Barker, D.R.Koontz gibi yazarların romanlarından ve onların oluşturduğu fantastik hikâye anlayışından beslenmiştir. Türkiye’de ise korku edebiyatı namına sayabileceğimiz roman sayısı bile kısıtlı. O yüzden Türk Korku Sineması kaynak bulmakta zorlanıyor. Diğer yönden korku sineması, fantastik gidişatların en inandırıcı bir şekilde beyazperdeye yansıtılmasını şart kılar, bu da bütçe gerektirir” diyor. Yücel, Türk Korku Sineması‘nın hâlâ bakir bir tür olduğuna inanıyor. Uyarlama olarak görebileceğimiz “Drakula İstanbul’da” dışında henüz ne bir vampir filmimiz, ne de elle tutulur bir zombi filmimiz var. Yücel o yüzden “Ada” filminden ümitli. Korku sinemasına bakışını ise “Korku sineması biraz da sinema bağımlılarının işi. Küçükken Alacakaranlık Kuşağı ile uykusuz kalan, Evil Dead’i en az 30 kere izlemiş, Star Wars’taki yaratıkları ezbere bilen ‘bağımlıların’ alanıdır korku sineması. Para kazanalım mantığıyla bu türe atlayanlar ne kadar iyi zanaatkar olsalar da bu işi kıvıramazlar. Çünkü bu türün üreticisi gibi izleyicisi de ‘cin’dir, kolay kolay yemezler” diye özetliyor. Hasat mevsiminin bitişini kutlamak için yapılırmış. Paganlar sert kış için hazırlıklarını bu arada yaparlarmış. Hem hasat kötü olur, beşeri felaketler de gelişirse bunlara neden olarak da huzursuz ölülerin uğursuzluğu görülürmüş. Yani aslında Cadılar Bayramı’nda amaç ölüleri anmak değil, onlara karşı bir güç gösterisi yapmak, “sizi ciddiye almıyoruz” demek. Günümüzde bu bayram özellikle Avrupa’da çocukların kostümlerle kapı kapı dolaşıp şeker ve hediye toplaması anlamına geliyor. Popüler kısmında ise kostümlü ev ve bar partileri moda. Sınırlar da hayal gücüne dayanıyor. Türkiye’nin bu bayramı, pazarı keşfetmesi de yeni aslında. Ama çok ciddi kutlanan ülkeler arasında hızla yükseldiği kesin. İstanbul’da da pek çok kutlama ve “çılgın” eğlence düzenlenecek. Yani pek çok ülke farklı hazırlıklar yaptı bu bayram için. ABD’deki en güzel hazırlık ise Obama ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton‘ın korkunç maskeleri. Kanada bu ülkelerin en heveslisi. Cadılar Bayramı’nın resmi maskotu kabaklar için aylar öncesinden ekim yapılıyor. Evler ve dükkanlar bu eğlenceye hazırlanıyor. Toplam bütçenin milyon dolarlara ulaştığı söyleniyor. Amerika’da da yıllık yaklaşık dokuz milyon dolar harcanıyor. Zaten içinde bulunduğumuz yıl Vampir modası sayesinde, karanlık edebiyat içi boş da olsa en parlak dönemlerine geri döndü. Yanlış anlaşılmasın, tüm bu söylediklerimiz Cadılar Bayramı “tu kaka” demek değil. Çünkü bu bayramın tarihe dayanan bir yaşanmışlığı ve taşıdığı derin kültür izleri var. Yalnızca bunun içinin boşaltılması, trend ve moda ile yayılması, alışveriş merkezlerine sürülen kitlelerce tüketilmesi işin can sıkıcı tarafı. Cadılar dediğimizde ilk akla gelen bir hadise de Salem Cadıları ve Mahkemesi. Massachusetts, Essex, Suffolk ve Middlesex’te 1693 yılında cadılık ile suçlanan yüzlerce kişi işkenceye maruz kalmıştı hatta 30 kişi insanlık dışı yöntemlerle öldürülmüştü ki insani bir öldürme yöntemi var mı o da tartışılır. Salem Köyü işte bu yüzden bu kültür için gerçek bir mit ama Cadılar Bayramı ile bir bağlantısı yok. Sözün kısası bugün sokakta, alışveriş merkezlerinde, barlarda hatta hiç tahmin etmeseniz bile evinizin içinde dahi zombilere, vampirlere, yaratıklara rastlayabilirsiniz. Elbette bunu keyifli bir hale getirmek size kalmış. Korkunç bir maske alıp kiralayıp sokağa ve hayata karışmak fena fikir değil gibi. Hem sanki hiç yapmıyor muşuz gibi... Tam zamanlı biri zombi filmi İki sinema yazarı Talip Ertürk ve Murat Emir Eren, Türkiye’nin ilk zombi filmi Ada’nın yönetmenliğini, yapımcılığını ve senaryo yazarlığını yürütüyor. Ada filminin özelliği sadece korku filmi olmaması, işin içinde bir mizah da var. Murat Emir Eren filmi tam zamanlı bir zombi filmi olarak tanımlıyor. “Halayı, düğünü basan zombileri, düğünü çeken bir karakterin kamerasından izliyoruz.” Türkiye’de zombi filmi yapmak, dünyadaki zombi filmlerindeki pek çok şeyi de yapmamak anlamına geliyor. Ama Eren, özellikle zombi figüranı bulmak konusunda hiç sıkıntıları olmadığını anlatıyor; “En kalabalık, 40 kişilik sahne için beş yüze yakın başvuru geldi. İnanılmaz istekli ve yetenekliler vardı. Bize ve filme emekleri çok oldu.” Eren, Türkiye’de bir zombi saldırısı olsa, insanların tepkileri nasıl olur sorusunun cevabını aradıklarını söylüyor. Haklı da. Bu coğrafyanın insanlarını zombi olarak düşünmek bile ilginç. Sonuçta Eren, iyi bir iş çıkardıklarını düşünüyor. Biz de filmin vizyon tarihi bekliyoruz. Bizim kiler kom e diyle karı şı Güç gösterisi Sinema yazarı ve eleştirmen Cumhur Canbazoğlu, korku türünde kurgunun, yeniliğin ve geleneğin olmadığını söylüyor ve ekliyor: “Ama “Türk korku filmi” dendiğinde herkeste bir tebessüm oluşuyor. Korku filmlerine gülen tek toplum biziz. Japon korku sineması bir ağacı kullanarak korku efsanesi yaratabiliyor. Zaten korku sineması gerçekten ustalık gerektiren bir dal. Martin Scorsese bile bir dönem korku sinemasına el attı ve geri çekildi. Yani ani, anlık korkular, reflekse yönelik dürtmeler korku sinemasının klişeleri. Bizim toplumumuz genelde elle tutulan şeylere bel bağlıyor. İnançları da güçlü. Din teması güçlü olduğu için bazen etkileyici gibi görünebiliyor. Ancak Türkiye’de gerçek hayat da korkunç ve sert. Onun etkisi de önemli tabii. Artık teknik yetersizlik sorununu aştık ama taklit etmekten vazgeçemiyoruz. Bu da filmlerimizin dünya sinemasında komik duruma düşmesi anlamına geliyor.” k Bu türe zaman kalmadı Bunun nedeni Karacadağ’a göre son yüzyılımızın gerçek hayatın sıkıcı problemleriyle boğuşarak geçmiş olması; “Üzerimize üzerimize gelen dağ gibi gerçek meseleler varken, tutup düşler alemine veya madde ötesine ayıracak zamanımız yoktu. Yapımcıların korku sinemasına para yatırmaması, devletin destek vermemesi, sponsor bulunamaması gibi saçmalıklarla üstü örtülecek bir konu değil.” Karacadağ filmlerinde genelde dinsel ögeleri kullanmayı seviyor. Bu noktada eleştiriliyor. Eleştiriyi, “Ben asla, Türk korku sinemasının sadece dinsel ve kültürel öğelerle var olabileceğini söylemedim, malzemelerini oradan temin etmesi gerektiğini söyledim” diye karşılıyor. C MY B C MY B “Dabbe”, “Semum” ve “Dabbe 2” filmlerinin yönetmeni Hasan Karacadağ ise Türk sinemasının en temel sorununu kemikleşmiş bir tür sineması oluşturamaması olarak görüyor. Ama iddialı ve umutlu da; “Türk sineması gelecekte, kendine özgü farklı bir tür yakalayacaksa bu sadece korku türünde olacak.” Devam ediyor; “Kültürel derinliğin, mistik anlatıların, karanlık efsanelerin, zıt inançların, parçalanmış masallarıyla iç içe geçmiş mitlerin yer aldığı Anadolu, elbette korku sinemasında iddialı bir şeyler yapmalıydı. Yazık ki son yüzyılda bu coğrafyada sadece korku sineması değil, fantastik ve mistik edebiyat da acınacak derecede zayıf.”