Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 17 EKİM 2009 CUMARTESİ Orası Öyküleri’nden Hayatın Tuzu’na Çeşitli mizah dergilerinde siyasi mesajlarıyla da bir “çizgi” oluşturan “Orası Öyküleri”nin çizeri Ender Özkahraman, geçen ay vizyona giren “Hayatın Tuzu”nun senaryosunu da yazdı. Ender Özkahraman kendi deyişiyle herkesin “Kürt yanıyla şaşkın ama Türk yanıyla mağrur” olduğu dönemlerden bugüne “orada”ki değişime dikkat çekiyor. Ender Özkahraman, Hayatın Tuzu’nun senaryosunu yazdı. Ama biz onu Orası Öyküleri ile tanıyorduk. Orası Öyküleri’nin GAMZE Türkiye’nin son yirmi yılı içindeki “öyküsü” ve ERBİL Hayatın Tuzu’na ulaşan çizerliksenaristlik pratiğinin seyrini Özkahraman’la konuştuk. Öncelikle, “Orası Öyküleri”nin kısa bir hikâyesini sizin ağzınızdan dinleyelim... Her şey yirmi yıl önce, Limon’daki Orası adlı sayfaya kısa hikâyeler çizmemle başladı. Lakin Kürtlere dair bugün artık hepimizin aşina olduğu süreçten çok daha zorlu ve gerilimli bir atmosfer vardı. Bugünlerde pek muteber olan o ifadeyi ters yüz ederek kullanacak olursam herkesin “Kürt yanıyla şaşkın ama Türk yanıyla mağrur” olduğu zamanlardı. Sadece mizahçılar değil, bütün muhalefet organları bu anlayışı kırıp en azından teraziyi dengelemek için mücadele içindeydi. Ben de bu mücadeleye katkı için, lakin bir gün bu ibarenin tersine dönüşeceğinden bihaber halde başladım Orası Öyküleri’ni çizmeye. Limon kapanınca Deli’de devam ettim. Bugünkü haline bürünene değin uzun yıllar Leman’da yer buldu Orası Öyküleri. Şu an da yine benzer temalar içeren bir çizgi romanın hazırlığı içerisinde olmak dışında bir yerde çizmiyorum. Bu tarzın farklı kesimlerde nasıl karşılıkları oldu, bu karşılığın sizdeki yansıması nasıldı? Ve zaman içinde bir farklılaşmadan söz edilebilir mi? kalarak ve bu belirsizlikten marazi hazlar alarak çizmeye devam ettim. Bir gün gelecek, benim bir yerde durmama neden olacak yargılar nasıl olsa belirecek diye içten içe de seziyordum aslında. Kimlik meselesi gibi bildik siyasi meselelerin yaşam alanlarında gezinmek yerine, bazen kendimin, akrabalarımın davranışlarını da bu meselenin bir parçası olarak görmeye ve işlemeye başladım; artık gelenekleriyle hesaplaşmaya çalışan bir adamın gölgesi düşsün istiyordum hikâyelerin üstüne… Bana bir kenarda ve iyice yalnız olduğumu hatırlatan şey işte bu gölgenin belirmesi olmuştur. Bir de bazı gerçeklerin asıl kendisine ve niteliğine temas eden konularda kalem oynattığınız zaman yazıp çizdikleriniz kolayca başka taraflara çekilebiliyor. Böyle zamanlarda objektif sezgilere sahip olmak kolay değil ne yazık ki… İnsan çizmek ve yazmak gibi uğraşılar esnasında ancak aidiyet hislerinin müsaade ettiği ölçüde nesnel olabiliyor. Ben şimdi bu nesnelliğin de görece sayıldığını ve karamsarlık yaratmaktan başka hiçbir işe yaramadığını düşünüyorum artık. Akıllı sorular sormaya çalışıyorum Reha Erdem’in son filmi Kosmos, Altın Portakal’da yarışan filmler arasında. Büyüleyici sahneleri ve masalsı anlatımıyla dikkat çeken film, ödülleri bu akşam açıklanacak festivalin favorilerinden... Genel olarak başkaldırma ve isyan teması işleyen Erdem, Kosmos’u “gündelik gerçeklik yerine ‘gerçekçi’ bir film bu” diyerek anlatıyor. Günümüz Türk sineması deyince akla gelen ilk yönetmenlerden biri şüphesiz Reha Erdem. Erdem, “A ŞİRİN ay”, “Kaç Para GÜVEN Kaç”, “Korkuyorum Anne”, “Beş Vakit” ve “Hayat Var” gibi bol ödüllü filmlerinin ardından bu kez masalsı bir filmle karşımızda. “Kosmos”, bu akşam yapılacak olan ödül töreniyle sona erecek Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde izleyiciyle buluştu bile. Erdem ile festivalin favorileri arasında gösterilen filmiyle ilgili bir söyleşi yapmak için buluştuk. Filmlerinin hem birbirinden farklı, hem de bir yandan kendiyle ilgili meselelerden yola çıktığı için aynı bahçenin filmleri olduğundan bahsettik. O sinemayı kocaman bir ağaç gibi görüyor. O nedenle hep aynı şeyi tekrar etmenin bir üslup olmadığını düşünüyor. Belki de bu yüzden ritimleri birbirinden farklı filmler yapmaya özen gösteriyor. Kendiyle, dünyayla ilgili dertlerini deşerken akıllı sorular sormaya çalışan yönetmenin filmlerinde genel olarak bir başkaldırma ve isyan teması var. Biraz da arayış: “Filmlerimin hepsinin dünyaya ve sinemaya bakışları aynı. Reddettikleri şeyler aynı. Ait olmaya çalıştıkları ve aradıkları şeyler de... Hep aynı cümlelerle aramıyorlar ama aynı şeyi arıyorlar. Bulamıyorlar ama arıyorlar... Zaten bulma noktası ölüm noktası gibi...” Kosmos ne anlatıyor izleyiciye? Bir cümle söyleyeyim, fazlasını söylemeyeyim. Çünkü zaten söylenmeyecek filmler yapmaya çalışıyorum. Kosmos bir masal. Mucizeler yaratan, yaratmaya çalışan bir hırsızın masalı... Trajediden esinlendim Orası Öyküleri, bir filme yol verdi. “Hayatın Tuzu” nasıl ortaya çıktı? Uzun soluklu bir anlatıya dönüştürebileceğim hikâyeler vardı elimde, en önemlisi de ölen bir çocukla ilgili olanıydı. Bir gazete haberinden yola çıkarak oluşturduğum bir hikâye bu: Doğunun küçük bir şehrinde 5 6 yaşlarında bir kız çocuğu ölüyor, fakat yaşarken hiç resim çektirmemiş. Ardında resim bırakmadığı için çocuğu nasıl hatırlayacağını kara kara düşünen bir aile var ortada. Bu trajediden esinle başladım senaryonun ilk versiyonuna. Bazı değişikliklerden sonra şu iki kurala sadık kalacağıma dair söz verdim kendime ve başladım yazmaya: Bitlis’te geçen bir olay olacaktı ve orada ölü kıza benzeyen bir suret arayan bir imam olacaktı. Bu durumun yarattığı ruh halinden fazla uzaklaşmamaya özen göstererek diğer hikâyeleri oluşturdum. Sıra onları bir çatı altında toplamaya gelince de yaralı inek ortaya çıktı. Ana izleğin hep şu olmasını istedim ama: Orada insanlar yaşamlarının değişmediğini fark ettiklerinde önlerine çıkan ve bu ihtimali güçlendiren her olaya dört elle sarılıyorlar. Ritimleri farklı filmler Filmin ruhani bir yanı var sanki... Aslında her filmimde ruhani bir yan var benim. Yani filmlerimin ruhunun olmasına çalışıyorum zaten. Ama evet, burada biraz daha başka sanırım. Sizin her filminiz birbirinden farklı ama bir yandan pek çok ortak yanları var gibi... Sinema çok geniş bir format. İçindeki yüzlerce elemanı yer değiştirdiğinizde çok farklı görünen filmler yapıyorsunuz. Bir de zaten hep aynı şeyi tekrar etmenin bir uslüp olduğunu düşünmüyorum. Öte yandan filmlerimin tümünün içinde ben varım. İnsan kendiyle ilgili meselelerle film yaptığı sürece bütün filmler aynı bahçenin filmleri olur. Ama ritimleri kesinlikle aynı değil. Farklı şarkılar gibi. Kimisi ‘358’ gidiyor. Kimisi ‘444’ gidiyor. Sizce ne gibi ortak noktaları var filmlerinizin? Hepsinin dünyaya ve sinemaya bakışları aynı. Reddettikleri şeyler, ait olmaya çalıştıkları ve aradıkları şeyler de... Hep aynı cümlelerle aramıyorlar ama aynı şeyi arıyorlar. Bulamıyorlar ama arıyorlar... Zaten bulma noktası ölüm noktası gibi... Sinemayı naylon torbanın içine sokmak gibi... Filmlerinizin konusunu nasıl belirliyorsunuz? Zaten herkes gibi benim de çok derdim var bu hayatta. Kendimle ilgili, bu dünyayla ilgili... Zaten böyle filmler, insanlar, kitaplar hemen hissettiriyor kendini. Ve böyle olduğu zaman bir şeyin anlamı, orijinalliği oluyor bence. O zaman Kosmos yapılan işin içinde düşünce oluyor. Kısaca kendi dertlerimi deşerken akıllı sorular sormaya çalışıyorum. Ama cevapları yok. Ayrıca cevap vermek biraz küstahlık da... Benim filmlerimde genel olarak bir başkaldırma ve isyan teması var. ‘Kosmos’da belki biraz daha politik anlamda da bir takım görüntüler, sesler var. Filmin tanıtımındaki görüntüler büyüleyici, çok masalsı... Onun amacı o zaten, hani kandırmaca ya aslında... Şaka bir yana umarım filmin kendi de öyle olur. Atmosfer öyle bir atmosfer, masalsı bir durumu var filmin. Masalsı lafını da şu yüzden söylüyorum. ‘Gündelik gerçeklik’ yerine ‘gerçekçi’ bir film Kosmos. Tüm diğer filmlerim gibi... Yani insanlar filmde bugünkü gibi konuşmuyor belki ama her zamanki gibi konuşuyor. Her zamana ait insanlar gibi... Gerçekçi sinema peşinde değilim diyorsunuz... Gerçekçi kelimesinin çok geniş bir anlamı var. Benim gerçekçilikten anladığım gündelik gerçeklik değil. Belgesel gibi sinemayı sevmiyorum mesela. Çünkü orada başka bir yalan var. Natüralizme gerçeklik deniyor oysa natüralizm gerçekliği öldürüyor. Yani sanki kamera yok gibi, iki insan arasında o ilişki yaşanıyor da biz onları gizlice çekiyoruz gibi bir sinema estetiği var. Bu tamamen çöp değil ellbette ama sinemayı sadece bundan ibaret sanmak, onu kötü bir naylon torbanın içine sokmak gibi bir şey. O koskoca ağacı... Fısıltıyla anlatmak Film bir aydır vizyonda, nasıl tepkiler aldınız, tepkileri de dikkate aldığınızda son değerlendirmeniz nedir? Genelde bizi taltif eden tepkiler aldık. Başta sinema yazarı, oyuncu, yönetmen gibi bu işte ehliyet sahibi kişilerden benim edindiğim hoş izlenim sağlanan mutabakat oldu. Yani senaryo yazımından ışık kullanımına kadar bu filmin artıları kadar eksileri konuşulurken de herkes bir uzlaşı içindeydi sanki. Bir yandan can alıcı bazı meselelere dikkat çekmeye çalışırken, bir yandan da bu yolda kimsenin canını yakmadan, bağırıp çağırmadan ilerlemek zordur. Hoparlörlere ihtiyaç duyulan bir dönemde bu meramı yönetmenin fısıltıyla anlatmak istemesinden duyduğum memnuniyet bile bana yeter sanırım. Başka projeler var mı? Hayatın Tuzu’ndan sonra iki tane daha film hikâyesi yazdım. Artık muhayyilemde hangisi ham halden çıkmayı hak eden belirtiler gösterirse ona meyledip bir biçim vermeye çalışacağım. Annemle ilgili amatör bir filmin hazırlığı içindeyim şu an. Bunun için biraz da Selda Bağcan’la birlikte çekim yapmam, onun hatıraları arasında geçmişe doğru uzun bir yolculuğa çıkmamız gerekli. Yalnız ve hızlı Montaj çok önemli sinemanızda... 90’lı yıllar boyunca mevcut paradigmaya dair çizdiğim hikâyeler Kürt aydınları tarafından benimseniyordu, hatta aynı dönemde mizah dergilerinin kozmopolit bir kitleye hitap ettiğini varsayarsak o dönem Kürt milliyetçiliğiyle isnat edilmem bile normal karşılanabilirdi. Fakat sol ayrışmaların ve fikri ayrılıkların eskiye nazaran daha yoğun ve tuhaf şekillerde tezahür ettiği 2000’li yılların başlamasıyla bir şaşkınlık hali yaşadım ben de. Artık Orası Öyküleri’nin hangi kesimlerde nasıl bir karşılık bulduğu konusunda kati fikirlere sahip değildim. Uzun süre kimlerde nasıl çağrışımlar uyandırdığı konusuna özellikle kayıtsız C MY B C MY B Bu yıl çok fazla ‘ilk film’ var Altın Portakal’da yarışıyor filminiz. Ne düşünüyorsunuz? Bir şeyler umut ediyor musunuz? Altın Portakal geçen sene çok heyecan vericiydi. Tam bizim jenerasyonumuzun yukarı çıktığı bir yıldı. Çok güzel filmler vardı. Nuri’nin, Derviş’in, Yeşim’in... Bence kariyerlerinin de en güzel filmleriydi. Festival herkesi bir araya getiriyor, böyle bir anlamı var. Yarışma oldu, olmadı ikinci planda geliyor. Oturup beraberce sinema üzerine konuşmak çok güzel oluyor. Bu sene de ayrı bir heyecan var. Çok fazla ilk film var. Bu da ayrı bir heyecan. Bu yıl bir tek Zeki ile ben varım. Hatta geçenlerde “Biz de kaşar olmaya başladık” dedik. Gençlerle olmanın çok güzel olduğunu da konuştuk. Hep bu isteği sürdürelim dedik. 20, 30 yıl sonra bile yani... Son ana kadar film çekeceğim diyorsunuz... Evet çok istiyorum. Mesela bayılıyorum Manoel de Oliveira’ya. 101 yaşında ve en genç filmleri yapıyor. Ben de yapabildiğim kadar çok film yapmak istiyorum. Evet, ben montaj sinemasına inanıyorum. Filmin montajda yapıldığını düşünüyorum. Film bence yazılırken çekilirken her aşaması oluşturulurken aslında montaj için hazırlanıyor. Film orada ritmini buluyor. Ben bütün filmlerimi montaj süresi için çekiyorum. Ve tabii ki hepsini kendim montajlıyorum. Filmlerinizin senaryosunu yazıyorsunuz, çekiyorsunuz ve montajlıyorsunuz... Her şeyi sizin elinizden çıkıyor. Bu nasıl bir his? Her şeyi kendim yapacağım diye böyle yapmıyorum tabii ki. Çekecek ve montajlayacak kişi ben olacağım için yazmak daha kolay geliyor bana. Son üç filmimde ses tasarımını ve montajı yalnız yaptım. Belki onları yaparken fazla tartışmak istemediğim için böyle yapıyorum. Bir de çok sabırsızım. Yani yalnız daha hızlı çalışıyorum. Birine “Şunu deneyelim” diyene kadar ben onu çoktan denemiş oluyorum.