27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 OCAK 2009 CUMARTESİ 7 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Bayramı’nın yakın tarihteki öyküsü Patronlar grevde işçiler makine başında Bugün 10 Ocak “Çalışan Gazeteciler Bayramı”. Neden “10 Ocak” ve neden “Çalışan Gazeteciler Bayramı?” sorusu doğallıkla akla gelecektir. Elbette 10 Ocak tarihinin özel bir anlamı ve bu bayramın “Çalışan Gazeteciler MİYASE Bayramı” olarak adlandırılmasının İLKNUR tarihsel bir öyküsü var. İşçi sınıfı tarihinde belki de ilk kez 10 Ocak 1961’de işçiler değil patronlar grev yaptı. Hem de Türkiye’de. Aynı tarihte bir ilk daha yaşandı. Dünyamızda ve ülkemizde gerçekleşen darbeler çoğunlukla özgürlükleri, örgütlenmeleri ve çalışanların haklarını kısıtlayıcı yasal engeller getirirken, 1961 darbesini yapan kadro, işverene karşı basın çalışanlarının haklarını koruyacak bir yasal düzenleme getirdiler. Bugün de geçerli olan, ancak ne ilginçtir ki, sivil iktidarlar tarafından budana budana özünü yitiren 212 sayılı yasaya karşı çıkan basın patronları, 10 Ocak 1961 tarihinde gazete çıkarmama boykotu yaptılar. Patronlar bir anlamda greve çıktı. Bunu karşılık basın çalışanları ise patronların boykotunu boykot etmek için kolları sıvayıp, adını “Basın” koydukları bir gazete hazırlayıp yayımladılar. Üç gün yayımlanan “Basın” gazetesi 100 bin tiraj yaparak inanılmazı gerçekleştirdi. 10 Ocak 1961 tarihinde yürürlüğe giren 212 sayılı kanunla koruma altına alınmıştır. Söz konusu yasada işverenlere, iş sözleşmelerinin “yazılı olarak yapılması”, sözleşmelere “işin türü”, “ücret miktarı”, “gazetecinin kıdemi” gibi öğelerin mutlaka konması, “ücretlerin peşin ödenmesi”, yükümlülükler getirirken, gazetecilere ise “yıllık ve haftalık ücretli izin”, “ihbar tazminatı”, “fazla mesai”, “gebelik, askerlik ve mahkumiyet” gibi konularda güvenceler getiriliyordu. Kanunun en çok tartışılan hükümleri, kıdem tazminatı ve yıllık ücretli izin haklarından yararlanma bakımından, gazetecinin kıdemi meslekteki hizmet süresine göre hesaplanması olmuştur. BASIN PATRONLARININ DİRENİŞİ Milli Birlik Komitesi, 212 sayılı yasa hazırlanırken işçi ve işveren temsilcilerini Ankara’ya çağırarak bir dizi seminer düzenlemişti. İşveren ve çalışanlar bu seminerlerde düşüncelerini dile getirirken, bazı patronlar yasayla ilgili hazırlıkları ağır bir dille eleştirmişlerdi. Basın patronlarından Falih Rıfkı Atay, “İşin acelesi yok, olsa bile Milli Birlik Komitesi üyelerinin, hakiki basın temsilcileri ile hesap kitap masa üstünde konuşarak durumun gerçeklerini tespit etmelerini arzu ederiz” demişti. Falih Rıfkı Atay’ın seminerlere katılan sendika üyesi gazetecileri “gerçek gazeteci” saymaması üzerine, İstanbul Gazeteciler Sendikası, Basın Şeref Divanı’na başvurarak yazarın kınanmasını istedi. Aynı günlerde Vatan ve Yeni Sabah Gazeteleri patronları da yasa hazırlıklarını ağır bir dille eleştirdiler. İşverenler önce bu yasanın çıkmaması için, çıktıktan sonra da “değiştirilmesi” için büyük çaba sarfettiler. Ancak yasa çıkıp 10 Ocak 1961 tarihinde yürürlüğe girince 9 patron ortak bir bildiri kaleme alarak gazetelerini üç gün boyunca kapatma kararı aldılar. Patronların 9 Ocak’ta aldığı karara ilk tepki gazetelerin Yazı İşleri Müdürlerinden geldi. Yazı işleri müdürleri basın patronlarının bildirisinin çıktığı gün gazetelerine “sorumlu müdür” olarak imzalarını koymayacaklarını bildirdiler ve koymadılar. İHTİLALLE GELEN HAKLAR Tek parti döneminde örgütlenmelerin ve sendikalaşmanın önündeki engeller ancak 1945’ten sonra yavaş da olsa kaldırılmaya başlandı. 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimler Demokrat Parti iktidarı ile sonuçlandı. Muhalefette iken grev hakkını savunan ve seçim öncesinde bu konuda işçilere vaatlerde bulunan DP, iktidarı süresince bu sözünü yerine getirmedi. Ancak Basın Birliği’nin kurulması ve ki ünaydın’da Gazeteciler G or (1976) ... gazetecilerin toplumdaki statülerinin yükselmesi sonucu ediy aları protesto 13.05.1952 tarihinde kabul edilen 5953 sayılı “Basın işten çıkarm Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun” yürürlüğe sokularak gazetecilik mesleğinin kendi özgü koşulları olduğu fikri yaşama geçirildi. Birçok ülkenin bu konudaki kanunlarından yararlanılarak destek istemişlerdi. Fikir ve kol işçilerinin elbirliği ile 11 hazırlanan 5953 sayılı kanun, çok partili siyasal yaşama Ocak 1961 günü çıkarılmaya başlanan, çalışanların ortak geçildikten sonra Türkiye’de çıkarılan ilk İş Kanunu ürünü “Basın Gazetesi”nin sahipliğine sendika üyesi olmuştur. Selçuk Çandarlı, Genel Yayın Yönetmenliğine 1979 1952 yılında gazetecilik mesleği ile ilgili yaşanan yılında faşistler tarafından düzenlenen bir suikast sonucu gelişmeler sadece yasal düzenlemelerle sınırlı kalmayacak, öldürülen Abdi İpekçi, Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü’ne 10 Temmuz 1952’de 20 gazeteci tarafından İstanbul Semih Tuğrul ve Teknik Müşavirliği’ne de Murat Kayahanlı getirilmişlerdi. Gazeteciler Sendikası kurulacaktı. Basın’ın ilk günkü sayısında “Olayın İçyüzü” başlığıyla Çok partili yaşama geçen Türkiye’de siyaset, ekonomi ve kaleme alınan “Başyazı”da şu ifadelere yer verildi: sosyal dönüşümlerle birlikte basın dünyası da büyük bir “Gazete çıkarmak çorap fabrikası işletmeye evrim geçiriyordu. Teknolojik gelişmelerle bir endüstri benzemez. Basın yüzde yüz ticari bir müessese haline gelen basın sektörünün karlı bir yatırım alanı olması değildir. Bu bir kamu hizmetidir.” ve gazeteciliğin toplumda itibarının artması asıl işi 11 Ocak’taki gazetenin yazarları arasında Yaşar gazetecilik olmayan sermayedarların basın sektörüne Kemal, Aziz Nesin, Çetin Altan, Emil Galip Sandalcı, girmesine neden oldu. Ömer Sami Coşar, İhsan Ada ve İlhan Engin Daha önce babadan oğula miras olarak devredilen gazete bulunuyordu. patronluğu artık başka alanlarda faaliyet gösteren sermaye Gazetelerin çıkmadığı ilk gün Milli Birlik Komitesi Sözcülüğü’nden yapılan açıklamada, “Bırakın üç gün sahiplerine geçince basın özgürlüğü ve gazetecilerin çalışma değil, diledikleri kadar çıkarmasınlar… Yıllardan beri koşulları ciddi tehlikelerle karşı karşıya kaldı. Birçok olumlu hak ve hukuk savunucuları olduklarını iddia eden bazı yönüne karşın 5953 sayılı kanun gazetecileri tatmin etmemiş yazarlar, ufak bir menfaat peşinde hak ve hukuktan ne ve sermayeye karşı korumadığı gerekçesiyle yeni derece ayrılabileceklerini göstermiş bulunuyorlar” düzenlemeler yapılması istenmiştir. denildi. Gazetecilerin bu talepleri ne yazık ki, normal demokratik Basın tarihimizde önemli yer tutan 10 Ocak günü 212 düzende karşılık bulamamıştır. Diğer işçi hakları gibi sayılı yasanın çıkması, patronların direnişi karşısında gazetecilerin hakları da ancak 27 Mayıs 1960 ihtilalinden gazetecilerin dayanışması nedeniyle her 10 Ocak günü o sonra yasama yetkisini tek başına yürüten Milli Birlik tarihten sonra “Çalışan Gazeteciler Bayramı” olarak Komitesi’nce Kurucu Meclis’in kuruluşundan iki gün sonra kutlanmaya başlandı. GAZETECİLERİN KARŞI DİRENİŞİ Patronların üç gün kapatma kararının ve ortak bildirisinin gazetelerde yayınlandığı gün bir bildiri de İstanbul Gazeteciler Sendikası’ndan geldi. Gazeteciler Sendikası’nın bildirisinde şu görüşler dile getirildi: “Bu kapanma kararı, gazetelerin tesis ve maddi imkanlarını ellerinde bulunduran gazete sahipleri tarafından verilmiştir. Basını meydana getiren asıl ve büyük kitle olan biz yazı işleri müdürleri, sayfa sekreterleri, istihbarat şefleri, muharrirler, muhabirler, foto muhabirleri, karikatüristler, ressamlar, düzeltmenler ve diğer fikir işçilerinin böyle bir kararda oyumuz olmadığı gibi, bu hareketi asla tasvip etmemekteyiz.” BU BİR KAMU HİZMETİ Bildiride ayrıca, 27 Mayıs öncesinde fikir işçilerinin cop yedikleri, hapse girdikleri, yazı ve karikatürlerinin sansüre uğradığı günlerde herhangi bir tepki göstermeyen ve ortak hareket etmeyen gazete sahiplerinin tutumu sergileniyor ve “Fikir işçilerinin haklarını teminat altına alan kanunun çıktığı sırada, gazete kapatmak suretiyle Milli Birlik Komitesi’ni protesto yoluna gitmeleri” kınanıyordu. 10 Ocak 1961’de sendikada yapılan toplantıda patronların üç günlük gazete çıkarmama yönündeki boykotu süresince “Basın” adlı bir gazete çıkarma yayınlanmaya karar verildi. Yönetim kurulu, aynı gün İstanbul Valisi Orgeneral Refik Tulga’yı ziyaret ederek durumu anlatmış, gerekli formaliteler için Dünya gazetesindeki grev (1971)... Fransa’da reklamsız televizyon dönemi “Hadi canım o da ne? Olur muymuş böyle şey?” diye sorduğunuzu duyar gibi oluyorum. Reklamsız televizyon ‘balıksız deniz’, ‘tuzsuz ekmek’ gibi duygulara da kapılabilirsiniz. Hatta bazıları biraz daha ileri gidip, “Hadi oradan yobaz solcu, niyetini biliyoruz. Hâlâ mı dersini alamadın? Serbest piyasa ekonomisinde yaşıyoruz? Reklamlar hayatın ayrılmaz bir parçası veya haber (verme) özgürlüğünün doğal uzantısı”, gibi, katılmasak da gerçekliği tartışılmaz bazı görüşleri de hatırlatabilir. Eleştiriler arasında katılabileceğimiz bir nokta varsa, o da genellikle ‘yobaz’ solcuların ‘reklam düşmanı oldukları’ [email protected] önyargısıdır. Gelin görün ki, 2 yıla yakın bir süredir Nicolas ‘Bonapart’ Sarkozy dönemi yaşanan Fransa’da solcuların isteyip de beceremediği, sağcıların istemeyip de becermeğe çalıştığı kamu televizyonlarında reklamdan arınma süreci başladı. “4. Bonapart bir sabah uyandı ve kamu televizyonunda ‘devform’ (devrim/reform) gerçekleştirmeğe karar verdi...” Haşmetmeab bir gece önce rüyasında ne görmüştü bilemiyoruz. Ancak Fransa Cumhurbaşkanı sıfatıyla ertesi gün, yani 8 Ocak 2008’de yaptığı bir konuşmada reklamın kamu televizyonlarından en kısa zamanda kaldırılmasını buyurdu. Hem de olmayan bıyığının altından, solculara bir ‘gol’ daha atmanın keyfiyle sırıtarak... Halbuki kamunun pek bilmediği, Sarkozy’nin esin kaynağı ‘rüya’sından (!) önce en ‘can’ dostlarından Martin Bouygues hazırlattığı bir medyatelevizyon raporu vardı. Fransa’nın en büyük televizyon kanalı, özel TF1 grubunun bir numaralı patronu, inşaat ve telekom sektörleri kralı Bouygues 1985’ten beri Haşmetmeab’ın vefalı (!) bir UĞUR HÜKÜM dostuydu. Bouygues, Sarkozy başkan seçilir seçilmez, seçim kampanyasını yürüten Laurent Solly’yi TF1’nin Genel Müdür yardımcısı atamıştı. Söz konusu raporda “Özel kanallarla kamu kanalları biribirine çok benziyor. Farklılık getirmek yararlı olacaktır”, tavsiyesi yer alıyordu. Ayrıca küreselleşen bir dünyada Fransa’nın rekabet gücü yüksek dev medya kuruluşların ihtiyacı vardı. Bir de (ekmek parası) reklam pastası çoğalan kanallara orantılı büyümüyordu, ne hikmetse. Kaldı ki yıl sonunda tüm dehşetiyle başımıza çökecek ‘büyük kriz’i kimse o anda öngöremiyordu. Bir taşla 510 kuş vurma üstadının 8 Ocak 2008’deki buyruğu, tasarı yasallaşmadan 5 Ocak 2009 saat 20.35’te vücut Televizyonun buldu. Akşam 20.30’da biten “20 Haberleri”nin bir numaralı hemen ardından “Hava Durumu” ve kanal adamı Patrick “Program Özeti”ni takiben akşamın ilk büyük de Carolis şeridi devreye giriyordu. Sabah 6’ya kadar da reklam yoktu. Hazret yumuşak (!) geçiş dilemişti. Şimdilik 20.00 – 06.00 arasında silinen reklamlar, Fransız televizyonların tümüyle dijital yayıncılığa geçeceği 30 Kasım 2011’e kadar tedrici bir biçimde kalkacaktı. Fransız kamu televizyonları 1 Ocak 2012’de (Cumhurbaşkanlığı seçim yılı) sponsorlar hariç tümüyle reklamdan arınmış olacaktı. Ve böyle buyurdu Sarkozy...! SARKOZY’NİN MEDYA BUYRUKLARI Sarkozy’nin medya buyrukları bununla bitmiyordu. Başkan seçkinci olmayan kaliteli program istiyordu. İstemesi kolaydı da, nasıl gerçekleşecekti? Seçkinciliğin, kaliteliliğin ölçüsü neler olacaktı? İzleyicinin ‘mahalle’ baskısı ve sayısı program, personel, yönetici tercihlerinde nasıl rol oyanayacaktı? Bütün bunlara kim karar verecekti? Ölçütler ne olacaktı? Başkanın teknesinde tatile çıktığı bir başka ‘vefalı’ dostu, sayılı dünya zenginlerinden Vincent Bolloré’nin sahibi olduğu en güçlü kamuoyu araştırma şirketlerinden CSA Enstitüsü veya kişiliğin ortağı ve yönetim kurulu üyesi olduğu Fransa’da medya izlenme ölçümlerinin en yetkili kuruluşu Médiamétrie’nin aktaracağı sonuçlar Demokles’in kılıcı mı olacaktı? Üstüne üstlük, örneğin 1982’de dönemin sosyalist devlet başkanı François Mitterrand’ın dileğiyle kamu yayıncılığının bağımsızlığını garanti altına alabilmek amacıyla kurulan, bir cins Fransız RTÜK’ü, bugünkü adıyla CSA’nın (Conseil Supérieur de l’Audiovisuel Yüksek Görselİşitsel Kurulu) atadığı kamu televizyon ve radyo Yönetim Kurulu Başkanları’nı artık Cumhurbaşkanı doğrudan atayacaktı. Veya reklam gelirinden doğacak boşluğu devlet kendince yaptığı hesaplara göre kapatacaktı. Buyruklar karşısında, başta söz konusu kurumlarda çalışanlar olmak üzere, sol ve merkez muhalefet hatta iktidar içi muhalifler seslerini yükselttiler. Grevler, sokağa dökülmelere, Fransızların yüzde 70’inin radyotelevizyon başkanlarının Cumhurbaşkanı tarafından atanmasına karşı çıkmasına rağmen “Buyruğum buyruktu...” Tasarı meclis tartışmaları olağanüstü hal yetkileri kullanılarak yarıda kesilerek oylandı. Senato’nun onayı beklenmeden palas pandıras uygulamaya geçildi. Ne yasal ne de mücadele süreci tamamlanmış değil. Fakat: Özerklik, destek, kaliteli yayıncılık ve yeterli bütçe gibi konularda verilen sözlü, kısmen de yazılı garantilerin ne kadar tutulacağı etkenini şimdilik bir kenara bırakıp yeni uygulamaya baktığımız an madalyonun bir başka yüzünü görmeğe başlıyorsunuz. Bir televizyon düşleyin: Ekranın sağından solundan kremler, şampuanlar, sabunlar, deterjanlar veya boyalı meşrubatlar, tereyağlar, yoğurtlar süzülmüyor. Ekranın çerçevesine, ortasına yeni pencereler, kapılar, perdeler, vs katılmıyor. Girdiğiniz 10 dakikalık “Reklamlar” tünellerinde en iyi gazete, en büyük dergi, en nurlu risale, en modern hastane, en akıllı cep telefonu, en lezzetli bisküviçikletçikolata, en etkili ısıtıcısoğutucudondurucu, en yakışıklı türbanetekgömlekpantolonlar arasında kaybolmuyorsunuz. Bir aydınlık, bir netlik, bir duruluk... “Bizi izleyin, hemen dönüyoruz, birazdan şu hanım ağlayacak, şu manken arzı endam edecek, şu bey parlayacak, şu adam ortalığı kasıp kavuracak, şu bomba patlayacak veya şu arkadaş kasıklarınızı tuta tuta güldürecek,...” girdabına düşmüyorsunuz. İsteyen reklamaçlara, pardon reklamseverlere, müptelalara yeterli seçenek her yerde dolu. Düğmeye tıklamanız, bir zaplamanız kâfi. Ama bir anda 5 tane kanalınız olacak. Görüntü pisliklerini temizlemiş, ekran kirlenmelerini yok etmiş 5 kanal. Birinde film, ötekinde konser, bir diğerinde dizi, belgesel veya evrensel kadar bölgesel haber, bir tıklamada eğitim, açık oturum vs vs... Yapay bilgi ve haberler, popülist şişirme, kasılma, takılmalardan uzak, hiç olmazsa uzak kalma çaba ve niyetini taşıyan pırıl pırıl bir “Aptallığa İkaz Kutusu”. Seyircisini salak, katılımcısını ahmak yerine koymayan bir “İletişimUlaştırma(B)İlgilendirme Kutusu”. Yahya Kemal Beyatlı ne de güzel söylemiş: “İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar.” Daha iyi yaşamakta insan hayallerini gerçekleştirdikçe başlar. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle