22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

5 NİSAN 2008 CUMARTESİ 7 Tarık Akan, ‘12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’sinde o dereler umduğumuz gibi akmış olsaydı, bugün ülkem çok daha doğru bir yerde olabilirdi’ diyor Geri düşüncenin merhemi çağdaşlık olacak Nâzım’ın kitabını çekecek Şimdi bir 12 Eylül filmi mi çekiyorsunuz? “Çekemedim...” Neden? “Çünkü önce para bulamadım. Sonra bulduk parayı ilk önce filmin jeneriğini ve finalini çektim Aspendos’ta. Çok da güzel oldu. Gürer Aykal muhteşem güzel bir insan, onu bile oynattım düşün. Çok da heyecanlı bir şey oldu. Sonra olmadı. Ben bunu Haziran’da çektim. Hikayemin girişi ve finalini. 22 Temmuz seçimlerinin böyle sonuçlanacağını hiçbirimiz tahmin edemedik. Ve şok olduk. Böyle bir ortamda ben birden bire 12 Eylül askeri darbesini anlatan bir filmin içerik olarak gündemin dışına kaydığını hissettim. İçimdeki o küçük Tarık koşarak çıktı dışarı, gitti. Bir daha ne zaman gelir bilmiyorum.” Öyle de kalabilir, devam da edebilir? “Kalabilir. Uzun bir süre kalabilir. Ama Yeşilçam’ın yazılmamış bir kanunu vardır; Bir film başladıysa yarım kalmaz. Eninde sonunda biter.” Bu sizin ilk yönetmenlik deneyiminizdi değil mi? “İlk yönetmenlik deneyimimdi evet. Dört günlük yönetmenim. Üç günlük oyuncum var, Şerif Sezer’in kızı Deniz Sezer. Ona da öyle takılıyorum.” Başka projeleriniz var mı? “Var..” Yine yönetmen koltuğunda oturarak mı? “Umut ediyorum öyle olacak. Ama zorlanıyorum. Nazım’ın ‘Memleketimden İnsan Manzaraları‘nı hazırladım, yazdım. 120 sayfa senaryo olarak. Memleketimden İnsan Manzaraları zaten başlı başına inanılmaz bir olaydır. Onu sinemaya aktarmak kadar zor bir işin içine girdim. İşte o zorlukla beynimi yemek üzereyim. Saçlarım dökülüyor, sinirden çıldırıyorum. Bakalım çıkabilecek miyim işin içinden? Bilmiyorum.” Senaryoyu siz yazdınız, siz yöneteceksiniz? “Ben yazdım, ben yöneteceğim. Haydarpaşa’dan kalkan tren Ankara’ya gelir. Bir gecede gelir ve orada biter filmim. 1941 trenidir, o günkü kıyafetlerdir falan... Her şey yazıldı, bitti.” Çekimler ne zaman? “İşte onu bilmiyorum. Onu bir bilsem... Sinemacılık böyle birşey.” eşilçam’ın salon filmlerinin jönü, ardından politik ve sosyal içerikli filmlerin oyuncusu Tarık Akan, politik duruşundan hiçbir zaman ödün vermedi. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından gözaltına alındı, Barış Derneği Davası‘ndan yargılandı. Yaşadıklarını “Anne Kafamda Bit Var” adıyla kitaplaştırdı. ‘Davadaşı‘ Ertuğrul Günay AKP’den Kültür Bakanı olduğunda ‘canının yandığını‘ söyledi. ‘İnaçlarına aykırı‘ bir kanaldan gelen 1 milyon dolarlık teklifi elinin tersiyle geri çevirmekle kalmadı, söz konusu kanala transfer AYŞE olan tanıdığı bir çok isimle ilişkilerini YILDIRIM kesti, kavga etti. Ona göre, “Hayat böyle sert davranışlarla devam etmek mecburiyetinde. Çünkü biz buyuz, böyle yetiştirdi bizi hocalarımız”. İlhan Selçuk 40 saatlik gözaltından sonra İstanbul Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi Savcılığı‘na çıkarıldığında o da Beşiktaş‘taydı. Cumhuriyet okurları ve çalışanlarıyla birlikte destek için gelmişti. 18 yıldır 500 öğrencisi olan Özel Taş İlköğretim Okulu’nda eğitimci olarak görev yapan Tarık Akan’la “Ben politiğim ama okulumun hiçbir ilgisi yok. Burası sadece eğitimini en iyi şekilde yapmaya çalışan, çocuklara birey olarak bakan ve o doğrultuda yetiştiren özel ilköğretim okulları içersinde en başarılı olan okullardan bir tanesi” dediği Özel Taş İlköğretim Okulu’nda son günlerde yaşanan olaylara ilişkin bir söyleşi yaptık... Henüz Anayasa Mahkemesi AKP’nin kapatılma davasını kabul etmemişken... Aydın yaşadığı dönemin tanığı ve kılavuzudur. Bu bağlamda sanatçı da yaşadığı çağdan sorumlu mudur? “Tamamen, hem de ne kadar sorumludur. Hele bizim gibi demokrasi adına her şeyin tam oturmadığı ülkeler söz konusuysa... Böyle ülkelerde sanatçıysanız toplumun her şeyini sırtınızda hissetmeniz ve büyük bir sorumlulukla taşımanız gerekiyor. Bunu yaparken de İlhan (Selçuk) abinin dediği gibi omurgalı olmak mecburiyetindesin, değişmeyeceksin, doğru bakacaksın ülkene, çağdaş bakacaksın, uluslararası bakacaksın. Doğu’nun kalıplaşmış düşüncelerinden sıyrılıp, çağdaş boyuttaki düşüncelere girmen gerekecek ve bütün sanatına da bunu yansıtacaksın. Bakın bu konuda Heraklitos ne demiş, hem de İsa’dan önce 450. yılında: ‘Bir yapıtın sanatsal değeri, verilen mesajın doğruluk veya yanlışlığından sonra gelir. Sanatçı, yapıtında gerçeği dile getirmek zorundadır. Eğer varolmayan şeyleri varmış gibi gösteriyorsa ve halkı kandırıyorsa, inandırıyorsa o sanatçıya en büyük ceza verilmelidir. Bu kural yalnızca sanatçılar için değil filozof ve bilim adamları için de geçerlidir.’ Bunu benim Anadolumda söylemiş, yazıtlardan çıkandır bu...” Y İLHAN ABİ GÜÇ VERDİ Sizin bu sorumluluk duygusuyla hareket ettiğinizi biliyoruz. İlhan Selçuk, adliyedeyken bu sorumluluk duygusu muydu sizi gece yarısı oraya götüren? “Bir kere İlhan abi benim hayatımda sevebileceğim en önemli insanlardan bir tanesi. Dostum, ağabeyim, hocam olmasının dışında başka bir sevgi var. Bunu nasıl söyleyeyim, bir insan bir insana ancak bu kadar sevgi duyabilir. Eşittir Cumhuriyet Gazetesi. Beni ben yapan nedenlerin içerisindedir. Şöyle bir şey de oldu tabii; İlk başta inanılmaz şok yaşadım, duyduğum anda sabahın körüydü. İlhan abi DGM’deyken dayanamadım gittim DGM binasının önüne, şimdi ağır ceza gerçi. Ben orada olmam gerektiğini düşündüm. Sonra İlhan abi bırakıldı, bende de şu duygu belirginleşmeye başladı; Benim hayatımın en önemli kişisi bugün böyle bir badireden geçiyor ve ben bu yaştayım. Bana verdiklerinin dışında çok daha başka birşey verdi İlhan abi bu son olayda, son tutuklanmayla. Demek ki ben de yaşayabilirsem o yaşlarıma kadar, o direnci ben de göstereceğim. Bu benim için çok önemli bir meseleydi. Bana güç verdi.” Siz de 12 Eylül’de gözaltına alındınız, yargılandınız. Adliyenin önüne geldiğinizde ne düşündünüz? Aklınıza o günler geldi mi? “Yine İlhan abiden yola çıkarak söyleyeyim, geçenlerde yazdı ‘İnsanın yüreğindedir, unutulmaz ki onlar, onlar hiçbir zaman çıkmaz’. Onlar bir ders verir insana, daha olgunlaştırır. Beni de olgunlaştırmıştır. Ayaklarımı yere daha kuvvetli vurmayı öğretmiştir. Dünyaya bakışımı daha doğru yönlere çekmiştir. Çok da fazla gündeme getirmeyiz, çünkü o bizim içimizdeki acıdır, kapanmaz. Öyle durur.” Bu son gözaltılarla o dönemler yine anımsandı. Hala hiçbir şeyin değişmediğini düşündünüz mü? “Her şey tam manasıyla değişti demek çok zor bu ülkede. Ülke her bakımdan bir adım ileri gittiği zaman, iki adım geri götürülüyor. Bu bilinçli bir sistem ve bunda da çok başarılı oluyorlar. Nasıl oluyor? Bir şekilde oluyor işte.” Bunda biraz da aydın ve sanatçıların sorumluluğunu yeterince iyi taşıyamamasının suçu var mı? “O bir yüktür ve mutlaka olması gerekir. Var olanlar da çok. Şimdi dönen veya sorumluluğunu yerine getirmeyen, omurgalı durup da sonradan omurgasız olduğunu anladığınız hem aydın, hem sanatçı insanlar çok. O her toplumda vardır. Bizde biraz daha fazla oluyor. Ama asıl mesele, duruma 1980 Türkiyesi ile 80 sonrası Türkiyesi diye bakmakta. O zaman sorunu rahatlıkla çözebiliriz. Şimdi 80 öncesi Türkiye’sindeki o dereler umduğumuz gibi akmış olsaydı, bugün ülkem çok daha doğru bir yerde olabilirdi. Bu bir varsayım gibi görünüyor ama değil. Çünkü bugün gelinen noktaya bakarsan, evet o günkü yöntemler ve tutumlar çok doğruydu. Sol kesim içerisindeki düşünce çok doğruydu. Ama ne oldu? 80 gibi dünyanın en profesyonelce yapılmış bir darbesi tamamen her şeyi değiştirdi. Şimdi elimizde ne kaldı? Bir CHP’miz var, bir SHP’miz, bir DSP’miz, bir İP’imiz, bir TKP’miz var. Geri kalanlar da iyice ufalanmış haldeler. Hayır bu manzara yeterli değil.” Güneydoğu’da bir halk vardı... Çıkış noktası birlik olmak mı? “Tabii, kesinlikle. Ben hiçbir zaman aktif politikayı düşünmüyorum, böyle bir derdim ve böyle bir isteğim de yok. Aklımın ucundan da geçmez. Ama şu anda ülkemizin laik demokratik sistemine inanan bizler, kimden taraf olacağız? İşte o zaman bu yelpazenin içerisinde bir şey seçeceksin. Çaren yok. Öbür yelpazede olanlar, laik demokratik sistemin yakınından geçenler, takiyye yapanlar da bunu kullanırlar. Bu apaçık ortada. Ama bir birliğin içinde bir türlü olunamıyor.” Peki siz sanatçı olarak böylesi bir birlik sağlanmadğı taktirde nasıl bir gelecek bekliyorsunuz? Nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya görüyorsunuz ülkeyi? “Benim umudum şu; şimdi AKP’nin kapatılma süreci içerisindeyiz. Kapatıldığı taktirde, ki bana göre öyle olacak, parlamenter seçim sisteminde oynamalar yapılırsa baraj yüzde 5’e düşerse ki bu arada en büyük rol Deniz (Baykal) beye, CHP’ye düşüyor. İşte o zaman parlamentonun aritmetiği değişecek. O zaman çok renkli bir parlamento ortaya çıkacak. Ve bugünkü gibi öyle her istediğin yasayı çıkartamayacaksın. Benim tek umudum bu. Çünkü zaten AB kapıları tamamen kapanmış gibi görünüyor.” Yani hala umutlusunuz? “Evet. İşte bunu bana veren de İlhan abi yine. Biliyorsunuz yazar yazar, şikayet eder, bağırır, çağırır, bir kaç ay sonra görürsün bir yazısında ‘Yine de umudu kaybetmemek lazım. Bu ülkeye hiçbir şey olmaz’ diye bir laf söyler. Birden bire tokat yemiş gibi olursun.” Şu anda eğitimde tarikat kuşatması söz konusu. Siz de bir eğitimci olarak bu çocukların geleceğini nasıl görüyorsunuz? “Ben eğitimciliğe 1990’da girdim. 18 yıl önce Bakırköy’deki sevdiğim bir dostum bana aynen şöyle bir olay anlattı. ‘Tarık’ dedi, ‘Oğlum Bakırköy’de bir dersaneye gidiyor’. Adını söyledi ‘Eyvah’ dedim ‘Niye oraya gönderdin?’. ‘Anlatacağım dinle’ dedi. ‘Oğlum eve gelmemeye başladı. Takip ettim, Bahçelievler’deki bir eve gidiyor. Evden daha kapıdan içeri girerken gördüm bütün ayakkabılar dışarıda, eyvah dedim burası tarikat yeri. Girdim içeri. Oranın idarecileriyle konuştum, oğlumla konuştum. Oğlum eve gelmiyor. Ne yapacağımı şaşırdım. Oğlum lise sonu bitirene kadar bu dersaneye devam etti. Ben oğlumu oradan kopartmaya çalışırken o evdekiler bana aynen şunu söylediler: Hiç merak etme oğlun Sakarya Üniversitesi’ne girecek. Orayı kazanacak, mimar veya mühendis olacak. Olmazsa sana istediğin herşeyi vereceğiz.’ ‘Tarık inanıyor musun?’ dedi, ‘Çocuk imtihana girdi, o üniversiteyi kazandı‘. Dedim ki ‘Ya nasıl olur, ÖSS denen bir imtihan var, nasıl olabilir? Bu kadar mı hakimler bunlar?’. Evet, o olaydan bir yıl sonra zaten soruların nasıl çalındığı basında patladı. Düşünün 18 yıl öncesinden bahsediyorum. Şimdi o çocuk bir AKP belediyesinde çalışıyor. Yine tarikatta... Şimdi bunu bütün ülke biliyor. Türkiye’deki dersanelerin yüzde 80’inine yakını tarikat ve Fethullah bağlantılı. Bu durum özel okullarda inanılmaz boyutta. Buna kim dur diyecek bu ülkede bilmiyorum...” Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan laiklik, bu iktidar dönemiyle birlikte demokrasinin düşmanı gibi gösterilmeye başlandı. Bu anlamda bir rejim tehlikesi görüyor musunuz? “Tabii, hem de nasıl. Laikliği kelime anlamı itibarıyle bile tahrif ediyorlar; ‘layiklik’ ya da ‘layık’ diyorlar, özellikle. Ama sol kesimde herkes ‘laik’der, başka türlü duyamazsın. Şimdi laiklik nedir? Dinin, inancın, bireyin ve toplumun üzerindeki hakimiyetini engellemenin adı laikliktir. Birey veya toplumun din üzerindeki hakimiyetini engellemek de laikliktir. Dini, birey veya toplum üzerinde hakim kılar hale getirdiğin zaman anti laik hale getirirsin toplumu. Öyle de yapılıyor şu anda.” Ortamın gerilmesinin temel nedenlerinden birisi de türbana serbestlik getirme çabaları oldu. Siz okulunuzdaki kız çocuklarını türbanlı düşünebiliyor musunuz? “Düşünemem, böyle bir şey olamaz. Eğitime aykırıdır. Zaten benim ülkem imam hatip sorununu çok çağdaş bir şekilde aşabilirse ki sanmıyorum, bir ölçüde türban meselesi de rahatlayacaktır. Bu 28 Şubat kararları ile bir ölçüde aşıldı sanıyordum. Aradan geçen bu kadar süre içinde gördüm ki aşılmamış. Aşılmadı ama ne oldu? AKP kapatma davası çıktı karşılarına. Aynı sorundur. İlkokuldaki bir çocuğun başını örtmek veya okuldan çıktıktan sonra tarikatlara gitmesini ve oralarda dini eğitim almasını hoşgören bir anlayışa hayır diyen bir 28 Şubat kararları var ki çok doğru bir karardır. 28 Şubat olmasaydı bu süreç içerisinde çok daha acı şeyler yaşardık. Şimdi hiç değilse kan dökülmeden patırtısız buralara kadar geldi. Bundan sonra Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karar nasıl çıkar bilmiyorum ama demokrasiden yana olacağına inanıyorum. Çağdaşlığın o geri düşüncenin en büyük merhemi olacağına inanıyorum.” Babanızın görevi nedeniyle Anadoluyu dolaştınız. Yıllar sonra Vizontele Tuuba’nın çekimleri için gittiğinizde çok şaşırdığınızı söylediniz. Neydi sizi o kadar şaşırtan manzara? “Şimdi ben subay çocuğuyum, albay çocuğuyum. İlhan abi de subay çocuğu, Genco Erkal da subay çocuğu. Subay çocuğu olmak farklıdır. Çünkü aldığımız kökler farklı. Atatürkçülüğümüzün koyu olması da oraya bağlı. Babadan, anneden, eğitimden, çevreden geliyor bu. Sinema oyuncusu olduktan dört beş yıl sonra benim bütün hayatım Doğu ve Güneydoğu’da geçmeye başladı. Buralarda yapılacak bir aşk filmini dahi altın yumurtlayan tavuk olduğum için Güneydoğu’ya taşırdım. Oraları çok severdim. Orada bir halk vardı, 197080’lerde darbeye kadar.. Sonra, Vizontele Tuuba ile gittim. Şaşırdım kaldım. Kaldığımız yerde sokakta yürüyorum, birden bire yerimden fırladım korkumdan. Bu ne dedim yaa... Hemen duvarın dibine bir hoparlör koymuşlar, caminin hoparlörünü bütün sokaklara döşemişler. Cami falan görünmüyor ama kasabada, o kadar uzakta. İnsanı camiye çağırmak böyle olabilir mi? Bizim bildiğimiz çok güzel ezanlar vardır, çağırır camiye insanı. Ne demek yolun kenarına hoparlörü koyuyorsunuz. Böyle bir mantık var mı? Gördüm ki çoktan kaybetmişiz oraları. Oraların hepsi tamamen şeriat anlayışı içine girmiş, tam şeriat hem de. Yani ben korkmaya başladım orada. İşte yeşil kuşak politikasının sonuçları bunlar.” C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle