22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 NİSAN 2008 CUMARTESİ 7 Darbeyle hesaplaşana kadar film çekeceğim Sırrı Süreyya Önder yine bir 12 Eylül öyküsü anlatıyor, çünkü ‘Ülkede bugün yaşanan sıkıntılarının hepsinin tohumları o günlerde atıldı.’ Barış Pirhasan‘ın senaryo kursunun duyurusunu görene kadar bir film çekmeyi hiç düşünmemiş Sırrı Süreyya Önder‘in “Beynelmilel”den sonraki filmi “O... Çocukları“ 16 Mayıs’ta vizyona girecek. Planladığı başka bir proje dolayısıyla filminin yönetmenliğini bu kez ŞİRİN yapamayan Önder, yine 12 Eylül GÜVEN dönemiyle ilgili öyküler anlatıyor. Çünkü o, 12 Eylül mağdurlarından, darbenin her türden acısını yaşamak zorunda kalanlardan... Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenciyken içeri alınan ve 12 yıl tutuklu kalan Önder, başka 12 Eylül filmleri de çekeceğini inatla vurguluyor. “Bu ülke 12 Eylül’le hesaplaşana kadar devam edeceğim. Cuntacılar yargılanır ve mahkum edilirse... Çünkü hepsinin eli kanlı, hepsinin bu ülkenin geleceğine koyduğu ipotekler var. Bu ülkeye kaybettirdikleri zamanın, bu ülkede katlettikleri canların hesabı sorulursa, ben 12 Eylül filmleri yerine aşk filmleri yazabilirim.” O... Çocukları‘nı niye siz çekmediniz? “Aslında Eylül’de başlayacaktım çekimlere. Filmi de ben çekecektim, öyle hazırlanmıştım. Ama bir takım zorunlu sebeplerden dolayı set takvimini ileriye atmamız gerekti. Bu yaz da Berlin’de bir öykü çekecektim. Böyle olunca takvim sıkıştı ve O... Çocukları‘nın yönetmenliğini başka bir arkadaşa devrettim.” göçmenler var bence. Faslı olman, Türk olman, Ukraynalı olman hiç önemli değil. Bütün dünyadaki göçmenlerin derdi aynı. Biz Türkler bunu biraz daha orijinal yaşıyoruz. Bu filmin konusu gerçek bir hayat hikâyesi. Yani bir Yozgatlı gerçekten gidip Berlin Duvarı‘na ev yapmış. O adamı TRT’nin bir belgeselinde izledim. Sonra ona ulaşıp telifini aldım ve hikâyesini senaryolaştırdım. O ev de duruyor. Filmi orada çekeceğim.” O... Çocukları bizim anladığımız anlamda değil mi? Gerçi konusundan da belli oluyor ama... “Evet. Yaşanmış onlarca gerçek hikâyeden esinlenerek yazdım bu öyküyü. Bir küfür anlamında kullanılmıyor elbette bu isim. Hiçbir mecaz yapılmıyor filmin adında, tam tersine bizzat bedenini satarak geçinmek zorunda kalan kadınların çocuklarının hikâyesi bu film. Ben cezaevinden çıktıktan sonra İstanbul’a, Tarlabaşı‘na geldiğimde, bu kadınların çocuklarına bakan, “emanetçi anne” denilen kadınlar tanıdım. Onlar bu çocukları hayata hazırlıyorlardı. Yani o çocukların kreşi gibiydi emanetçi anneler. O zamanlar 34 tane vardı bu emanetçi annelerden. Pavyonda çalışan, fuhuşla uğraşan kadınların çocuklarına bakarlardı. O çocukların yaşamlarında hep bir cinsel taciz tehdidi vardı. Bu tür emanetçi annelere bırakılan çocuklar bu anlamda güvencede sayılırlardı. Bu kadınların çocuklarla ilginç bir diyaloğu vardı. Pedagoji eğitimini almış kreşteki eğitmenler bile kuramazlardı bu diyaloğu. Bu kreşte uyku saati, beslenme saati yoktu belki ama başka türlü bir hayata hazırlanırlardı çocuklar emanetçi annelerde. Bu hikâyeyi tanık olduğum başka bir hikâyeyle birleştirdim. 12 Eylül’de binlerce aile mülteci oldu. Apar topar yurtdışına gidenler, çoluğunu çocuğunu burada bırakmak zorunda olanlar oldu. Böyle apar topar yurt dışına çıkmak zorunda kalan akademisyen bir ailenin çocuklarını bu emanetçi anneye emanet etmeleriyle başlıyor filmin senaryosu. 12 Eylül zamanı böyle onlarcası yaşandı. Bu ikisini bir kadın hikâyesi yaptım.” Faşizm ilk darbeyi kadınlara vurur! Özgü Namal’la Beynelmilel filmi zamanında girdiğiniz bir iddia sonucu bu senaryo ortaya çıkmış galiba... “Evet. Bütün kadın oyuncuların derdi kadın hikâyelerinin olmamasıdır zaten. Kadını merkez alan hikâyeler isterler. Haksız bir dert değil bu. Yazarlarımızın çoğu erkek olduğu için ve bir kısım kadın yazarmız da erkek gibi baktığı için, hikâyeler erkek merkezli. Özgü hep bundan dert yanardı sette. ‘Böyle bir senaryo olsa’ derdi. Bana ‘Sen kadın hikâyesi yazamazsın. Çok erkek bakış açısıyla bakıyorsun meseleye’ demişti. Ben de ‘Dur sana bir yazayım da, gör bakalım’ dedim. Böyle bir iddialaşmayla başladı. Sonra oturdum yazdım. Hem Demet’in, hem Özgü’nün ve diğer kadın oyuncuların bakışıyla anlaşılan sıkı bir kadın hikâyesi olmuş.” Neden kadın hikâyeleri az peki? “Çünkü faşizmin dini, imanı, Allah’ı, kitabı yoktur ama cinsiyeti vardır. Faşizm ‘erkek’tir. Bu ülkede de faşizm, bütün kurum ve kurallarıyla günlük hayatın içerisine içselleştirilmiştir. Kadın, faşist bir zihniyet için daima ‘öteki’dir. Yani faşizm ilk darbeyi kadınlara vurur. Futbol tribünlerinden, trafikteki keşmekeşe kadar herşeyde bir kaba erkek hoyratlığı ve ‘dangul dungul’luğu vardır. Öyle talihsiz bir şeydir ki bu, aradan sıyrılan kadınları da erkekleşmeye mecbur bıraktırır. Bu ülke kadın bir başbakan gördü mesela. Kaba erkek zihniyetinin en yoğun haliydi... Aslında bu daha da trajik. Her türden kadın bu topraklarda, ailede, okulda, işte, toplumsal hayatta hep ikinci sınıf muamelesine tabii tutulmuş. Her yerde, her şeyde... Böyle olan bir ülkede kadın hikâyesi çıkar mı? Bu ülkede kadın olmak, bu ülkenin açlıktan yoksulluğa, demokrasi yoksunluğundan hukuksuzluğa ve günlük hayat şiddetlerine kadar bütün dertlerini iki katı yaşamak demektir. Aslında biraz bu ülke kadın erkek eşitliğini içselleştirse, ne bu demokrasi zaafları, ne enflasyon ne de yoksulluk bu kadar fazla olur.” BERLİN DUVARINA EV YAPAN TÜRK Neyle ilgili Berlin’de çekeceğiniz film? “Berlin duvarına gecekondu yapan bir Yozgatlı Türk’ün hikâyesi. Yılmaz Erdoğan, Olgun Şimşek ve Engin Günaydın oynayacak gibi görünüyor şimdilik. Adı da “Bir Türk Dünyaya Kederdir” olacak. Göçmen olmak dünyanın derdi aslında. Göçmenlerin ayrı bir ulus olduğunu düşünüyorum. 72 millet var, bir de Kitaplara silah muamelesi yaptılar 12 Eylül’le ilgili filmler çok az bizde değil mi? “Evet çok az gerçekten. Aslında evrensel ölçekte yüzlerce filminin çekilmesi lazım. Ama bu ülke öyle bir kompleks ve korkuya büründü ki, geçmişiyle yüzleşemiyor. Geçmişiyle yalnız diktatörler mi yüzleşecek? Çocuklar annelerine, babalarına ‘Siz peki o günlerde ne yaptınız’ diye sormayacak mı? O yüzden aslında ortada kollektif bir suç var. Suç kollektif olunca da, kollektif olarak bilinç altına itiliyor. Yani çocuklarının bu sorularına verecek cevabı olmayan herkes, böyle işlerin yapılmasına taş koyuyor. Nüfusun 34 milyon olduğu zamanlar... Neredeyse bu ülkenin nüfusunun yarısını göz altına aldılar. İstisnasız hepsi baskı ve zulüm gördü. Sağcısı, solcusu... Birisi çıksın ‘Beni de o zamanlar gözaltına aldılar ama onurumla oynanmadan, kötü muamele görmeden dışarı çıkabildim’ desin, bütün bu dediklerimi geri alırım. Sadece çıksın desin... Çünkü zorlama bu ülke muktedirlerinin bildiği tek yol. Güçten başka bir şey bilmiyorlar... Bir ülkenin burjuvazisine bakarsanız, herşey ortaya çıkar aslında. Bizdekiler korkak ve sefil. Eğer bir yapı korkaksa, başvuracağı tek şey güçtür. Niyeyse bunların hep faturasını yoksullar ödüyor. Bunlara itirazı olmayan, itirazını belli etmeyen ben insanım demesin. Bunun sağcılıkla, solculukla ilgisi yok. Bir insan buna layık değildir. Bir ülke buna layık değlidir. Bir psikolog muayenesine gitse müşahede altında tutulacak adamlar bu ülkede darbe yaptı. Sizin gazeteniz de dahil, kapanmayan gazete kalmadı. 963 tane filmi yasakladılar. Türküleri, şarkıları yasakladılar. Kitap yıllarca bu adamlar tarafından bir suç unsuru olarak teşhir edildi, silahla yan yana gösterildi. Bu ülkedeki Kürt meselesinin silahlı bir hüviyet almasında birinci elden ve tek elden sorumludurlar. Diyarbakır Cezaevi’nden ve bütün o bölgede kendilerinin uyguladığı terörden dolayı... Bu ülke böyle adamlar tarafından yönetilmeye müstahak mı? Yitip giden canları bir kenara bırakırsak, bir de bu ülkenin kaç senesini aldılar. O yüzden bunlara kızmak için sağcı ya da solcu olmaya gerek yok bence. Zamanın yeniden üretilmeyecek, yerine konamayacak bir şey olduğunu kavrayan herkes bunlara tepki göstermeli.” Mademki film yapıyorum... 12 Eylül filmleri çekmeye devam edecek misiniz? “12 Eylül’le bu ülkenin hesaplaşacağı güne kadar ben 12 Eylül hikâyeleri yazacağım, çekeceğim... Bu kişisel bir şey değil ki kişisel olarak da benim yazmamı gerektirecek herşey var aslında. Bu ülkede bugün yaşanan her türden sıkıntının tohumlarının o günlerden devralındığını biliyorum. Bu benim subjektif değerlendirmem değil. Bu, ağzını açan herkesin, gören her gözün fark ettiği bir şey. Bu ülkenin geleceğini çaldılar. Bu ülkede hukuksuzluğu ve faşizmi kurumsallaştırdılar, ülkenin iliğine, kemiğine bulaştırdılar. Bunlarla her alanda hesaplaşmak gerekiyor. Hukuksal anlamda da, sanatsal anlamda da, ideolojik olarak da... Ben üzerime düşeni yapıyorum. Zaten ben 12 Eylül’de de, 12 Eylül’e itiraz etmiştim. Bunun onuru ve rahatlığıyla davranıyorum. Üzerine görev düşenler sırtlarını çevirip hiçbir şey yapmadığı için bugün çocuklarımız böyle çirkin bir ülkede büyümek zorunda kalıyor. Ne zaman çat kapı, hukuksuz bir şekilde birinin gelip sizi saçma sapan bir madde ile itham edeceğini bilmeden yaşıyoruz. Aslında herkes tükürse bunlar boğulurlar. Bu yapılamayacak bir şey değil ama ülkede korkuyu da içselleştirdiler, kimsenin sesi çıkmıyor. Ben madem ki sinema yapıyorum, bu alanda hesaplaşacağım bunlarla. Zaten bu benim kendime de, yoksullara da borcum. Ben bir sosyalistim. Sosyalist olarak bu hayatı ikmal etmek istiyorsanız bir duruşunuz ve sorumluluğunuz olmalı. Fazladan tabii... Yani zaten insan olmak bunlara karşı durmak için yetiyor ama bir de sosyalistseniz, borcunuz daha da çoğalıyor. Politik bir sinema yapıyorum ben de.” 12 Eylül’le hesaplaşılana kadar 12 Eylül filmleri çekeceğim diyorsunuz. Ne olacak da hesaplaşılacak 12 Eylül’le? “Cuntacılar yargılanır ve mahkum edilirse... Çünkü hepsinin eli kanlı, hepsinin bu ülkenin geleceğine koyduğu ipotekler var. Bu ülkeye yitirttikleri zamanın, bu ülkede katlettikleri canların hesabı sorulursa, ben aşk filmleri yazabilirim.” Cezaevleri kültür merkezi olsa... Beynelmilel, sizin de kaldığınız Ulucanlar Cezaevi’nde gösterildi. Neler hissetiniz? “Ulucanlar Cezaevi, bir kültür merkezine dönüştürüldü. Ben orada da yatmıştım, 4. koğuşta... Mamak’ta cezam kesinleştikten sonra oraya yollamışlardı beni. Bir yıl orada kaldıktan sonra başka bir yere geçmiştim. Yattığım koğuşta Beynelmilel’in gösterimi yapıldı. O beni çok etkiledi tabii. Çok duygulandım... O koğuşta dayak yemem, volta atmam, hayal kurmam, dostluklar, yoldaşlıklar ve ihanetler yaşamam gözümün önüne geldi. Filmi izlemeye o koğuşa, bütün eski mahkum arkadaşlar gelmişlerdi. Aileleri, anneleri, babaları, çocukları ve yakınlarıyla birlikte... Orada hep birlikte Beynelmilel’i izlemek bir sinemacının alıp alabileceği en büyük ödüldür. Kültür merkezlerinin sayısıyla, cezaevlerinin sayısı arasında diyalektik bir ilişki var bence. Biri ne kadar çoksa, öbürü o kadar azdır. Bu anlamda bütün cezaevlerinin kültür merkezlerine dönüşmesini diliyorum. Aslında bizde politik mahkumlar cezaevlerini kültür merkezlerine dönüştürmüşlerdir. Bunun tek farkı halka açık olması tabii. Maalesef bu ülkenin bütün aydınları cezaevlerinden yetişmiştir. Ve bir yandan da bütün aydınlarımızı cezaevinde yitirmişizdir. Cezaevleri bu anlamda bir mihenk taşı bence. Ya orada insan çağına, ülkesine ve insanlarına karşı daha büyük bir vicdanla ve sorumlulukla donanır çıkar; ya da çok korkar... Bizim akademilerimizdir cezaevleri. Bir ülkenin aydınlarının akademisinin cezaevleri olması... İroni buna denmezse hiçbir şeye denmez herhalde.” Sırrı Süreyya daha önce yattığı Ulucanlar Cezaevi’nde Beynelmilel’in gösteriminde. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle