22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 12 NİSAN 2008 CUMARTESİ Her şey değişti, çekecek bir şey kalmadı Kendisine sanatçı fotoğrafa da sanat denmesinden hoşlanmayan ve doğru bulmayan Ara Güler, “Benim için Time’ın muhabiri olmak başbakan olmaktan bile daha önemli” diyor. Ara Güler gibi ustayla görüşmek, bu işi uzun yıllardır yapan biri olarak bende büyük bir heyecan uyandırmıştı. Mac Art Gallery’e geldiğimde Ara Güler gözüyle bir dönemin İstanbul’unun fotoğraflarına bakmak heyecanımı biraz hafifletti. Ara Güler fotoğraflarına bakmak tarih kitabı sayfalarını çevirmek ‘sonsuz bir yolculuk’ Çünkü fotoğrafçılık, yetenek SERDAR gibiydi. olduğu kadar şans işi de. Güler, fotoğraf açısından zengin bir dönemde bu işe AĞIR başlamış. Zaten kendisi de bunu kabul ediyor ve her defasında ‘Benim zamanımda İstanbul daha etkileyiciydi’ diyor. Yıllara meydan okurcasına Leica makinesiyle ‘yaşamı donduran’ Ara Güler ile Mac Art Gallery’deki ‘İstanbullu’ sergisinde fotoğraf ve fotoğrafçılık üzerine konuştuk. Merhaba İspanyol bir ressam. Adı Guillermo Vargas Habacuc... Kendisine sanatçı payesi biçen gaddar bir adam. Dünya keşke onunla tanışmamış osaydı diyelim ve hikayesine geçelim; 13 Eylül 2007’de Honduras’ta düzenlenen bienale katılıyor Habacuc. ‘Sanatla öldürmenin kötü birşey olduğunu göstermek istiyor! Nasıl mı? Güzelim bir sokak köpeğini alıyor, ona “Natavidat” diyor. Peşinden sürükleye sürükleye sergi salonuna götürüyor. İplerle bağlayıp, aç susuz bırakıyor. Hergün onlarca ziyaretçi gelip gidiyor. Ellerinde içecekleriyle ‘sanat’ı izliyor. Natavidat’ın çaresiz, yardım isteyen gözlerine ve içler acısı haline bakıyor... Vicdanı olan birkaç ziyaretçi, bu vahşetin bitirilmesini, köpeğin serbest bırakılmasını istiyor... Kendisini sanatçı sınıfına koyan zalimlik abidesi Habacuc, izin vermiyor köpeğin bırakılmasına. Git gide eriyor küçük köpek. Bir deri bir kemik kalıyor bedeni... Yaşama direnmeye çalışıyor, umarsız bakışlar ardında. Ancak bir ay sonra işkencesi bitiyor Natavidat’ın... Ölüyor... Bu trajedinin duyulmasının ardından dünya çapında bir kampanya başlatılıyor. Bienal protesto ediliyor. Çogu insanın ‘şehir efsanesi’ olarak değerlendirip ciddiye bile almadığı bu barbarlık, Natavidat’ın fotoğraflarıyla da belgeleniyor. Habacuc’un bir dahaki bianele katılmasının engellenmesi ve cezalandırılması isteniyor. Türkiye’de ancak yeni yeni duyulmaya başladı Natavidat’ın yürek burkan sonu ve Habacuc’u protesto bildirisi. Eletronik ortamda internet adresi elden ele dolaşıyor. Sanat adı altında yapılan bu vahşet www.petitiononline.com/130319 53 adresinden kınanıyor. Ülkemizde de kimi zaman yerel yönetimlerin insafsızca gerçekleştirdiği katliamlara maruz kalan hayvanların görüntülerine hiçte yabancı değiliz. Diri diri gömülen, yakılan, dövülen, zehirlenen hayvanlar... Zalimliğin vatanı, dili, dini, ırkı yok. Honduras, Orta Amerika’da bir ülke, dünyanın en fakirleri sıralamasında başa oynuyor... İşte Honduras’ta sanat adına bir cinayet işleniyor... Eğer izin verilirse önümüzdeki yıl aynı cinayet tekrarlanacak... İyi hafta sonları... İNSANSIZ FOTOĞRAF OLMAZ Ara Güler’in yanına doğru yaklaşıyorum, o sırada diğer gazetelere röportaj veren ustanın doğal hallerini yakalamak için gizlice fotoğraflarını çekmeye başlıyorum. Sonra söyleşi sırası bana geliyor. İlk sorum neden her defasında fotoğrafın ‘sanat’ olmadığını vurgulaması oluyor. “Çünkü hakikatin parçasını yakalayan bir şeydir. Hakikat olduğu için fotoğraf mevcuttur.” Yaratıcı fotoğrafçılığın en önemli temsilcisi Ara Güler fotoğraf hakkında böyle diyor. Kendisini foto muhabiri olarak tanımlarken fotoğrafın da sanat değil tarihi belgeleyen unsur olduğunu ifade ediyor. “Sanat olmasına lüzum yoktur fotoğrafın, fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zaptediyorsun. Bir makine ile tarihi durduruyorsun” diyor. Daha kısa pantolon giyerken sinema hastalığına yakalanan ama Beyoğlu’ndaki Doğan Film Stüdyosu’nda çıkan yangından en son kurtulan o olunca babası tarafından sinema aşkı sonlandırılan Ara Güler, Yeni İstanbul Gazetesi’nde foto muhabirliğinde almış soluğu. O günden beri de fotoğraf makinesini bırakamamış bir daha elinden. Sayısız sergi açan, dünya müzelerinde fotoğrafları sergilenen, fotoğrafçılara poz vermeyen Picasso’yu görüntüleyen, onlarca ödül alan Ara Güler, artık çok fazla fotoğraf çekmiyor. “Artık çekecek bir şey kalmadı. Her şey değişti, ne İstanbul’da ne de Avrupa’da hiçbir şey eskisi gibi değil. Fotoğraf makinemi yanıma almıyorum. Ne çekeceğim ki. Sokakta insanlar birbirini soyuyor. Her yer binalarla, arabalarla doldu. Kaldırımlar yok artık” diyor. Bir fotoğraf karesi nelere sahip olmalı? “O kadar çok şeye sahip olmalıdır ki, duygu yüklü olmalı, sevgiyi barındırmalı, konuyu sen değil o anı yaşayan belirlemeli yani hayatın içinden olmalı hayatın ta kendisi, yaşayan anlar ve insan olmalı. Zaten insansız fotoğrafın ne anlamı var ki. İnsansız fotoğraf olmaz…“ Gerçekten bir parça koparmak Fotoğrafladığınız insanlar içinde sizi derinden etkileyen nedir? “İnsanların yaşam biçimleri. Hayatın içinde olmaları ve gerçeği yaşamaları.” Fotoğrafla ölüm arasında bir bağ var mıdır? “Elbette vardır. Evlat, öldüğün zaman hatıraların kalır, eeee onu nasıl anlatacaksın geride kalanlara, tabii fotoğraflarla… Bir kare fotoğraf bıraksan bile o fotoğrafa bakanlar seni mutlaka hatırlayacaktır. Unutulmayacaksın yani. Öldüğün zaman sadece bedenin yok olur gider. Ama fotoğraflarla yaşarsın.” Sizce fotoğraf çeken kişi objektifini yöneltmekle, yeniden mi var ediyor yoksa bazı şeyleri yok mu ediyor? “Yok edemez ki, nasıl yok edersin? Bir kağıdın üzerindeki leke mi, o fotoğraftır o hayatın ta kendisidir. Fotoğrafı çeken kişi hayatı belgeler şahitlik yapar ve yaşatır.” Fotoğraf mı, hayatımız mı gerçek? “Hayatımız gerçeğin ta kendisidir. Hayatımız kadar daha üstün bir şey yoktur. Diğerleri kopyadır yani fotoğraf kareleri yaşanan ‘an’ları yansıtır. Şimdi, Fatih Sultan Mehmet’in fotoğrafını gösterseler o fotoğrafın Fatih olduğuna emin olabilir miyiz? Onun fotoğrafını çeken kişi o anı yaşadığı için şahit odur, tüm gerçekliğe tanıklık etmiştir.” Fotoğraf çekerken neyi arıyor gözleriniz? “Kompozisyon ararım. Benim bir fotoğraf eğitimim, teknik bilgim var. Çok alışığım fotoğraf çekmeye. Vücudumun bir parçası gibidir makinem. İki fotoğrafa baktığınızda neden bu Ara Güler fotoğrafı diyebiliyorsunuz? Çünkü öteki adamın uslübu yok. O sadece fotoğraf çektiğini zanneden zavallılardan... Çok düşünmeden çekerim fotoğrafı. Bazen düşünüp çektiğim de oluyor.” Ara Güler’e ‘sanatçı’ denmesine karşı çıkıyorsunuz. Ama Türkiye’de birçok fotoğraf sanatçısı var. Peki sanatçı değiller mi? “Değil tabii... Bir sürü adam var sokakta ellerinde makineyle dolaşıyor. Onları fotoğrafçı mı sanıyorsun sen? Çöpçü de olabilirlerdi. Aslında fotoğraf sanatçısı diye bir halt yok. Fotoğrafın sanatı olmaz ki sanatçısı olsun. Fotoğrafla sanat arasındaki farkı anlatayım sana. Sanat yalandan doğar, yalan söyler. Olmayan şeyden sanat yapılır. Bu lafı ben söylemedim. Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi adlı kitabının önsözünde var. Bir rejisör var. Bir sahne düşünür. O sahne hakikat midir? Hayaldir. Onu kurar artistler de oynar, sanat olur. Onun için sinema sanattır. Fotoğraf ise gerçekte vardır. Gerçekten bir parça koparıyorsun fotoğrafta. Gerçeği alıyorsun. Halbuki sanat hayal gücünün neticesidir. Bunun için de sanat değildir, fotoğraf gerçekte somut olarak varsa çekebilirsin.” Bazıları kendilerini fotoğraf sanatçısı olarak tanımlıyor? “Çünkü beleşten sanatçı oluyorlar da ondan!.. Fotoğrafçı palavra bir şey ama sanatçı olursa mühim biri oluyor bir yere gittiğinde. Ben sanatçıyım diyecek yaa...” Ama ‘Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülü’nü aldınız... “Veriyorlar böyle... Aldım diye büyük sanatçı mı oldum şimdi? Boşver sen onları. Benim için Time’ın muhabiri olmak başbakan olmaktan bile daha önemli.” Genç fotoğraf tutkunlarına tavsiyeleriniz nelerdir? “Bu mesleğe girmesinler. Bu iş para işi. Paran olacak ki gezeceksin, fotoğraf çekeceksin. Bir de bu işi yapmak için çok okumak lazım. Genel kültürü yüksek bir adam bu işi daha rahat öğrenir. Seveceksin, merak edeceksin, araştıracaksın. Öyle fotoğraf öğrenmek istiyorum demekle fotoğraf öğrenilmez. Fotoğraf emek ister.” Kadıköy’de sanat gündemi İstanbul’un iki yakası kültürel ve sanatsal olayların izlenebilmesi açısından birbirlerinden epey farklıdır. Anadolu’dakiler Avrupa’ya oranla daha kısıtlıdır. Ama son yıllarda Kadıköy’ün yerel ve özel girişimcilerinin çalışmaları ümit verici. Sanatı kucaklayanların ÜMRAN sayısıysa gün geçtikçe artmakta. Sanat kütüphaneleri, konferans BULUT salonları herkesin sanatla iç içe olabildiği ortamlar. Süreyya Operası, Kadıköy Kültür Merkezi, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Atatürk Eğitim Fakülteleri sergi mekanları iyileştirme çabalarında başı çekiyorlar. İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi ise yeni bir müze. Türkiye’de bir ilk. Burası hem müze hem de çalışma atelyeleri olan bir mekan. Birçok sanatçıya kapılarını her daim açıyor. Tercih edilen baskı tekniklerinin uygulanmasını olanaklı kılıyor. 20.yılını dolduran Mine Sanat Galerisi ise Modern Türk Resmindeki eğilimleri sergilemekle sanat gündemini Kadıköy’e taşıyor. Galeride son sergi eğitimci sanatçı Tülin Onat’ındı. Onat, soyutlamalarıyla hangi sanatsal açılımları öngördüğünü belirttiği konuşmasında sanatsal açılımlara değindi. Yeşilin, mavinin ve morun doygun hallerinin izlendiği 2007 tarihli soyut yapıtlara yüklenen bir başka plastik özellik derinlik sorunsalına ışık gölge ile yüklenilen sonsuzluktu. Düz yüzeylerin üçüncü boyut kazanması amacıyla defalarca ve ritmik öneriyle yarılmış olmaları Onat’ın onlara başat bir rol biçmesinden doğmuştu. Yarıklar kuşkusuz sadece derinlik amaçlanarak yapılmamıştı. Sergi bir anlamda modern resimden tanıdığınız Fontana’nın sanatını anımsatıyordu. Lekesiz, düz boyanmış tuallerin kesilerek yarıkların oluşturulması ve bu yarıklarla tualdeki derinlik yanılsamasına çözümcül yaklaşımının öncelenmesi. Ama sadece bu değildi Onat’ın resimlerindeki. Anlamsallık boyutunda da hedefini belirlemişti Onat. Uğraşısının çıkış noktasında özle biçimin aynı potada buluşması vardı. Yani içselliğin soyutta ulaşabildiği önemli bir açılımdı yarıklar... Mine Sanat’ta 18 Nisan 2008’e kadar devam edecek bir başka sergi ise Selim Altan’a ait. Onun resimleri de soyut sanattan Kandinsky’nin vurguladığı ‘yaşama bağlı sanat üretimi’nden dem vuruyor. Bu kez hareketlilik ritmik olanın dışında bir tavırı izlettiriyor. Düzenlemelerde birbiri içinde yok olana ya da birbiri içinden çıkıp tuale yayılan lekelere, çizgilere dalıp gitmek mümkün. Belki de siz bu resimlerde soyutta lekeyi öne çıkaran hareketlere daldığınızda bir yandan da “Gördüklerim acaba günümüz kaosuna bir gönderme mi?” diye sorgulayacaksınız. Belki de ‘an’ın dışavurumuna dair birçok fırça izini, boşluğu, çizgiyi, rengi kolayca algıladığınızda formların karmaşalarından ve ortamdan kopup alabildiğince sağa sola savrulmuş hissedeceksiniz. Hepsi olası. Neden mi? Çünkü resim sanatı soyutta da anlatımcıdır. Bir başka şekilde dersek: İfadeci bir tavırla kurgulanmış olan soyut resimler içselliğin dışavurumudur. İşte karşınızdakiler, soyutlar ama size şunu söyletiyorlar: “Bir girdap mı var, ne?” Mayıs Meydanı çocukları Bir kızın resmi var gazetelerde boy boy; elinde siyahbeyaz iki fotoğraf biri üvey annesi, diğeri de babası. “Bunlar benim ailem değil, beni kaçıranlar” diyor, adı Maria Euginia Sampallo Barragan. Gazetenin diğer tarafında üvey babasının resmi; resimden anlaşılıyor kızgınlığı. Maria’ya sanki, “bu kadar yıl seni yetiştirenlere nasıl ihanet edersin?” der gibi. Maria Euginia Sampallo Barragan, henüz otuz yaşında ancak Arjantin’deki askeri darbe mağdurlarından biri. Maria, bu darbenin mağdurlarından biri olduğunu 2001 yılında yapılan DNA testiyle öğrendi. Yaptırdığı DNA testiyle birlikte onu yetiştiren kimselerin aslında annebabası olmadığını ve hatta onu kaçırdıklarını; asıl annebabasının ise askeri rejim döneminde katledilen binlerce solcu ve rejim muhaliflerinden olduğunu öğrendi. Ve üvey annebabasını Arjantin mahkemelerinde mahkum ettirdi. Maria’nın DNA testi yaptırmayı düşünmüş olması yaşadığı mutsuzluğa delalet kuşkusuz. Ama bu olay bir aile dramı olmasının ötesinde, Arjantin’de 1976’dan 1983’e kadar süren cunta yönetiminin Arjantin’de yaşattığı acıların hala sonlandırılamadığının, etkilerinin ne kadar yıkıcı olduğunun bir örneği. O kadar çok insan katledilmiş ki o dönem, kaybolanlar ve kaybolanların çocukları için Ulusal Kimlik Belirleme Komisyonu oluşturulmuş. Maria da o komisyona başvuranlardan. Cunta sözcüğü İspanyolca kökenli, “junta”dan geliyor. Junta birlik, komite anlamlarında kullanılan bir sözcük. Tüm dünyada askeri rejimler İspanyolca kökenli cunta sözcüğü ile tanımlanıyor. Bu sözcüğün dünya literatürüne girmesi de Latin Amerika’da sabah erken kalkanın darbe yapması alışkanlığından olsa gerek. 1970’lerin ortalarından başlayarak Latin Amerika’nın pek çok ülkesinde askerler yönetime el koydu, Arjantin’de de 1976’da General Videla önderliğindeki askerler yönetime el koydular. “Kirli Savaş” da denilen bu dönemde Arjantin’de 30 binden fazla insan kayboldu, binlerce insan öldürdü, yine binlercesi tutuklandı. Kaybolanların arasında hamile olanlar da vardı. O hamilelerden birisi de Maria’nın annesi idi. Annesi doğum yapınca o da kendi durumundaki diğer bebeklerle birlikte yasadışı yollardan evlatlık verildi. Latin Amerika’nın çeşitli ülkelerindeki bu askeri darbeler “Condor Operasyonu” adı altında planlanmıştı. Aralarında Arjantinli, Uruguaylı, Brezilyalı, Şilili, Perulu, Ekvadorlu, Bolivyalı generallerden oluşan bir grup, istihbarat ajanslarının da desteği ile Latin Amerika’yı komünizmden korumak ve komünistleri de temizlemek uğruna ülkelerini kanlı süreçlere sürüklediler. “Condor Operasyonu” kapsamında generallerin desteğindeki gizli servisler üniversiteler dâhil her yere ajanlarını yerleştirmişti. Solcu olunduğuna dair en ufak bir söylem kaybolmak veya işkence altında öldürülmek demekti. Bu kaybolmaların dışında suikastlar da yaygındı. Daha sonraki yıllarda bu operasyonlardaki Amerikan ve Fransız bağlantıları da ortaya çıkarıldı. Amerikan ve Fransız gizli servisleri etkin biçimde komünist avlama operasyonlarında yer almışlardı. Arjantin’de 1976’da başlayan kanlı diktatörlük rejimi 1983’de sona erdi. Ancak o dönem çocuklarını yitiren Madres de la Plaza del Mayo (Mayıs Meydanı Anneleri)’nin 1977’de başlayan bekleyişi hala sürüyor. Anlaşılan o ki Maria ile birlikte şimdi o bekleyişe anneler dışında çocuklar da katılacak. Geçmişleri ve de gelecekleri çalınan binlerce Arjantinli, hatta Latin Amerikalı için Maria’nın aldığı mahkumiyet kararı büyük anlam taşıyor. Arjantin acı geçmişini yargılıyor... AYÇA AKPEK hafta?cumhuriyet.com.tr C MY B C MY B İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Yazıişleri Müdürü: Güray Öz Görsel Yönetmen: Elif Tokbay Yayınlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ Yönetim Yeri: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No.2 Şişliİstanbul Tel: 0 212 343 72 74 Fax: 0 212 343 72 64 Reklam: Cumhuriyet Reklam Genel Müdür: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Reklam Koordinatörleri: Neşe Yazıcı, Hakan Çankaya Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı Reklam Rezervasyon: Mete Çolakoğlu Tel: 0 212 251 98 7475 0 212 343 72 74 Cumhuriyet gazetesinin ekidir. Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle