12 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

29 MART 2008 CUMARTESİ 3 Topkapı Sarayı Hilton, Ayasofya Starbucks sergi Colour of India Kadir Has Üniversitesi KASEV (Kadıköy Sağlık Eğitim Merkezi Vakfı) tarafından düzenlenen Colour of India sergisine ev sahipliği yapıyor. Sergi, Erhan Şide’nin Ocak 2008’de Hindistan’da çektiği fotoğraflardan oluşuyor. Hindistan kültüründen etkilenen fotoğrafçının, farklı gözlem ve bakış açılarını sabitlediği enstantaneler, serginin ana konusunu oluşturuyor. Serginin tüm geliri, Tuzla’daki KadirRezan Has Öğretmen Dinlenmeevi’nde yapılması planlanan ‘Tıbbi Bakımevi Binası‘ için ‘Bir Tuğla Da Sizden’ kampanyası için kullanılacak. (Tel: 0 212 533 65 32) olsun! erçekten tuhaf, tuhaf olduğu kadar irkiltici, irkiltirken bir yandan da bu yaşadıklarımız kara mizah örneği olmalı dedirten günlerden geçiyoruz. Kültür ortamı Demokrat Parti döneminden bu yana belki de hiç bu denli fütursuzca dile getirilmekte sakınca görülmeyen bir kültür politikasızlığının içinde olmamıştı. Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta sözünü ettiği “Eski yapıları otel yapalım” zihniyetini kültür ESRA politikasının ALİÇAVUŞOĞLU olmamasına indirgemek bile insanı tatmin etmiyor esraali?yahoo.com doğrusu. Aradan 50 yıla yakın bir zaman geçmesine karşın, Vatan ve Millet Caddeleri yapılırken binlerce yıllık tarihi yapıları yerle bir eden, birilerine kazanç sağlamak adına koca bir tarihi, uygarlığı, kültürü yok edenlerle bugünün siyasetçilerinin düşünce biçiminin değişmeden kaldığını gösteriyor bu. 50 yıl öncesinde “yolun üstünde” olmadığı için kurtulanları, bugün “otel” yapmayı aklından bile geçirmeden dile getirmek nasıl açıklanabilir acaba? Durumun, daha doğrusu bu hükümetin kültür sanat ile kurduğu ilişkinin biçimi ilginç ve aslına bakılırsa biraz da şizofrenik. Yani, siz hem Türkiye’nin modern sanatlar müzesi krizini, öyle ya da böyle açarak çözüp bu sürecin baş aktörlerinden biri olacaksınız, bir de Santral İstanbul gibi üniversite müzesine seçim öncesi destek atarak “resmi” ve “özel” kültür endüstrisinin şekillenmesinde başat rol alacaksınız, hem de İstanbul”daki “ofisinizin” yanı başındaki devlet müzesine sırtınızı dönüp gözünüzün görebildiği tarihi yapılar için de “bunları otel yapalım” diyeceksiniz. Siz bu ilişkide bir çarpıklık görmüyor musunuz? Bu ilişki biçiminde ayrıca, tıpkı bir önceki Kültür Bakanı Atilla Koç’un arka planda bırakılarak Erdoğan’ın vitrine yerleşmesi durumunun Ertuğrul Günay döneminde de devam ettiğini görüyoruz. Erdoğan’ın bu açıklamaları ya Kültür Bakanı’nı görmezden gelen bir tavrın tezahürü ya da Akaretler Sıra Evleri gibi Türkiye’nin mimarlık tarihinde bir tür ilk toplu konut diyebileceğimiz yapının açılışında hızını alamayıp ağızdan öylesine çıkmış sözler... Hangisi daha tercih edilebilir görünüyor? Ayrıca, bu sözleri sarf eden kişinin daha önce İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığını da hatırlayalım. “Otel de yaparım, cafe de” zihniyeti için birkaç G öneri ile bizim de katkımız olabilir belki... Örneğin Topkapı Sarayı için Hilton otelleri, Ayasofya için ise Starbucks ya da Kahve Dünyası zincirleri ile anlaşılabilir. Sultanahmet pilot bölge seçilip bazı yapılar oteller için maket olarak hazırlanabilir. 2B Orman Yasası’nın çıkmasıyla birlikte maddi kaynak sıkıntımız da, çevresel ve kültürel değerlerimiz de kalmaz böylelikle... Recep Tayyip Erdoğan’ın “Lüks alışveriş konseptinin yeni halkası Akaretler Sıraevler” sloganıyla açılışını gerçekleştirdiği merkezdeki konuşması sadece otel yapmakla sınırlı kalmadı. Ucubeler semti Sulukule’ye de ihtar çekti Başbakan. “Eminönü’nü Fatih’in içine katarak daha güçlü ve tarihi eserleriyle bütünleşen bir Fatih meydana getireceğiz. Böylece Fatih ilçesi içindeki bazı ucubelerden de kurtulacak...” diyen Erdoğan’a “kurtulmaktan” kastının ne olduğunu sormak gerek. Buradaki insanları bir nesne gibi gören ve bir takım rantlar uğruna “atmak”, “yok etmek” gibi fiilleri böyle rahatça kullanmasını kim ya da kim gibilere benzetmek gerekir acaba? Sulukule’nin yenilenme projesi çerçevesinde sosyal bir problem olduğunun farkında olmayanlar tarafından yönetilmek ise hepimiz açısından talihsizlik olsa gerek. Sulukule’yi “modern”, “çağdaş” bir görünüme kavuşturmak için kolları sıvayanların kentsel dönüşüm projesinden anladıklarının bir mimar getirip eskiyi yıkıp modern olanı yapmakla sınırlı anlayışının sadece o semtin yaşayanları tarafından değil herkes tarafından sorgulanması gerekiyor. Aynı anlayışın küçük bir örneğini Cezayir Sokağı’nda da yaşamıştık. Bu türden işin sadece makyaj kısmını dikkate alan sosyo kültürel öğeleri gözardı eden kentsel dönüşüm projeleri kısa zaman içinde rantsal dönüşüm projelerine doğru ilerliyor ne yazık ki. “Ananı da al git!” Freudyen bir dil sürçmesiydi belki. Yani biz iyi niyetle öyle görmeye çalışalım. Ama “ucubeler”, dili ile beyni arasında “baskılama bariyeri” bulunmayan birinin iç acıtan sözleri idi. Yine bu sözleri edenin bir zamanlar İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığını hatırlayalım. Aslında ucubelik ile ucube sistem arasında hemen hiçbir fark yok. Birileri kendi gibi düşünmeyenlere, yaşamayanlara “ucube” derken aslında yapmak istedikleri ile “ucubeliğin” bizzat içinde olmuyorlar mı? Ayrıca birileri Başbakan’a psikanalizdeki “yansıtma” kavramını da açıklamalı. Belki o zaman hitabet sanatında biçim kadar içeriğin de önemli olduğu anlaşılır ve uygar olmanın ağzına geleni söylemek değil, düşünerek konuşmak olduğu kavranır. http://www.sulukulegunlugu.blogspot.com/ Mutlu musun? Yeni ve sıradışı yapıtlarının bir araya geldiği “mutlu musun?” sergisi ile Nuri Kuzucan çalışmalarını sanatseverlerin dikkatine sunuyor. ‘mutlu musun?’ resim alanında alışılagelmiş ifade ve fikir paylaşımına, belgesel nitelikte bir bakış açısı ile karşınızda. Önceki sergilerinde sunduğu resimlerin aksine sonucu değil, bir oluşum sürecinin sade yapı katmanlarını izleyici ile paylaşıyor. Renklerden arındırılmış, problematiğin özüne inen, yalın ve net bir tespiti içeren sergi, izleyenleri içsel bir yolculuğa davet ediyor. 12 Nisan a kadar xist te yer alacak. (Tel: 0 212 291 77 84) Zamansız Kadın 1978’den beri figüratif resmin çağdaş kulvarlarında çalışmalarını sürdüren Funda İnan, çeşitli karma sergilerden sonra son dönem çalışmalarını kapsayan ilk kişisel sergisiyle bugün Artev Sanat Galerisinde sanatseverler ile buluşuyor. Başrolünde kadının olduğu ‘Zamansız Kadın’ adlı sergi, kadının kalabalıklar içindeki yalnızlık hissini ve o anlık düşsel pozisyonlarını belli mekanları kullanarak ifade etmeye çalışıyor. Kadının ne giydiğinin ve nasıl göründüğünün günümüzde daha fazla ön plana çıkartıldığını ve bu nedenle kadının ruhunun derinlikleri ve bu anlamda ürettiklerine dikkat çekmeye çalıştığını belirtiyor. (Tel: 0 216 449 46 75) Sanat bazen yemek içindir Serkan Özkaya bir kavramsal sanatçı. “Bugün Tarihi Öneme Sahip Bir Gün Olabilirdi”, “Bir Sanat Galerisinin Gerçekte Nasıl Olması Gerektiği“, “Pastacı Yamağı“ altına imzasını attığı yapıtlar arasında. Ama biz onu daha çok 9. Uluslararası İstanbul Bienali için Mikelanj’dan esinle yaptığı 9 metrelik ELİF “Davut“ heykelinin kırılmasıyla Özkaya geçen günlerde bu BEREKETLİ tanıyoruz. sıradışı ve öncü yapıtlarına bir yenisini daha ekledi: “Bana Onun Kellesini Getirin!” Daha önce New York’ta rom soslu zencefilli kek ve Şangay’da böğürtlen soslu çikolata kaplı muhallebi olarak sanatseverlerle buluşan bu kavramsal, deneysel ve lezzetli heykel çalışması şimdi de kadayıflı tavuk ve yaban kekikli jus formatında İstanbul Sıraselviler Caddesi’ndeki Changa restoranda. Özkaya’nın kalıbını yarattığı ve menüden sipariş üzerine üretilen bu çalışması hakkında konuştuk. Yapıtınızın yemek olarak sunulması fikri nereden çıktı; çalışmanızın kavramsal çerçevesi nedir? Bunu tasarlarken kafamda iki şey vardı: Arztalep kavramları ve üretim özgünlüğü. Kaç sanatsever isterse o kadar heykel yaratılsın; arz ve talep örtüşsün istedim. Öte yandan, dünyadaki hemen hemen tüm nesneler seri üretilir; oysa sanatta üretim biriciklik iddiasındadır. Tüm bunlar üzerine kafa yorarken lokanta fikri girdi aklıma. Menüde listelenen, izleyicinin talebi üzerine tabağına gelen ve yalnızca kalıptan ibaret bir heykel yapmak istedim. Böylece “biricik“ bir yapıt olmayacaktı; kendisi değil, olasılığı var olacaktı. Sanat yapıtının sonsuza dek var olma durumu burada yok. İzleyiciye kalan sadece tecrübe oluyor. Bu bence büyüleyici bir durum; elle yapılan bir nesne, insanlara tek tek veriliyor. Tabaktaki figür niçin ayıcık? Başta kararsızdım; önce bakanı taciz edecek, daha sonra ise masum, çocuklukla ilgili, neredeyse “kitsch“ şeyler aradım. Sonunda da bunu buldum. Koca bir kumbaradan çıkardım kalıbını. Peki sergi yeri olarak niçin Changa’yı seçtiniz? Bu sergi Çin’de ve Amerika’da yapılırken de haberleri vardı ve bu fikir için tatlar denemeye başlamışlardı. Ben kavramsal çerçeveyi çizen kişi olarak tüm sistemi kurmuştum. Çok da fark etmezdi, köşedeki lokantada da olabilirdi. Changa benim için özel bir yer; ama kendiliğinden gelişti diyebilirim. Güncel sanatın muhattabının halk olmasına rağmen elitist bir oluşum olduğu hep söylenegelmiştir. Bu açıdan, sizce Changa gibi pek de “halk“a hitap etmeyen bir yeri seçmek yapıtı yaşamın içerisine sokabilme açısından nasıl etkiledi çalışmanızı? Taksim Meydanı‘nda ayıcık kabı içerisinde aşure de dağıtabilirdiniz? Kafamda salt faydacı bir bakış açısı yok. Ben toplumsal tasarı yapmıyorum. Bir şekilde fikir insanlara ulaşacak, menüde listelenen bir yapıtın “hikâyesi“ yeter de artar bile. Ben sanatla insanlara tek tek dokunulabileceğine inanıyorum, ama bence aşureyi de, sanatı da insanların gözüne sokmamak gerekiyor. Changa’daki kadayıflı tavuğun fiyatı 33 lira, 6 öğrenci birleşip bunu paylaşabilir. Maksat onu orada görmek, ısmarlamak, deneyimlemek... New York, Şangay ve İstanbul’u kıyasladığınızda aldığınız tepkiler nasıl peki? Genelde Türkiye’de daha fazla olmak üzere, ‘Bu daha önceden de yapıldı.’ diyorlar. Ama bence bu ne bir bilim dalı, ne de herkesin bir parçayı oynadığı bir yapboz. Herkesin ayrı bir hikâyesi var. Ayrıca herkes bunu bir tartışmanın başlatıcı adımı olarak algılayıp, ‘sanat nedir, geçici midir, kalıcı mıdır?’ tartışmasında buluşuyor. Yemeği sanat için kullanmak 60’lı yıllarda Fluxus akımı bünyesinde uygulanmış bir şeydi; bu açıdan yıllar sonra dönüp geriye baktığınızda bu işinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Fluxus’taki yemekli sanat etkinlikleri birlikte üretim, birlikte tüketim içindir. Benimkinde hali hazırda var olan bir yapının içerisine giriyor yapıtım. Benim amacım izleyiciyle yapıt ve deneyim arasında mesafe yaratıp bir farkındalık geliştirmek. Bütün o çikolatadan, tereyağından heykel yapan sanatçıların işlerinden farkı konumlandırma meselesi. Ortaya yeni bir formül atıyorum gibi bir kaygım yok, bu zaten gülünç olurdu. Göllerdeki fotoğraf avcısı YILDIZ ÇELİK İnsanın her zaman merak ettiği bir yer su altı. Denizler altındaki rengarenk yaşam, su altındaki sessizlik ve huzur insanı kendine çekiyor. Fotoğrafçı Mahmut Akkaya da su tutkunlarından. “Bilinmeyene yolculuk, özgürlük, en büyük güç, ana kucağı. Bazen yoldaş. Zaman zaman sırdaş, sevgiliden daha yar” dediği deniz tutkusunu fotoğrafla birleştirmiş. Türkiye’nin bütün denizlerinde Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz’de, dünyada Mısır’da Sharm El Sheikh, Hurghada’da dalmış. İki yıldır ise Türkiye’nin su altı güzelliklerinin fotoğraflarını çekiyor. Akkaya, çektiği fotoğrafları Hospitalium Group’un sponsorluğunda bir foto albüme dönüştürecek. Alternatif Dalış Okulu’nda Cem Yıldırım’dan aldığı derslerle su altındaki yolculuğuna başlayan Mahmut Akkaya’nın foto albümünde Türkiye’nin gölleri yer alacak. Akkaya “En teknik ve beni zorlayan Kaçkar’lardaki Büyük Deniz Gölü, Konya’daki krater gölü olan Meke, Sıvas’taki Gölpınar ve Tödürge göllerini fotoğrafladım. Diğerleri de sürpriz olsun. Astel Elektronik Ekipman’ın sponsorluğunda daldığımız Gölpınar ve Tödürge Gölü’ne kışın üstü buzla kaplıyken dalma amaçlarımızdan biri de küresel iklim değişikliğine dikkat çekmekti. Çünkü bir sene ara ile daldığımızda gölün üstündeki 20 cm olan buz kalınlığı 40 cm’ye çıkmıştı. Buz kalınlığı değişince tabii suda yaşayan canlı oranı da, yaşam ortamları değiştiği için azalmıştı. Bu çabamızdan sonra Tödürge Gölü çevresine bilimsel çalışmalar için kuş izleme istasyonu kurdular. Özellikle bu göle konan su kuşları var” diye anlatıyor. Merkezi Bakırköy’de bulunan Mavi Tutku Dalış Okulu’nun Kalamış şubesinde eğitmenlik de yapan Akkaya Türkiye’de bedensel engellilere dalış eğitimi veren ender eğitmenlerden. Geçen yıl engelsiz yaşam için mücadele veren 37 yaşındaki doğuştan kalça çıkığı olan Şule Tüzün ile 26 yaşında trafik kazası sonucu omurilik felci olan milli okçu Gizem Girişmen’e de dalış eğitimi verdi. En büyük hayalinin su kobrası, timsah gibi pek çok tehlikeli hayvanın bulunduğu Güney Afrika’daki Tanganyika Gölü’ne dalmak olduğunu söyleyen Akkaya, bir ara bu göle olan hayranlığından evinde 1100 litrelik akvaryum kurmuş. Akkaya bu projesinden sonra Türkiye mağaralarındaki göllere dalıp bir foto albüm yapmayı hedefliyor. Bozkırda yaşayanlar İstanbul’un konuğu Anadolu insanının yaşam kesiti bu kez fotoğraf sanatçısı Hürü Kaya tarafından “Bozkırda” adlı yapıtlarla gözönüne seriliyor. Bozkırın sert coğrafi yapısından etkilinen ve yer yer bu biçime dönüşen, yaşamın yüzlerinde derin çizgiler çektiği Anadolu insanının halleri şimdi büyük bir kente konuk oluyor. Fotoğrafçı Hürü Kaya’nın, uzun bir zaman dilimini kapsayan emeği sonucu ortaya çıkan fotoğraflardan oluşan sergi İstanbul Fotoğrafevi’nde bugün açılıyor. Hürü Kaya, sergisiyle ilgili olarak, “Doğup büyüdüğüm ve yaşamına tanıklık ettiğim bozkırı ve insanlarını göstermeye çalıştım” diyor. Bozkırın derin sessizliği, uçsuz bucaksızlığı, sadeliği, yazının kavurucu güneşi, kışının ayazı, ayın doğuşu ve sarı savanlarının kendisini her zaman derinden etkilediğini vurgulayarak, “Benim ve nicelerinin gelişimine engin katkısı olan Bozkır insanına vefa borcumu bu sergiyle ödemek istiyorum” diyor. Kaya, bozkır insanının fotoğraflarını çekme serüvenini şu sözlerle açıklıyor: “Çünkü bu insanlar benim çocukluk kahramanlarım. Nüfus kütüklerindeki doğum ve ölüm kayıtları hariç belki de hiçbiri tarih kitaplarında yer almayacak. Ama bu insanlar, benim gerçek kahramanlarım olmaya devam edecekler. Ben de bu duygu ve düşüncemden yola çıkarak bozkır insanıyla birlikte bir iz, bir tanıklık oluşturmaya çalıştım”. Fotoğraf makinasını odakladığı “kahramanlarım” dediği kişilerin yaşadıkları mekana benzediğini vurgulayarak, “Bu kuşağın yaşamlarında su, ateş ve tohum çok önemliydi. Ateş canlı tutulmalıydı bundan dolayı tezek kutsallık mertebesinde değerliydi. Her sabah bacası tüten bir evden tezek közü alınarak ateş yıl boyu canlı tutulurdu. En büyük beddua ‘ocağın sönsün’ idi. Bozkırda su her zaman kıt oldu. Su ve tohum yarına taşımak için gerekli olan en önemli şeyler olarak bilindi. En büyük kavgalar, küfürleşmeler su yüzünden çıktı. Bozkır, insanını da kendine benzeti. Sert ve kıraç toprak ellerde, ayaklarda, yüzlerde derin çizgiler yarattı” diyor. Türkiye’nin, değerlerinin oluşmasında bozkır insanının emeğinin büyük olduğunu söyleyen Kaya, “Bu kuşağın kadınlarının çoğu en az on çocuk doğurdu. Çetin yaşam koşullarının elinden kurtarabildiklerini büyüttü, birçoğunu da kaybetti. Sürüler besledi, tarla biçti, bağ budadı... Bundan dolayı hepsi de çok direngen ve üretken oldu. Bu ülkenin değerlerinin oluşmasında bu insanların katkısı büyüktür. Bu nedenle de anlatılmayı ve anılmayı en fazla bu insanlar hak etmektedir” görüşlerine yer veriyor. Hürü Kaya’nın, uzun bir zaman dilimini içeren çalışmaları sonucu ortaya çıkardığı yapıtları bugün izleyicilerin beğenisine sunuluyor. Fotoğrafevi Koç Allianz Galerisi’nde açılacak sergi 17 Nisan 2008 tarihine kadar açık kalacak. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle