11 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 22 MART 2008 CUMARTESİ Gelenler öykülerini yazacak 1923’te Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda bırakılan mübadillerin çocukları ve torunları geçmişin izini sürüyor 1923 Nüfus Mübadelesi yani tarihin ilk zorunlu göçü, doğduğu toprakları terketmeye mecbur bırakılan iki milyon insanın kaderini değiştirdi. Türkler ve Rumlar... İki yakadan çoluk çocuk gemilere bindiler... Ellerinde bohçaları, taşıyabildikleri değerli eşyalarıyla... Gittikleri yere yabancı, SİNEM çeyizlerini, eşyalarını, DÖNMEZ oturdukları koltuklarını, komşularını ve anılarını bıraktılar arkalarında. Sonra hiçbiri koltuklara sırtını yaslamadı. Her an kalkıp gidecekmiş gibi iliştiler ucuna... Bir tarafta Türkçe bile konuşamayan ama Türkiye’ye gönderilen Türkler, diğer tarafta Türkiye’yi anavatanı bilen Rumlar... Her biri masa başında kaderleri çizilen, zorla başka topraklarda yaşamak zorunda bırakılan insanlar. Mübadelede bir buçuk milyona yakın Rum Yunanistan’a, 500 bin dolayında Türk de Türkiye’ye göç ettirildi. Mübadil kuşaklarının torunları bugün hala köklerini arıyor. Mübadele öyküleri arasında bugüne kadar daha çok Türkiye’den Yunanistan’a göçenlerin anılarını duyup, okuduk. Yunanistan’dan gelenler genelde sessiz kalmayı tercih etti. Ta ki çocukları ve torunları örgütlenip seslerini duyurmaya karar verene kadar. Bunun için de Lozan Mübadilleri Vakfı‘nı kurdular. 1999’da Ağustos’unda Türkiye’de Eylül ayında ise Yunanistan’da yaşanan deprem, iki ülke arasındaki ilişkiyi ve dayanışma duygusunu güçlendirdi. İşte bu sıcak ortamın devam etmesini sağlamak için Türkiye’den bir grup mübadil kolları sıvadı. Şimdi ise mübadelenin 85. yılında bir öykü yarışması düzenliyorlar. Temanın ‘mübadele’ olduğu yarışmada mübadil olanlar da olmayanlar da öyküler anlatacak. Lozan Mübadilleri Vakfı’nın Başkan Yardımcısı Müfide Pekin ve kurucu üye Sefer Güvenç‘le mübadeleyi, anılarını ve kuruluşlarını konuştuk. Küratörün resmi geçidi ve ‘Kayıtsız’ sergisi ESRA ALİÇAVUŞOĞLU esraali?yahoo.com Küratörlük, Türk sanat ortamında özellikle 2000’li yıllardan itibaren konuşulmaya, tartışılmaya başlandı. Oysa 1980’lerin sonunda İstanbul Bienali ile birlikte tanışılan bir kavramdı küratörlük. Tartışmanın 90’larda değil de daha çok 2000’lerde yapılmış olması kültür ortamının küratörle bienal dışında da sıkça rastlaşmasına bağlanabilir belki. Özellikle, galeri ya da özel müzelerde açılan tematik sergilerde sanatçının adından çok küratörünün kim olduğunun öne çıkması bu tartışmanın hızla kamuoyuyla paylaşılmasına da neden oldu. Ancak bu dönemden itibaren tartışılan konunun çerçevesine baktığımızda küratörün yaptığı işin içeriğinden çok, kazandığı ya da üstlendiği iktidarın niteliğinden ötürü tartışmanın odağına çekildiğini söyleyebiliriz. Küratörü, sanatçının statüsüne indirilmiş bir darbe, iktidarına ortak olan bir figür olarak algılayan zihniyetin bunda önemli bir payı olduğu açık. Küratörün sanatçıdan bir adım önde gitmeye başlayan ismi ile birlikte yapıt görmekten çok, sergi görme eğilimi taşıyan bir sanat kitlesinin de oluşmasıyla tartışmalar gazete ve dergi sayfalarında kaldı. Bu tartışmalardan ilginç kesitler hâlâ akıllarda: “Küratör yerine kayyumluğu” önerenler, “sergi yapmayı bir başına küratöre bırakılamayacak kadar ciddi” görenler vs. Tartışmaların durulması aslında dönemin “ruhu”çerçevesinde sanat ortamının başka türlü yürüyemeyeceğine ikna olunmasıyla ilişkili... Yani artık resim/ yapıt asmanın, yerleştirmenin bir sergi inşaa etmek için yeterli olmadığı anlaşılmış durumda... kuruma ve onun vekillerine de. 9Bir serginin başarısından ben sorumlu değilim; sanatçı sorumlu. 10 Bir serginin başarısızlığından ben sorumlu değilim; sanatçı olmanın bedeli bu.” Küratörlük gerçekten de ciddi bir iş. Ve yaklaşık 15 yıldır Avrupa ve Amerika’da eğitimi de verilen bir alan. Sanat kuramlarından, felsefeye, sergileme tarihinden, sergileme yöntemine, hem teorik hem de pratik anlamda ciddi bir eğitim sürecinin olduğunu unutmamak gerek. Şunu da eklemek gerekiyor ki, bir kurumla değil de bağımsız olarak çalışan küratörler belki de bu işin en çok sıkıntısını çeken grubu oluşturuyor. Bu arada ilk bağımsız küratörlerden Venedik Bienali’nin efsanevi küratörü Herald Szeeman’ı da anmayı unutmamak gerek. Küratörlük tartışmalarını ve küratörün ne iş yaptığını bir kez daha düşünmeye bir sergi aracılık etti aslında. Türkiye’de gerçek anlamda ve bir kuruma bağlı olarak küratörlük yapan kişiler bir elin parmaklarını geçmiyor. Bu işi yıllardır yapan ve deneyimleri ile birikimlerini üst noktalara taşımış profesyonellerin dışında eğitimini almış çok insan yok maalesef. Aksanat’ta şu günlerde açık olan “Kayıtsız” sergisinin küratörü olan Başak Şenova ise işte o sayılı eğitimli küratörlerden. Bu serginin tasarımı, küratörün işinin salt yapıt asmak, yerleştirmek olmadığını göstermesi açısından ilginç ve görülmeye değer. “Kayıtsız”ı ters açıdan, yapıtların seçimi, birbiriyle diyaloğu bağlamında değil de sergileme teknikleri çerçevesinde ele alırsak, bir sergi inşaa etmenin nasıl da profesyonel bir iş olduğu daha net kavrayabiliriz. Şenova’nın küratörlüğünü üstlendiği bu sergiyle bizi kuşatan gerçeklikleri algılayışımızda mekânın ne denli önemli olduğu araştırılıyor. Daniel Garcia Andujar, Kate Armstrong, Banu Cennetoğlu, Kati London, Zhou Hongxiang, Thomas Duc, Laila ElHaddad, Dan Phiffer, Negar Tahsili, Ali Taptık ve Mushon ZerAviv’in katıldığı sergideki yapıtlar, çok güncel bir soruna bilginin, haberin dağılma sürecindeki yanıltıcı oluşumlara, görselliklere odaklanıyor. Hem sergideki yapıtlara, hem de serginin tasarımına kayıtsız kalmayın ve küratörün ne işe yaradığını bir kez daha düşünün... Aksanat Kültür Sanat Merkezi, “Kayıtsız” 5 Mart–16 Nisan 2008 İstiklal Caddesi, Zambak Sokak, No: 1, Beyoğlu/İstanbul Tel: 0212 252 35 00 www.akbanksanat.com Sevgi ve barışın kalıcılığı için Güvenç, “Lozan Mübadilleri Vakfı yasal olarak 2001 yılında kuruldu, biz ise 1999 yılında bir girişim olarak başladık. İki yıl ‘Büyük Mübadele Çocukları’ adı altında faaliyet gösterdik. Sonra bize katılanlar arttıkça, iş örgütlenmeye dönüştü. Vakfın kuruluş felsefesi Türkiye ve Yunanistan halkları arasında barış. 1999’daki depremden sonra bir sevgi ortamı oluştu. Karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmalar yaşandı. Türkiye’ye gelen yardımlar Anadolu’dan giden Rumlar’dan geldi. Onların örgütlerinden ya da sivil toplum kuruluşlarından geldi, yerel yönetimlerden geldi bu da bizde, ‘Demek ki mübadiler arasında bir dayanışma var ve bunu kalıcı hale getirmek için örgütlenmek gerek‘ düşüncesi oluşturdu” diyerek kuruluşun ilk adımlarını anlatıyor. Türkiye’den Yunanistan’a giden mübadiller dernekler kurmuş, belgeseller çekmiş, öyküler, romanlar yazmışlar, mübadele acısını kağıda dökmüşler. Türkiye’de bu ayağın eksik olduğunu farkettikten sonra vakıf kurulmuş. Kuruldukları günden itibaren de Yunanistan tarafındaki mübadil örgütleriyle çok sıcak ilişkiler yaşanmış, her yıl ziyaret ettikleri yerlerde konukseverlikle karşılandıklarını söylüyor Güvenç. Vakfın temel amaçlarından bir tanesi sevgi, barış, dostluk ortamı. Diğeri mübadillerin kültürüne sahip çıkmak. Bu bağlamda, mübadele türküleri, Girit manileri derlenmiş. Yunanistan’daki cami ve medreselerin, Türkiye’deki Ortodoks Rumlar’a ait manastırların korunması için çaba sarfediyorlar. Bu yapıları insanlığın ortak mirası olarak gördüklerini vurgulayan Güvenç, “Türkiye’de bu kültürel mirasın korunması gerek, halbuki mimari yapılar tahrip edildi. İnsansız koruma olmaz, bu yapılar yalnızlaştırıldı, yıkıma terk edildi, kamulaştı, ahır oldu belki, ‘Biz de bari ayakta kalanları kurtaralım’ diye düşündük, bunun için çalışıyoruz“ diyor. Başkan Yardımcısı Müfide Pekin, 90’lı yıllardan sonra vakfın kuruluşunun ardından mübadeleyi tekrar gündeme taşıdıklarını söylüyor. Daha önceleri muhacır olarak anılan mübadillerin çeşitli konferans ve seminerlerle tarihsel perspektif içinde anlatarak doğru bilinen yanlışları düzelttiklerine vurgu yapıyor. “Bunun için biraz da sarı lira vermek gerekiyordu galiba, bu da mübadelenin rüşvet tarafı” diyor Pekin. Annesi 3, teyzesi 15 yaşındaymış İzmir’e geldiklerinde. Büyük, bahçeli bir Rum evine yerleşmişler: “Anneannem hiç konuşmazdı, dışarı çıkmazdı, zaten tek kelime Türkçe bilmezdi, teyzem hiç değişmedi. Zaten ölene kadar biz ve onlar vardı kafasında. Masada yemek yemeyi, çatalı bıçağı biz öğrettik onlara. ‘Biz Avrupalı‘yız derdi. Zulfari reçeli yapar, akşamüstü kahveyle reçel yerdik. İlk kez Hanya’ya bir Rum arkadaşımla gittim. Gitmeden teyzem oturdukları sokağı anlattı, ben de çizdim. Sonra gittiğimde çok ağladım, bozulmuştu evimiz diye düşündüğüm yer, annem bu sokaklardan geçti diye düşündüm hep. Anneannem Rumca şarkılar, ninniler söylerdi, ben de vakıfta koro kurulduğundan beri söylüyorum.” Gelmeden de Türkler ve Rumlar’ın arasında husumet varmış, ailede pek konuşulmazmış ama, büyük dayısını balkonda vurmuşlar. Oturdukları evin altındaki zeytinleri çalarmış Rumlar, aşağı inemezlermiş. Sefer Güvenç’in ailesi, Selanik’in hemen 50 km yakınındaki Langaza’ya bağlı bir köyde yerleşikmiş. Langaza Selanik’e 15 dakika uzaklıkta küçük bir kasaba. “İlkokul tarih kitaplarında Mustafa Kemal Atatürk’ün çocukluk dönemi anlatılırken söz edilir Langaza’dan. Mustafa Kemal’in karga kovaladığı dayısının çiftliğinin bulunduğu yerdir Langaza. Mustafa Kemal’in doğum yeri olarak Selanik’i biliriz. Bunun aksini söyleyen hiçbir tarihçi de yok gibi. Oysa Langaza’nın bugünkü sakinleri, Mustafa Kemal Langazalı’dır, Langaza’nın Sarıyar köyündendir diyerek sahiplenirler Mustafa Kemal’i. Sarıyar köyü Yunanistan’daki bir çok mübadil köyü gibi yok artık” diyor Güvenç. Tuzla’ya, oradan da Malkara’ya gelmişler. Çiftçilik yaparlarmış. Annesi 14, babası 24 yaşındaymış. Güvenç, 1999 yılında gitmiş Langaza’ya. Babasının köyünü bulması bile altı ay sürmüş. Ne babasının ne de annesinin geri gidemediğini söyleyen Güvenç, kendisi gibi ikinci kuşakların pek çoğunun da köklerini aradığını vurguluyor. Küratörün kimliği Küratörü bir Dj, sergi tasarımcısı, menajer, yönetmen, sergi organizatörü ve aracı olarak tanımlayan pek çok farklı görüş var. Aslında küratör hem bunların hiçbiri hem de hepsi olarak tanımlanabilir. Ancak küratörün belki de en önemli işlevinin yapıt ile onu izleyen arasındaki iletişimi, tasarladığı sergi bütününde oluşturmaya çalışan kişi olarak özetleyebiliriz. 2000’li yıllarda yayımlanan Bilgenin Sözleri kitabında Walker Art Center’in şef küratörü Richard Flood’un “Unutulmaması Gereken Olumsuzlamalar”la tanımlamaya çalıştığı küratör kimliği ise gerçekten tanımlar ve tartışmalar yapmaya meyilli olanlar için çok sıkı ipuçları veriyor. “1Ben sanatçı değilim; küratörüm. 2Ben sanatçının anlamlı ötekisi değilim. 3Ben sanatçının ajanı değilim. 4Ben sanatçının terapisti değilim. 5Ben sanatçının manevi danışmanı değilim. 6Ben (bir serginin gerçekleşmesi bağlamında sanatçı tarafından bu görev verilmediği taktirde) sanatçının sözcüsü değilim. 7Sanatçının yapıtlarının sergilendiği serginin küratörlüğünü yaparak ona iyilikte bulunmuyorum; bağlı olduğum kurum da öyle. 8 Bir serginin küratörlüğünü yaptım diye sanatçı bana hiçbir şey borçlu değil; bağlı olduğum Öykü yarışması Şu an bir öykü yarışması düzenleniyor mübadelenin 85. yılı için. Türkiye’ye gelenlerin de anlatacak çok şeyi var tabii ki. Pekin, “Oturup konuştuğumuzda hepsi çok şey anlatıyor. Anlattıklarının yüzde 80’i gerçekse yüzde 20’si kurgu, bunu da biliyoruz. Biz de bir öykü yarışması düzenleyelim dedik” diyerek öykü yarışmasının ortaya çıkışını açıklıyor. Yarışmaya öykü gönderenlerin mübadil olması şart değil. Anıyla karışık kurgu öyküler, teması mübadele olan öyküler gönderilebilecek. Sadece 1923 Büyük Mübadelesi değil, Balkan Savaşı’ndaki göçü de kapsayabilecek. Son başvuru tarihi 30 Ekim. Yarışmanın detayları için www.lozanmubadilleri.org.tr sitesine göz atabilirsiniz. Anahtarlarını atan da var saklayan da Mübadelede evlerini terkedenlerin hep komşularına eşyalarını emanet etiğini, anahtarlarını sakladıklarını duyarız. Pekin’in büyükbabası Yunanistan’dan gelirken anahtarlarını denize atmış. Kızgın ya da umutsuzmuş belki. Pekin ve Güvenç de bize ailelerinin öykülerinin bildikleri kısmını anlattılar. Müfide Pekin’in ailesi, Girit Hanya’dan gelmiş. Büyükbabası çok direnmiş gitmemek için. Hatta Alaçatı’daki bir papaza vermişler Hanya’daki evi, papaz da hemen hergün gelir, ‘Ne zaman gideceksiniz?’ diye sorarmış. Mübadelenin sonlarına doğru İzmir’e yerleşmişler. Önce Edremit’e yerleştirmek istemişler onları ancak Pekin’in ailesi İzmir’de ısrar etmiş. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle