22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 03 7/2/08 16:32 Page 1 CUMARTESİ EKİ 3 CMYK 9 ŞUBAT 2008 CUMARTESİ 3 Şehrime ulaşamadan Dağlar Sergi bitirirken yolumu.. evgililer Günü’ne yaklaştığımız şu günlerde, aşkın bir sergide nasıl anlatılabileceğinin bir kanıtı Şehrime ulaşamadan bitirirken yolumu/Nâzım ve Vera: Moskova’dan İstanbul’a adlı sergi. ‘Bir kadına duyulan aşk sözcüklerle nasıl anlatılır?’ sorusunun yanıtını yine hepimizin tanıdığı bir isim veriyor: Nâzım Hikmet. Yapı Kredi Sermet Çifter Salonu’nun ev sahipliği yaptığı sergiyi gezerken, Nâzım’ın SİNEM gözünden biz de Vera’yı görüyoruz. DÖNMEZ “Sarı saçlarını, mavi kirpiklerini, uykudan uyanışını, ayakkabılarını” seviyoruz Nazım’ın dizeleriyle. 1951 yılında Moskova’ya ayak basan Nâzım Hikmet, Vera Tulyakova ile 1955 yılında tanışmış ve 1959 yılında da evlenmişlerdi. Vera, Nâzım’ı tanıdığında 23 yaşındaydı. Nâzım ise 53. Aradaki 30 yaş fark ikisini de birbirini çok sevmekten alıkoyamadı. “Ülkeme dönmek için ölmek zorundayım. Seni bir kerecik olsun tek bir kerecik oraya götürememiş olmam çok yazık. Verusya ben artık olmadığımda hiç değilse bir kerecik olsun git Türkiye’ye. Benim için yap bunu. Seni orada karşılayacağım. Mutluluğum benim, karım, bir tanem. Git, çünkü ben orada olacağım” diyor Nâzım. Sergiyi gezerken Nâzım’ın o çok sevdiği ülkesinin vatandaşı olamayaşına, vatandaşlığı bırakın ülkesinde ölemeyeşine, sonsuz uykusunu ait olduğu topraklarda geçiremeyişine iç geçirirken kadınsanız Vera gibi sevilmeyi; erkekseniz Nâzım gibi sevmeyi dileyeceksiniz. Bir çift ayakkabbının, bir sedef düğmenin, bir anısı, bir şiiri var sergide. Sözcüklerde küçük nesnelerde gizli aşk. Kulağınızda Nâzım şiirleri, yanınızda Nâzım’ı merak eden bir kalabalıkla ölümünden 40 yıl sonra toprağına dönen eşyaları yaşayacak, el yazısını okuyacaksınız. Bir süreliğine şahitlik edeceksiniz iki yaşam ve büyük bir aşka. Yapı Kredi Sermet Çifter Salonu Nâzım ve Vera’nın ilk kez sergilenen kişisel eşyalarına, özel belgelerine ev sahipliği yapıyor. ‘Şehrime ulaşamadan bitirirken yolumu, bir gül bahçesinde dinlendim senin sayende’ dizelerini başlık olarak alan sergi, Nâzım ve Vera’nın yaşamını gözler önüne sererken kendisinin gelemediği topraklarda eşyaları nefes alıyor. Vera’ya memleketini gezdiremeyen Nâzım ve Vera bu sergiyle beraber geliyorlar Türkiye’ye. S Pesçannaya’daki ev Serginin bulunduğu salona girdiğinizde bir oda görüntüsü karşılıyor sizi. Odada, Nâzım Hikmet’in çalışma masası, giysileri, evlerinde kullandıkları perdeleri, aslına uygun biçimde yerleştirilmiş. M. Melih Güneş’in küratörlüğünde hazırlanan ve Sadık Karamustafa tarafından tasarlanan sergi, Vera Tulyakova’ya ait bazı kişisel eşyaları da kapsıyor. Nâzım Hikmet’le Vera Tulyakova’nın bilinen bazı fotoğraflarına da yansıyan kıyafetlerinden örnekleri de içeriyor. Nâzım Hikmet’i sabahlığından pijamasına, yeleklerinden takım elbiselerine, cüzdanından telefon defterine, oyuncaklarından plaklarına, çoğu ilk kez sergilenen fotoğraflarından evlilik cüzdanına, üzerinde özel notları da bulunan 1963 yılı masa takviminden mektuplarına, daktilosundan kalem kutusuna, elyazmalarından bavuluna, imzalı kitaplarından banka hesap cüzdanına uzanan eşyalarıyla, Pesçannaya Sokağı’ndaki evinden İstanbul’una getiriyor. Bu eşyalara, Vera Tulyakova’nın elbiseleri, şapkaları, ayakkabısı, seyahat çantası ve şairin ölümünden çok sonra gerçekleştirebildiği İstanbul gezisinin fotoğrafları ile yatak odalarının perdesi eşlik ediyor. Vera’nın doğumgününde Abidin Dino’nun kendisine attığı kart, Yaşar Kemal’in ‘Vera Yenge’ diye başlayan mektubu, Japon çocukların Nâzım’a yazdığı mektup, içinde yalnız 32 ruble 85 kopik kalmış banka cüzdanı ise izleyenlere hüzün veriyor. Sergilenen eşyaları/giysileri ve bunların bilgi metinlerini içeren ve sergiyle aynı adı taşıyan katalog ise, M. Melih Güneş’in ve Vera Tulyakova’nın kızı Anna Stepanova’nın yazılarını bir araya getiriyor. İzleyiciler, bu eşyaların ve giysilerin çiftin yaşamında nereye denk geldiğini YKY’nin bu ay yayımlayacağı Vera Tulyakova imzalı Bahtiyar Ol Nâzım adlı kitaptan alıntılanan metinlerden takip edebilecek. Serginin nasıl oluştuğunu, Vera’nın kızı Anna Stepanova ile birlikte çalışmanın onu nasıl etkilediğini serginin küratörü Melih Güneş’e sorduk. Vera Tulyakova, Nâzım Hikmet’in ölümünden sonra anılarını gözden geçiriyor ve yazmaya hazıranıyormuş ancak onun da ömrü vefa etmemiş. Vera’nın ardından kızı Anna Stepanova annesinden sonra bu görevi yerine getirmeye başlamış. Nâzım Hikmet öldükten sonra Vera Tulyakova arşivin bir kısmını SSCB Merkez Edebiyat ve Sanat Devlet Arşivi’ne vererek Nâzım Hikmet’le ilgili önemli ve geniş bir arşivin oluşmasını sağlamış. Güneş ve Stepanova birlikte bütün belgeleri, elyazmalarını birer birer açmaya başlamış. Amaçları belgeleri tanımak ve bir sisteme sokmakmış. Belgeleri inceleme sürecinde büyük bir heyecan yaşadığını söyleyen Güneş, “Tek amacımız benim Moskova’da yaşadığım kısa süre içinde belgeleri tasnif etmek ve olabildiğince elektronik ortama aktarmaktı. Pasaport, evlilik belgeleri, hiç bilinmeyen fotoğrafların yanı sıra elyazmaları üzerindeki Nâzım’ın yaptığı düşünmeler, düzeltmeler heyecan vericiydi” diyor. Güneş, Rusya’da yaşayan Türkologlar arasında ‘Nâzım Bilimi’ olarak tanımlanabilecek bir dal oluştuğunu, onların Nâzım’ı çok iyi bilip sahiplenmeleri ayrıca Vera Tulyakova ve kızının Nâzım Hikmet’e, Türk halkına ve edebiyat dünyasına duydukları saygının bu belgelerin bir sergiye dönüşmesini sağladığını belirtiyor. Sergiden önceki süreçte yaşadığı kararsızlığı şöyle anlatıyor: “Kuşkusuz çok düşündüm ‘Buna hakkım var mı, Nâzım ve Vera bunu ister miydi?’ diye. Anyuta’ya da açtım bu kaygımı. Soruma, yaptığımız sohbetlerdeki Vera’nın huzur veren sesi yetişti; ‘Nâzım, Puşkin, Picasso gibi insanların her şeyleri bilinmeli. Bilinmeli ki onların sanatı biraz daha iyi anlaşılabilsin. Onları sıradan insanların düşünce ve davranış biçimleriyle değerlendirmek olmaz. Onlar farklıdır, o yüzden bu şaheserleri yaratabilmişlerdir’ diyen sesi. Onların bu genç halleriyle, elele kolkola yıllar sonra Türkiye’ye gelmiş olmaktan mutluluk duyduklarına inanıyorum şimdi. Bu vuslata, sergiyle aracı olmaktan dolayı düşte gibiyim.” Yurt dışı ve Türkiye’de 30 yılı aşkın süredir sergiler açan Ursula Katipoğlu Dağlar temalı kişisel sergisinde İsviçre ve Türkiye’de kendisini etkileyen dağ ve yer şekilleri üzerine yaptığı soyut çalışmalarını izleyicisine sunuyor. Ursula Soterman Katipoğlu, İsviçre’nin Wallis bölgesinde doğdu. Sanat eğitimini Sion Akademisi’nde 1971 yılında tamamladı. 1980 ‘de Yusuf Katipoğlu ile evlenerek Türkiye’ye yerleşen sanatçı çalışmalarına burada devam etti. Ursula Katipoğlu Solterman, sergisinde dağların ve ovaların görselliğini soyut tablolarında sadeleştirerek renksel imgelere dönüştürüyor ve bu sergiyi bir bakıma, bu yerlere bir saygı olarak sunuyor. Sergi 26 Şubat’a kadar Harmony Sanat Galerisi’nde izlenebilir. (Tel: 0 216 553 21 67) İbrahim Balaban Sergisi Türk resim sanatının yaşayan en büyük ustalarından biri olan İbrahim Balaban’ın resimlerinin ve desenlerinin İznik Çinilerine uygulamasından oluşan çini sergisi 14 Şubat tarihine dek Doruk Sanat Galerisi’nde sanatseverlerle buluşacak. (Tel: 0 212 240 26 50) Renklerin Dünyası Candan Seda Balaban, Emin Altan ve Emel Altan Ege tarafından hazırlanan ‘Renklerin Dünyası Venedik’ başlıklı sergi İtalyan Kültür Merkezi işbirliği ile Beyoğlu Arkeopera Galeri’de 29 Şubat tarihine dek açık. Sergide Emin Altan’ın fotoğrafları ile Candan Seda Balaban’ın karnaval masklarına Emel Altan Ege’nin metinleri eşlik ediyor. Farklı disiplinlerden gelen üç Venedik tutkununun yolları, bu kez yine bir Karnaval zamanı Venedik’te kesişti. Üç sanatçı Venedik şehrini kendilerince yorumlayarak aynı sergide buluştu. (Tel: 0 212 249 92 26) Avukattan resimler Ressam avukat Metin Orhun, sekizinci kişisel sergisini açmaya hazırlanıyor. 13 Şubat tarihine dek İstanbul Mali Müşavirler Odası’nda gezilebilecek olan sergi, sanatçının suluboya eserlerinden oluşuyor. Avukatlık mesleğinin yanında resim yapmaya da gönlünü kaptıran Metin Orhun, 1929 yılında İzmir doğumlu ve 1957 yılından beri İzmir’de avukatlık yapıyor. (Tel: 0 212 251 60 90) Nâzım Müzesi’ne adımlar Güneş, arşivlerden incelediği ve bulduğu daha pek çok belge olduğunu söylüyor. Nâzım’ın elyazmalarının ve ölümünden sonra Moskova’da oluşturan ‘Edebî Miras Komisyonu’ çalışmalarının muhakkak bilinmesi gerektiğini düşünüyor. Türkiye’de de Nâzım için bir müze, bir edebiyat araştırma merkezi kurulması için bize de örnek olması gerektiğinin de altını çiziyor. ‘Şehrime ulaşamadan bitirirken yolumu/ Nâzım ve Vera Moskova’dan İstanbul’a’ sergisi, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’la birlikte bazı yayınlarlarla da bir bütün olarak düşünülen bir projenin parçası. Bu proje, Güneş’in gerek Vera Tulyakova Hikmet’in arşivinde, gerekse Rusya Edebiyat ve Devlet Arşivi’nde bulduğu belgelerden oluşacak yayınları da içeriyor. Bu belgelerden bazıları Vera Tulyakova’nın anılarından kızının derleyip Hülya Arslan’ın çevirisiyle yayınlanacak olan ‘Bahtiyar Ol Nâzım’ kitabında görülecek. Yine aynı arşivlerden çıkan Nâzım Hikmet’in yazdığı, ona yazılmış ya da ölümünden sonra Vera’ya yazılmış bazı mektupların bulunduğu ‘Hasretle’ adlı kitabı var. Kara Kaplı Kara Kaplı, başlangıçta, bir kadın ve bir erkek arasında, beklenmedik zamanda gelişen bir tanışma hikayesi gibi görünüyor. Aslında kadın, erkek kahramanın ruhsal aynasını oluşturuyor. Böylelikle oyun, ilginç bir yüzleşme hikayesine dönüşüyor. ‘Kara Kaplı’da, Zeynep Utku ve Musa Uzunlar rol alıyor. Musa Uzunlar’ın yönetmenliğini de üstlendiği oyun, İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nin sahnesinde, 11 ve 18 Şubat tarihlerinde seyirciyle buluşacak. (Tel: 0 212 252 61 55) S ahne tozu Profesör ve Hulahop Karlı bir akşam vakti, dağ yolunda arabası bozulup boş bir lokantaya sığınan profesör, bu lokantada eski bir müzik dolabı, çocukluğunun güzel şarkıları ve hulahopuyla bir kadınla karşılaşıyor. Gece boyu süren zorunlu beraberlik süresince, 1982 yılı Türkiye’sinin politikası, kuantum fiziği, bilim insanı ve kadın olmanın sorumluluklarını 60’lı yılların müzikleri eşliğinde irdeliyor. Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği aynı zamanda rol da aldığı oyun bugün ve yarın, Tiyatro PeraEren Uluergüven Sahnesi’nde tiyatroseverlerle buluşacak. (Tel: 0212 245 44 60) Su perilerinin kenti yok mu olacak? Allianoi denildiğinde akla gelen son derece çarpıcı bir fotoğraf karesi var. Yüzeyden yaklaşık 23 metre aşağıdan çıkartılan bir nymphe (su perisi) heykelinin fotoğrafı bu. İroninin böylesi de olur mu dedirten cinsten bu görüntü. Sular altında kalacak bir antik kentin simgesi haline gelen su perisi heykeli... Daha da ilginci Allianoi’nin kaplıcaları ile de ünlü bir kent olması. Aslında esraali@yahoo.com şaşırdığımıza mı şaşırmalı bilinmez ama Allianoi’nin başına gelecekler Türkiye’de bir ilk değil. Toprak altından gün yüzüne çıkmayı bekleyen binlerce yıllık antik kentler tam da ışıkla yeniden buluşacakken bir kez de azgın suların altında boğuluyorlar; tıpkı Zeugma gibi, Hasankeyf gibi. Arkeolojinin, üzerinde yaşadığımız coğrafya nedeniyle en önemli bilim dallarından biri olduğunu vurgulamak yersiz belki ama burada arkeologların ve arkeolojinin topraktan çok varolan anlayışla mücadele etmek zorunda kaldığını hatırlatmak gerekiyor. Sular altında bırakılan antik kentler mi istersiniz; bir otel inşaatının betonuyla yok olmaya mahkum edilen Bizans Sarayı mı; bir gecede yurt dışına çıkarılan İznik çinileri mi yoksa bir dozer kepçesiyle ortadan ikiye yanlışlıkla ayrılan tarihi çeşmeler mi? Biz arkeoloji ile imtihanımızda hep sınıfta kalıyoruz maalesef... Yüzey araştırması 1997’de başlayan, 1998’den bu yana kazı çalışmaları sürdürülen Allianoi da bu konuya duyarlıinsanların tüm çabalarına karşın sular altında kalmaya yenik düşmüş tarihi kentlerden biri olarak tarihe geçeceğe benziyor. İzmir’in Bergama ilçesinde yer alan, Yortanlı Barajı gölet alanının sınırları içindeki bu antik kent, 1998’den bu yana Trakya Üniversitesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Ahmet Yaraş’ın çabalarıyla gün yüzüne çıkarılmaya çalışılıyor. Bir yandan unutulmuş bir antik kentin toprak altı malzemelerini ortaya çıkarabilmek için çaba harcanırken bir yandan da Yortanlı Barajı’nın su toplamaya ESRA ALİÇAVUŞOĞLU başladığı gün ortadan kalkacak olan Allianoi’nın kurtarılması için kamuoyu oluşturulmasına çalışılıyor. Allianoi’nın tarihi prehistorik döneme dek uzanıyor. Ancak asıl önemini Roma döneminde kazanıyor kent ve Bergama’daki bayındırlık faaliyetlerinin bir uzantısı olarak kaplıcaların yanı sıra köprüler, geniş caddeler, çeşmelerle süsleniyor. En yoğun yerleşime Bizans döneminde rastlanan kentte kiliselere, şapellere, metal, seramik ve cam atölyelerine de rastlanıyor. Yunan mitolojisinde Apollon’un oğlu olarak anılan sağlık tanrısı Asklepion’a sunulmuş adak yazıları, yine Asklepion’a adanmış yazıtlar ve küçük sunakların bulunması buranın bir sağlık merkezi olduğunun da işaretlerini veriyor. Yapılan kazılar sonucunda kentin aynı zamanda bir tıp merkezi olduğunu ortaya koyacak küçük arkeolojik buluntular da ortaya çıkmış. Bugün aynı tip kullanılan cerrahi aletler ile işlevleri henüz anlaşılamamış bronz tıp aletleri toprak altından çıkan nesneler arasında yer alıyor. İlaç yapımında kullanılan mermer mortarlar, mermer havanlar ve ezme taşların varlığı da dikkat çekici. Kazılarda ortaya çıkan malzemeler Ahmat Yaraş’ın kazı ile ilgili yayımlanan bildirilerinde ayrıntılı olarak yer alıyor. Allianoi’nin sular altında kalmayıp kazıların sistematikleştirilerek bu bölgenin tarihsel sürecine ışık tutması için binlerce imza toplanmış durumda. Yerleşimin bulunmasının ardından 2001’de İzmir 1. Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından 1. Derecede Arkeolojik Sit Alanı kararı alınmasına karşın özellikle 3. Akademik Bilim Komisyonu’nun geçen günlerde verdiği son karar ile bu antik kentin sular altında kalması neredeyse kesinleşti. Şimdi biraz durup düşünmemiz gerekiyor. Özellikle de sözümüz yeni Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’a. Uluslararası alanda Allianoi’nin müadili olan antik kentler hem korunup hem de günışığına çıkartılırken bizim onu bir barajın altına gömmemiz acaba ne kadar doğru? 10 yıldır, sürekli olmasa da, kazılan bu antik kentin henüz yüzde 20’si çıkarılmış durumda. Bu da gösteriyor ki Allianoi’da daha ışığa çıkmayı bekleyen binlerce yapıt var. Ama galiba ülkemizde arkeolojinin kaderi bu. Arkeolojiyi bir bilim olarak değil de “taş” toplayıcılığı olarak gören zihniyetin bu antik kenti sular altında bırakmasına şaşırmamalı aslında... Türkiye’nin neresinde bir bayındırlık kazısı yapılsa ortaya çıkan arkeolojik buluntular şantiyedeki herkesi üzüyor: “Hay Allah şimdi bizim baraj, metro gecikecek.” Bayındırlık faaliyetleri denilince akla ilk olarak imar projeleri, yol yapımı vb. geliyor. Oysa bakın “bayındır” kelimesi “imar edilmiş”in yanı sıra Türk Dil Kurumu sözlüğünde nasıl tanımlanıyor: “Gelişip güzelleşmesi, hayat şartlarının uygun duruma getirilmesi için üzerinde çalışılmış olan, bakımlı.” Burada Cumhurbaşkanı’ndan sıradan vatandaşa kadar herkesi kelimenin bir de bu anlamını düşünmeye çağırıyoruz. Su perilerinin de, biz insanların olduğu kadar “gelişip güzelleşmeye ve hayat şartlarının iyileştirilmesine” ihtiyacı olduğunu kimse unutmamalı. Alternatif su yolları, baraj projesinin başından beri ortadayken gelecek kuşaklara karşı sorumlu olmamak adına perilerin bu “bayındır” olma çağrısına acil kulak vermemiz gerekiyor. Bana Bir Picasso Gerek Jeffrey Hatcher’ın yazdığı, Arif Akkaya’nın yönettiği ve Sezai Altekin ile Ayça Bingöl’ün rol aldığı ‘Bana Bir Picasso Gerek’ adlı oyun, izleyenleri anlatımıyla geçmişe götürüyor. Oyun, iki karakter çevresinde gelişiyor. Alman işgali altındaki Fransa’da bir İspanyol ressam olarak yaşamını sürdüren, 60’larındaki Picasso ve Alman hükümetinin temsilcisi genç bir kadın. Bir yandan, tabloları aracılığıyla usta ressamın geçmişine yolculuk yaparken, diğer yandan zekice yazılmış diyaloglarla Sanat Nedir?, Sanatın Doğası ve Politikayla İlişkisi, Sanat Susturulabilir mi? konularını izleyenlere sorgulatıyor. (Tel: 0 216 338 56 36) Koca Bir Aşk Çığlığı Işıl Kasapoğlu’nun sahneye koyduğu, Selçuk Yöntem, Tilbe Saran, Hazım Körmükçü ve Bekir Aksoy’un rol aldığı Koca Bir Aşk Çığlığı, bir zamanların efsanevi oyuncusu Hugo Martial’in yıllar sonra iki kişilik bir oyunla sahnelere dönmeye hazırlanması süresince çıkan aksilikleri konu alıyor. Provanın ilk gününde diğer oyuncunun oyunu bıraktığını öğrenen Martial’in vahim durumunu menajer ve yönetmen çözmeye çalışır. Sunulan çözüm Martial’in on yıl önce ayrıldığı ve alkol tedavisinden yeni çıkmış eski eşi Gigi Ortega ile oynamaya razı olması ya da oyunun oynanmamasıdır. İkili çaresizce son bir kez bir araya gelir ve aksilikler başlar. Oyun, bugün Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde, yarın ise Caddebostan Kültür Merkezi’nde tiyatroseverlerle buluşacak. (Tel: 0 216 336 12 00)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle