15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 08 21/2/08 16:11 Page 1 CUMARTESİ EKİ 8 CMYK ? Sürgün ? Recep İvedik ? Winx Club: Kayıp Krallığın Sırrı Si ne ma 8 (Izgnanie) Andrey Zvyagintsev’in yönettiği, Konstantin Lavronenko, Maria Bonnevie, Alexander Baluev ile Maxim Shibaev’un rol aldığı film William Saroyan’ın ‘Gülünecek Şey’ kitabından uyarlanmış. Filmde şehirli bir ailenin, babanın doğduğu köy evine gelmesi ve buradaki kır yaşamına ayak uydurmaya çalışması anlatılıyor. 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin açılış filmi olan Dönüş adlı ilk filmiyle Venedik’te Altın Aslan kazanan Andrei Zvyagintsev’in bu ikinci filmi, Cannes Festivali’nde Konstantin Lavronenko’ya En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandırmıştı. Togan Gökbakar’ın yönettiği ve Hakan Bilgin, Şahan Gökbakar, Fatma Toptaş ile Tuluğ Çizgen’in oynadığı Recep İvedik, Şahan Gökbakar’ın televizyon programında yarattığı bir karakterin tatil maceralarını konu alıyor. Adamın biri yolda cüzdanını düşürür, sokaklarda yaşayan başka bir adam tam cüzdanı kapıp kaçacakken Recep İvedik onunla mücadeleye girer. Sonunda alır, ancak cüzdan sahibinin çoktan gittiğini farkeder. Akşam evinde televizyon seyreden İvedik, cüzdanın Antalyalı çok önemli bir iş adamına ait olduğunu öğrenince arabasına atlar ve güneye doğru yola koyulur. Yol boyunca birbirinden komik sürprizlerle karşılaşan Recep İvedik, Antalya’ya vardığında cüzdanı turizmci Muhsin Bey’e teslim eder. İş adamının ısrarlarına rağmen Recep İvedik ne para almayı kabul eder ne de otelde kalmayı... Fakat tam otelden ayrılacakken çocukluk aşkı Sibel’in bir tur otobüsünden indiğini farkeder. Artık Recep İvedik’in tek bir amacı vardır; kendisini tanımayan, hatta hatırlamayan Sibel’e kendini beğendirmek... (Winx Club: The Secret Of The Lost Kingdom) Iginio Straffi’nin yönettiği animasyon filmin senaryosu Iginio Straffi Straffi ile Sean Molyneaux’a ait. Kötülerle yapılan savaşta Prenses Bloom’un ailesi ve gezegeni yok edilir. Dünyada kendisini evlat edinen aile tarafından, bir peri olduğunu öğrenene kadar sıradan bir kız olarak büyütülür. Peri güçlerini geliştirmek için gittiği Alfea Peri okulunda kendi gibi peri olan 5 arkadaşı ile Winx Club’ı kurar ve birbirlerine kenetlenerek kötülüğe karşı savaşırlar. Hamdi Alkan’ın yönettiği ve Vural Çelik, Doğa Rutkay, Tamer Karadağlı ile Yasemin Conka’nın oynadığı Bayrampaşa Ben Fazla Kalmayacağım’ın senaryosu mahkumlar tarafından yazıldı ve müzikleri de yine mahkumlar tarafından yapıldı. Afiş fotoğrafını cezaevi tabur komutanının çektiği filmde, Bayrampaşa’nın gerçeklerine ve gündelik hayatına tanıklık ediliyor. Filmde gardiyanlar ve mahkumlar da, oyuncu olarak yer aldı. Film, yanlışlıkla tutuklanıp derdini anlatamadan yıllarca cezaevinde kalmak zorunda bırakılan bir adamın öyküsünü konu alıyor. Evli ve bir çocuk babası olan Erdem, hayatını kuaförlük yaparak kazanmaktadır. Bir gün mahalle arkadaşı Ahmet’le karşılaşan Erdem, onunla bir çay bahçesine gitmeye söz verir. Ne var ki Ahmet bir uyuşturucu satıcısıdır ve telefonları dinlenmektedir. Ahmet’le ortak çalıştığı şüphesiyle narkotik şube polisleri tarafından tutuklanan Erdem, suçsuz olduğunu anlatmaya çalışsa da karısı dahil olmak üzere kimseyi inandıramaz. ? Bayrampaşa Ben Fazla Kalmayacağım ??????????????????????????????????? İhtiyarlara Yer Yok... Her yeni gelen nesil ile birlikte insanoğlunun, şiddete ve nefrete olan meyli artıyor. Ahkâm kesecek olursak, istisnasız herkes gerçeğin yıkıntıları altında kalıyor. Ne yazık ki bunun farkına varanlar, sadece ve sadece yaşlılar… Gençler ise son demleri gelene dek kirlenmekle meşgul… İşte, İhtiyarlara Yer Yok (No Country For Old Men), yenidünyanın merhametsizliği karşısında çaresiz kalanlara dair bir film. Yer yer hızlı bir tempo ve sıkı bir aksiyon, acımasız bir takibe eşlik ediyor. Para, uyuşturucu, silah… Gizemli bir katil, avcıyken av olan bir adam, hayatı sorgulayan bir şerif, kurallarıyla yaşayan bir iz sürücü… Sözün özü, bu film bir başyapıt… Coen kardeşlerden yine çılgın bir seyirlik… Festivallerde alkışlarla karşılanıyor, kimi başyapıt diyor, kimi yerden yere vuruyor. İhtiyarlara Yer Yok, dile kolay şu ana dek 75 ödül kazandı, 8 Oscar adaylığı da cabası. Üstüne üstlük yapıtın, Anton Chigurh gibi sinema tarihine geçecek bir antikahramanı var. Şiddete dair ne varsa onu kara mizahla harmanlayan İhtiyarlara Yer Yok, 7 Mart 2008 günü sinemalarda… Ethan Coen ve Joel Coen... Hiç kuşku yok ki etle tırnak gibi ayrılmak bilmeyen bu iki birader, nevi şahsına münhasır adamlar... Yaratıcılık hamurlarında var ve iyi film çekmek onlara haddinden fazla yakışıyor. Aslında yönetmenlik mesleğinin doruklarına tırmanmak sanıldığı kadar kolay değil... Fargo, Miller Kavşağı, Bir Şirket Komedisi, Barton Fink, Büyük Lebowski, Orada Olmayan Adam, Nerdesin Be Birader?, Dayanılmaz Zulüm, Kadın Avcıları... Bazen tökezleseler de doğrulup yürümeyi, hatta ve hatta koşmayı becerebiliyorlar. Coen ustalar, filmin senaryosunu ise ünlü yazar Cormac McCarthy’nin aynı adlı kitabından uyarladılar. (2003 tarihli bu roman, Türkiye’de Kanat Kitapçılık tarafından yayımlanacak, ilgilenenlere duyurulur) Oscar ödüllü duayen aktör Tommy Lee Jones, yükselen bir grafiğe sahip yetenekli oyuncu Josh Brolin, Katil Doğanlar’dan bu yana filmografisini ilgiyle takip ettiğimiz Woody Harrelson, her türlü müzikten muaf ilginç filmimizin temel taşları... Büründükleri karakterlerle adeta özdeşleşen Kelly Macdonald, Tess Harper, Garrett Dillahunt, Barry Corbin ve Beth Grant’ın değerli katkıları ise yadsınamaz. İhtiyarlara Yer Yok’un itici gücü, ağır topu ve hemen her şeyi olan Javier Bardem’i sona sakladım. Bu nasıl bir tipleme, inanın her türlü övgüye mazhar... Karanlıktan Önce’de Reinaldo Arenas, Güneşli Pazartesiler’de Santa, İçimdeki Deniz’de Ramon ile zaten coşmuştu. Şimdi tek kelimeyle uçmuş... Filmi sevmeseniz de, tuhaf saçlı, soğukkanlı psikopat katil Anton’a dönüşmeyi başaran Javier Bardem’i unutamayacaksınız. Bu arada Bardem’in gelecek yıl Kolombiyalı meşhur uyuşturucu baronu Pablo Escobar’ı canlandıracağını hatırlatalım. 1980’lerin başında aslen demir ustası olan kahramanımız Llewelyn Moss, geyik avına çıkar. Teksas sınırındaki bu vahşi av, Vietnam gazisi Moss’a hem şansın hem de şanssızlığın kapılarını aralar. O, kara ve kanlı ALPER TURGUT ABD gerçekçisi Michael Moore ABD’deki silah ticaretini, şiddet kültürünü Bowling for Columbine’da (Benim Cici Silahım/2002), Bush’un acımasız dış politikasını Fahrenheit 9/11’da (2004) eleştiren gözüpek belgeselci Michael Moore bu kez Sicko (Hasta/2007) ile Amerikan sağlık sistemini mercek altına alıyor. Bu Amerikalı Robin Hood on beş yıldan beri Amerikan toplumundaki bozuklukları politikayı, taşlamayı ve gazeteciliği iç içe geçirerek her çalışmasındaki gibi başarıyla aktarıyor. Belgeselleri ASLI salt gerçeği odaklamalarından öte aynı zamanda espirileriyle büyük beğeni kazanıyor. SELÇUK zeki Moore, Sicko’da Amerikan sağlık sisteminin açık noktaları, aksaklıkları, insanlık dışı uygulamalarla, yanlış tedaviden çocuklarını, eşlerini yitiren ailelerin tanıklıklarıyla gözlerimizin önüne seriyor. Sağlık sigorta şirketlerinin hastaların çoğu ödemelerini garip bahanelerle reddederek nasıl daha çok para kazandıklarını etkili bir vurguyla yansıtıyor. Sicko, dünyadaki değişik sağlık sistemlerinin doğruluklarını tartışan salt bilimsel bir anket değil, uyuşturulmuş Amerikan vatandaşlarını derin uykularından uyandıran sarsıcı bir tokat. Dünyanın en varsıl ülkesi nasıl oluyor da dünyanın en geri sağlık düzenine sahip olabiliyor? ABD’de 50 milyon Amerikalının (9 milyonu çocuk) sağlık sigortası olmadığını gösteren Moore, sigorta yaptıranların bile hastalandıklarında özel anketçilerce, sigorta şirketlerince aldatıcı bir bahane, sözleşmede bir açık bularak sigortalının bakım giderlerini geri çevirdiklerini gösteriyor. Bu adaletsiz düzende işleyen mekanizmanın çarklarını gösteren Moore’un Sicko projesi sekiz yıl önce The Awful Truth adlı bir TV programı yaparken belirginleşmiş: “Bir adam sigortalı olmasına karşın şirketin yaşamsal bir operasyonunu karşılamayı reddettiğini yazıyordu. Herkes gibi ben de bu özel sigortanın sağlık giderlerini karşılayacağını düşünmüştüm. Ekibimle birlikte şirketin kapısına dayandım, böylece adam kurtuldu” diyen Moore sitesinde(www.michaelmoore.com) insanlara sağlık sigortasıyla ilgili deneyimlerini sormuş, gelen binlerce yanıt onu derinden irkiltmiş. Sayısız Amerikalının bu korkunç durumdan haberli olduğunu vurgulayan Moore aşırı tutarlara ulaşan sigorta giderlerini orta sınıfın karşılayamayacağını, Amerikan sağlık sisteminin ancak vatandaşların ele geçirmesiyle düzelip gelişeceğini irdeliyor. ABD’ deki sağlık düzeninin hükümet, sigorta şirketleri ve ilaç firmaları arasındaki yoğun çıkar ilişkileriyle yürüdüğünü belirten sinemacı hiç kimsenin kazancından vazgeçmeyeceğini, insan sağlığının hiçbir değeri olmadığının altını önemle çiziyor. Bazı hastanelerin bakıma muhtaç yoksul hastaları kollarında serumlarla sokağa bırakıldıklarını da görüntüleyen Moore bu çarpık düzenin köküne iyice inmek amacıyla bir hastalar grubu kuruyor. Tedavileri hükümetçe rededilmiş 11 Eylül kurtarma çalışmalarında zehirlenen, nefes darlığı çeken bir itfaiyeci, bir kurtarma görevlisi, ameliyatları sigortaca geri çevrilen hastalardan kurduğu grubunu hükümetin 24 saat süresince, en modern teçhizatla ücretsiz baktığı El Kaide teroristlerinin tutulduğu Guantanamo askeri üssüne götürüyor ama yardım alamıyor. Bunun üzerine Küba’ya geçen Moore ve hastaları orada Kübalı doktorlarca ücretsiz bakıma alınıp tedavi ediliyorlar: “Bunda bir propaganda yok, Castro rejimini savunmuyorum, Küba’ya gidin orada yaşayında demiyorum. Orada herşey nasıl işliyor görün” diyen Michael Moore, Kanada, İngiltere ve Fransa’daki sağlık sistemlerini incelemekten de geri durmuyor. İngiltere’de hastalar ücretsiz bakılıyorlar hatta taburcu olurlarken eve dönüş paraları ödeniyor. Doktorların maaşı devletten, yaşam standartları oldukça yüksek. Sağlık koşullarını demokrasinin nimetleri belirliyor. Kızıyla birlikte Kanada sınırını geçip Kanadalı sevgilisiyle buluşan kızını doktora götüren Amerikalı kadın sonunda böyle bir çözüm bulmuş. Fransa’da doğum sonrasında belediyeden ev yardımı alan Fransız kadın, evine gelen sosyal görevliye ücretsiz bebeğine baktırıyor, yemek yaptırıyor, çamaşır yıkatıyor. Evden eve ücretsiz giden doktorlar da cabası. İstatistiklere göre en yoksul İngiliz en varsıl Amerikalıdan, Toronto’lu bir bebeğin Detroit’li bir bebekten daha fazla yaşama olasılığı var. Her ülkenin kendine göre bir sağlık sistemi olduğunu, işleyen ve işlemeyen yanlarının bulunduğunu belirten Moore, amacının Amerikan vatandaşlarının uyuyan vicdanlarını uyandırmak olduğunu vurguluyor. Bunu da bir taşlamayla, düşmanlarıyla dalga geçerek yapmayı yeğliyor. Moore sonuçta Küba’ya giderek yasa dışı bir eyleme de karışmış oluyor, filmin Cannes Film Festivali’ndeki gösteriminde FBI bunu Moore’a anımsatıyor, sinemacı Küba kaçkını olarak mahkemeye veriliyor. “Bush hükümetinden herşey beklenir. Bu olaydan beri avukatlarım Sicko’nun bir kopyasını ABD dışına çıkarmamı istediler, hükümetin filme el koymasından endişe duyuyorlardı. Küba’ ya giderken kimse bize engel olmadı, peki buna ne demeli” diyen Moore, Sicko’nun Amerikalıları eyleme çağıran bir belgesel olduğunu belirtiyor: “On sekiz yıl önce Roger and Me’de (Roger ve Ben/1990) General Motors’un düşmekte olan bir dev olduğunu açıklamıştım, o sıralarda kimse beni ciddiye almadı, bugünse General Motors batıyor. Fahrenheit 9/11’da Bush’un Irak’ taki imha silahlarıyla ilgili yalan söylediğini gösterdim, bugün çoğunluk benim düşünceme geldi, halkın yüzde 28’i Bush’u destekliyor. Umarım Sicko gelecek seçimlerde kazananların sağlık sorunlarını görmesinde önemli bir rol oynar.” Sicko 7 Mart’ta sinemalarımızda gösterimde olacak. ellerin paylaşamadığı 2,4 milyon dolar nakit para bulmuştur. Uyuşturucu kaçakçılarının kanlı düellosu henüz yeni sona ermiştir. Çok sayıda kanlı ceset, kazananın olmadığına şahittir. Zamanı donduran engin coğrafyanın ve insanı çıldırtan ıssızlığın tam ortasında, soğukkanlı beyaz katillerle, Meksikalı çete üyelerinin cesetleri, akbabaların ziyafetine hazırdır. Köpekler bile serseri kurşunların hedefi olmuştur. Parayı alıp, tonla uyuşturucuya dokunmayan Moss, canından çok sevdiği karısı Jean Carla ile birlikte yaşadığı karavanda soluğu alır. Bir süre sonra Moss, vicdanına yenilir ve akşam saatlerinde ölmek üzere olan yaralıya su götürmeye karar verir. Onu bekleyen paranın peşindeki katillerdir, canını güç bela kurtaran Moss, büyük bir korkuyla gerisin geriye yuvasına döner. Eşi Carla’yı vakit yitirmeden annesinin evine yollayan Moss, kaçak olarak yaşayacağı yeni hayatına ‘merhaba’ der. Çölün yakıcılığında, acımasız takipte başlamıştır. Psikopat katil Anton Chigurh ise peşindeki tiplerin en belalısıdır. İşin ilginç yanı dürüst bir adam olan Moss’un hangi akla hizmet şeytana uyduğunun anlaşılamamasıdır. Sanırım, karısını gerçek bir refaha kavuşturma isteği, sıradan bir adamı mükemmel bir ava dönüştürmüştür. Kasabanın ihtiyar şerifi Bell, çürüyen cesetleri bulduğunda, vahşetin ulaştığı boyut karşısında şaşkına düşer ve geçmişle yüzleşmeye hazırlanır. Şüphesiz anlayışın olgunlaştırdığı eşi Loretta’dan başka dostu bulunmayan altın kalpli şerifimiz, onurun ve adaletin hüküm sürdüğü tarihine özm duymaktadır. Evet, kanunun dili, vahşetin gücü karşısında tutulmuştur. Uyuşturucu trafiğinin ana güzergâhı yani ABDMeksika sınırı, dehşet hikâyelerine yataklık yapmakta, ortaya çıkan lanetin boyutu Şerif Bell’in hayal gücünü kat be kat aşmaktadır. Bu yenidünya, ihtiyarlara göre değildir… Tekerlekli sandalyeye mahkum amcası Ellis, günlük yaşamdan elini eteğini çekmiştir ancak yine de Bell’e öğütler verir. Hayata dört elle sarılan, kurnaz ve becerikli iz sürücü Carson Wells ise, büyük patronların onayıyla Moss’u ve deliliğin sınırındaki ürkütücülükte sınır tanımayan Anton’u takibe alır. İşini itinayla yapan, kurallara da sıkı sıkıya bağlı kalan Carson, bir anda gaflete düşer ve şeytani Anton’a enselenir. Anton, Carson’u öldürmeden onunla adeta oynar; “Sana bir şey soracağım. Eğer takipçisi olduğun kural seni bu hallere soktuysa, bu kural ne işe yaradı?”... Pratik zekâlı yok edici Anton ile tanışan, yazı turaya da razı olur. Oynayan hep kaybeder, Anton kazanır. Çünkü onun, arkasında tanık bırakmamak gibi bir huyu vardır. Anton, geçmişi olmayan bir adamdır, elinde kalan ise bir tek gelecektir. Ve bu nedenle onu durdurmak mümkün değildir. Özellikle oksijen tüpünden yarattığı seri katillere özgü silahı elindeyken… Gerçek hayatta da şiddetin dozu sürekli artmıyor mu? Polis muhabirliği yaparken birçok kanlı olay izledim. Ölenler, öldürenler, yaralananlar, yaralayanlar ve kan gölüne çevrilmiş olay yerleri… Kanıt, tanık, sanık ve firarileriyle üçüncü sayfa köşelerine sığmayan kaç öykü var bir bilseniz. İhtiyarlara Yer Yok, işte bunu anlatıyor. Herkesin kendi geçmişine hasret kaldığı o güzelim yılları… İyi seyirler.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle