Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Sinema ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? Taşıyıcı 3 (Transporter 3) Olivier Megaton’un yönettiği ve Jason Statham, Natalya Rudakova, François Berleand ile Robert Knepper’ın oynadığı filmde Frank, Marsilya’daki Ukrayna Çevre Koruma Ajansı Başkanı Leonid’in kaçırılan kızı Valentina’yı Karadeniz kıyısındaki Odessa’ya götürmekle yükümlüdür. Frank, yolculuk sırasında bir yandan bu işi alması için baskı yapan insanlarla uğraşırken bir yandan da Vasilev tarafından gönderilen ajanlarla başa çıkmak zorundadır. Yolculuk sırasında Frank ile Valentina birbirlerine aşık olurlar. ? Bolt Yönetmenliğini Chris Williams’ın yaptığı Bolt’u John Travolta, Thomas Haden Church, Woody Harrelson ile Bernie Mac seslendiriyor. Bolt adlı köpek, çıktığı televizyon şovunda çeşitli görsel efektlerle yaratılan süper güçlerinin gerçek olduğuna inanmaktadır. Daha da ünlü olma hırsına kapılarak soluğu New York’ta alır ve aslında dişi bir kedi olan Bay Mittens ile tanışır. Yeni dostları arasında Rhino adlı bir hamster de vardır. Filmin ikinci yarısında sahip olduğunu zannettiği güçlere aslında sahip olmadığını keşfeder. ? Şeytanın Pabucu Turgut Yasalar ile Hilal Bakkaloğlu’nun yönettiği ve Fatih Ürek, Aysun Kayacı, Barış Falay ile Yılmaz Gruda’nın oynadığı Şeytanın Pabucu, yaşlı ablası Nebahat ile birlikte yaşayan, zamanını kumarda para kaybederek geçiren Burhan’ın trajikomik hikayesini anlatıyor. Bir sürü sahte kimliğin kol gezdiği, dolandırılan dolandırıcıların bir ipte cambazlık yapmaya kalktığı bir atmosferde geçiyor. Tam bir maskeli baloyu andıran bu ortamda filmin kahramanları ‘şeytana pabucunu ters giydirmeye’ çalışıyorlar. ‘Erotik, didaktik, sakar ve sinir bozucu bir film’ 12 Eylül Darbesi’nden yola çıkan “Yağmurdan Sonra” adlı siyasi film denemesi, itiraf ediyorum ki, bu yıl izlediğim en kötü yapım. Ne oyunculuk, ne senaryo, ne kurgu, ne de anlam bütünlüğü... Neresinden ALPER tutsanız elinizde kalıyor ve hiç TURGUT kuşkusuz kocaman bir sıfırı hak ediyor. alperturgut.blogcu.com Yağmurdan Sonra’yı henüz 17 yaşındayken “yasadışı” pankart astığı gerekçesiyle tutuklanan Görkem Turgut, yazdı ve çekti. Genç yönetmen Turgut, filminin senaryosunu, Osman Şahin’in “Üzüm Bağları” adlı öyküsünden esinlenerek kaleme aldı. Yağmurdan Sonra’nın görüntü yönetmeni Ümit Ardabak... Filmin müzikleri ise Cahit Berkay’a ait... Başrollerde; bir devrimci karaktere bürünmekten fersah fersah uzak olan Serhan Yavaş ve oyunculuk dışında keşke başka bir meşgale mi bulsa diyebileceğim Pelin Batu var. Turan Özdemir, Nilgün Belgün, Demir Karahan, Orhan Mustafa Turan ve Umut Temizaş ise politik drama türü iddiasındaki Yağmurdan Sonra’nın yan rollerindeler. sevişiyor. Yapmayın bunu, “Demir kapı, kör pencere” aşkına yapmayın. Erotik, didaktik, sakar ve sinir bozucu Yağmurdan Sonra, erotik, didaktik, sakar, uyduruk, komik ve sinir bozucu bir yapım... Bu siyasi film karalamasına, adıyla ilintili olsun diye “Her zaman gökkuşağı görünür mü?” sloganını uygun görmüşler. Oysa göz ucuyla bakmayıp umutla görmeyi dilersen, “alâimisema” tam karşındadır. Yoksa sittinsene arar durursun. Filmin konusuna gelince, darbenin ardından düşünce ve fikirleri nedeniyle hapse konulan yazar Nuri İlker, cezasının bitimine 9 ay kala, “iyi hal”den –burada bir yanlışlık var ama Gökçeada Yarı Açık Cezaevi’ne sevk edilir. Karşıt görüşlü cezaevi müdürü Halim Özay, ona dünyayı dar etmek için kollarını sıvar. Ancak kendisiyle birlikte olmayı reddeden eşinden dolayı hayata küsen müdür beyin, sinirden tepinmekten başka bir icraatı yoktur. Geri dönüşlerde (flashback) bizi işkence sahneleri karşılar, Nuri’nin geceleri ise ürkünç hatıraların sökün ettiği bitmeyen bir kâbusa karşılık gelir. Sonra Nuri, müdürün güzel karısı Sumru’ya âşık olur. İkilinin birlikteliği, tehlikeye davetiye çıkartmakta gecikmez. Trajikomik ve anlamsız finale doğru geri sayım nihayet başlamıştır. Yaşama yolculuk: Avustralya “Neşeli Günler, Arabistanlı Lawrence gibi müzikallere, tarihi destanlara bayılırdım. Bu tür filmleri gösterime girmeden haftalar önce herkes konuşmaya başlardı, çevremizdekiler onları görmek için can atardı. Arabistanlı Lawrence’in küçük bir kasabada ASLI yaşayan bir erkek çocuğunu nasıl SELÇUK etkilediğini bir düşünün” diyor Ballroom Dancing (1992), Romeo+Juliette (1996) ve Moulin Rouge’un (Kırmızı Değirmen/2001) yaratıcı yönetmeni Baz Luhrmann. Çocukluğu Tasmanya’da Herons Creek’te nerdeyse köy denebilecek bir kasabada geçen Baz, benzin istasyonu ve mahalle sinemasını işleten, domuz çiftliğiyle giysi dükkanı olan babasının son seanstan sonra kendisine izlettirdiği Oz Büyücüsü, Neşeli Günler, Arabistanlı Lawrence filmlerini hiç unutamamış. İki yıl süresince İskender için çalışan, mekan araştıran yönetmen sonunda bu projesini rafa kaldırıp Sibirya Ekspresi’ne binip o gizemli stepleri, taygaları aşıp Moskova’ya Pekin’e dek gitmiş. Bundan sonraki çalışması için böyle bir süreçe gereksinimi olduğunu belirten Luhrmann tüm Rusya’yı aştıktan sonra Paris’e ailesinin yanına döner. “Çocuklarımın kökenlerini sorgulamaya başladım. Hangi ülkede mutlu olacaklarını, nereyi evleri olarak benimseyebileceklerini düşündüm. Bu düşünceler beni ülkem Avustralya’nın tarihine, oranın yerlileri aborjinlerin geçmişine götürdü” diyen Baz Luhrmann böylece Avustralya’yı gerçekleştirmeye karar verir: “Avustralya’nın görkemli bir melodramatik fresk olmasını istedim, içinde aksiyon, komedi, romantizm, dram, trajedi, savaş olmalıydı.” büyücü dedesinden doğaüstü güçler edinmiş olan yerli delikanlı Nullah’ın (Brandon Walters) ve sert, kaba saba bir sığır sürücüsünün (Hugh Jackman) destekleriyle kalkabilecektir. Sarah, Nullah ve sürücü aralarındaki kültür farklılıklarını aşıp birbirlerini anlamayı öğrenerek birbirlerini seveceklerdir. Avustralya’nın el değmemiş vahşi doğasının alabildiğine uzandığı Bowen, Carlton Hill, Darwin, Kimberley, Kununurra, Sydney’de beş ayda tamamlanan Avustralya unutulmaz bir sinema şöleni, özenli tabloları çağrıştıran olağanüstü manzaralarla, gün doğumu ve batımlarıyla bezeli. İzleyiciyi bambaşka bir dünyaya ve zamana götürerek adeta mistik bir deneyim yaşatıyor. Göz gözü görmeyen şiddetli kum fırtınasının ortasında binlerce sığırın dört nala gittiği sahne ise çok etkileyici. Sinemadaki gerçekliğin önemi tam burada ortaya çıkıyor. Bu sahne stüdyoda ya da mavi/yeşil ekran önünde yapıldığında aynı etkiyi, duyguyu yaratması kuşkulu. Avustralya gerçek mekanlarda, zor doğa koşullarında çekilen türünün son örneği de olabilir, çok pahalı (130 milyon dolar) bir yapım. “Demir kapı, kör pencere” aşkına... Dört yaşamın solduğu 1984’teki ölüm orucundan bu yana kendine gelemeyen ilk Korsakoff hastası (Şair Adnan Yücel’in onu “Direnç Çiçeği” şiiriyle selamlar) Aysel Zehir, 17 yaşında asılan gepgenç Erdal Eren, işkencede katledilen Ahmet Karlangaç ve İsmail Cüneyt, gözaltında kaybedilen Hayrettin Eren... Korkunç bir bilanço ve nice nice ömürler tüketen bir amansız karabasan... Günümüze dek uzanan tam tekmil dejenerasyonun ve insani mağduriyetimizin yegâne yaratıcısı 12 Eylül cuntasıdır. Biliriz ki; darbenin yarattığı zifiri karanlığa dair sustukça kanayan ve asla kapanmayan yaraları vardır insanlarımızın... Onlar sabırla, cunta ile hesaplaşacakları günü beklemektedirler. Filmi izlerken, 1978’in ilk günlerinde Adana’da dedemin dolmuşunda çalışırken –onun söylemiyle çok sevdiğim muzlara para yetiştirmek içinfaşistlerce taranan (isabet eden beş kurşundan biri hâlâ omzunda durur) amcam Erdal Turgut geldi aklıma... O, mucize kabili hayata tutunmuş ve hastaneden çıkıp geldiği İstanbul’da yine kurşunlara hedef olmuştu. 16 Mart 1978 günü Beyazıt’ta yaşanan 7 genç devrimcinin can verdiği katliamı protesto ederken polis tarafından vurulmuştu. Tekrar hastane ve ardından uzun soluklu cezaevi (Davutpaşa, Selimiye, Sultanahmet, Sağmalcılar, Metris) süreci... Amcam, 12 Eylül’ü cezaevinde karşılamıştı, şimdi yaşamayan birçok güzel insan ile birlikte... İşkenceli sorgular, açlık grevleri, “Tek Tip Elbise” dayatması, sıkıyönetim askeri mahkemesi yani Baştabya günleri... Neyse... Sonra amcam aslanlar gibi yatıp çıktı, üç sene önce 50 yaşında baba (Sevgi Deniz) da oldu. Peki, başına açılan onca iş, anılarda mı kaldı? Tabii ki hayır... O hala Devrimci Sol Ana Davası’ndan müebbet hapis istemiyle yargılanıyor. Ardından oturduğu ev sürekli basılan, her şeyin bilincindeki okullu bir çocuk olarak kendi tanıklığımla, Yağmurdan Sonra’da devrimci itibar zerk edilen başrol karakterini yan yana getiriyorum. Ve sonuç; resmen sinirleniyorum. Porselen dişli devrimci yazar Nuri İlker’e gülüp geçebilmek maalesef basit değil. Sözüm ona, Diyarbakır’ı, Mamak’ı, Metris’i yaşamış ama dönemin ahlakından ve gerçeklerinden bihaber... Güzelim Gökçeada gecelerinde, bir devrimci mahpus, faşist bir müdürün sol edebiyata tutkun karısıyla sahilde şarap içiyor ve ateşli ateşli “BOLT”u kaçırmayın... Bırakın, Yağmurdan Sonra için vasat demeyi, bana kalsa kötü filmler kategorisine bile almazdım. Sinema kolektif bir çabadır, yoğun bir emek ve özveri ister. Bir film seti, imece ve alın teriyle yaşar. Bunun bilinciyle eleştirirken incitmemeye dikkat etmeli, ancak... İşte bazen sabır taşıyor ve üstüne basa basa diyoruz ki; Yağmurdan Sonra, aslında hiç çekilmesiymiş sinemaseverler adına daha hayırlı olurmuş. Yanarım, iki saat süreyle beyazperdeyi karatahtaya çeviren ve ne hikmetse adına film denilen bu eziyeti seyrettiğime yanarımBu yılın bir diğer cezaevi filmi, Kadir İnanır’ın başrolünü üstlendiği Son Cellât da deyim yerindeyse çuvallamıştı. Geçmişe özlem duyup ah nerede “Duvar” nerede “Uçurtmayı Vurmasınlar” mı diyelim? Yoksa aksiyon soslu bir cezaevi öyküsü olan “Prison Break” dizisi için beyazperdeyi bırakıp gözlerimizi “aptal tutusu” TV’ye mi dikelim? Yağmurdan Sonra ile birlikte gösterime giren, manken Aysun Kayacı ile şarkıcı Fatih Ürek’in başrolünü paylaştığı “Şeytanın Pabucu”nu ise mazur görün tavsiye etmem mümkün değil. Bunca olumsuzluğa ve olmamışlığa karşın yine de ve hararetle sinema diyorsanız, sizlere vizyondaki “Bolt” adlı harikulade çizgi filmi öneririm. Hem yetişkinlerin hem de çocukların seveceğine ve keyifle izleyeceğine eminim. Kırılgan aborijinler Çekimler elli derece kavurucu sıcakta, kum fırtınasında, dev örümceklerin, pusuya yatmış timsahların, zehirli yılanların ve ağaçların ortasında gerçekleştirilmiş. Çevre ve giysi tasarımlarını titizlikle yürüten Luhrmann’ın eşi Catherine Martin 1940’lara özgü her ayrıntıyı yansıtmış. Leydi Ashley’le sığır güdücü arasındaki ilişkiyi Benim Afrikam’daki Karen Blixlen’le (Meryl Streep) avcı Hatton (Robert Redford) arasındaki karmaşık, öngörülmez ilişkiye benzeten yönetmen iki kahramanın romanslarının nasıl gelişeceklerine dair izleyiciye ipucu vermiyor. Kırmızı Değirmen ve No.5: The Film’de (2004) Luhrmann’la çalışan, senaryoyu okumadan evet diyen Nicole Kidman Avustralya’yı kariyerinin doruk noktası olarak görüyor: “Hem ülkem hem de benim için bu film bir gurur simgesi. Baz’a hayranım, isterse onunla dünyanın öbür ucuna gidebilirim.” Avustralya çöllerinde ve 2. Dünya Savaşı’nda geçen serüvenciromanesk Avustralya’da Oz Büyücüsü’nde Judy Garland’ın söylediği Somewhere over the Rainbow şarkısı sürekli yineleniyor.“Şarkı evinize ulaşmayı, içsel yolculuğu yansıtır. Maddi dünyayı bırakıp yürümek yürümek sonunda da eksik olan ikinci parçanızı bulmaktır. Böylece tamamlanmış olarak yaşamınıza dönersiniz” diyerek şarkıyı açıklayan Baz Luhrmann “Ülkemi anlamak, son derece kırılgan aborjinler sorununu işlemek için epik ve kişisel bir film yaptım” diyor. Dün gösterime giren Avustralya izleyiciyide içine katan olağanüstü bir yolculuk. Mistik bir deneyim Herşeyi büyük tasarlayan Rüzgar Gibi Geçti, Arabistanlı Lawrence, Devlerin Aşkı, Oz Büyücüsü, Afrika Kraliçesi gibi sinemanın unutulmaz klasiklerini hayranlıkla, saygıyla selamlayan Luhrmann öyküsünü bir kadının gözünden anlatmayı yeğler. Yerleşik ve denetimli bir yaşam süren kadın kahraman bir yolculuğa çıkar, bu yolculukta sarsıntılar geçirir, değişimler yaşar sonunda yaşamda neyin önemli olduğunu öğrenir. 1939’da kibirli aristokrat Leydi Sarah Ashley (Nicole Kidman) ticaret yapan kocasına yardım etmek üzere Darwin’e gelir. Kocasını ortaklarından biri öldürünce Sarah İngiltere’ye dönüp gözüyaşlı bir dul olmaktansa Darwin’de kalmaya, kocasının sığır çiftliğinin başına geçip işleri ele almaya karar verir. Marka giysilerini, özel yapım ayakkabılarını önemseyen, salt atlarıyla ilgilenen, tüm enerjisini çevresinde eksiksiz bir dünya yaratmak için kullanan Sarah bu ağır işin altından ancak aborjin C MY B C MY B