Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMARTESI 06 2/1/08 16:26 Page 1 CUMARTESİ EKİ 6 CMYK 6 5 OCAK 2008 CUMARTESİ Kötü adam kovalıyor, o kaçıyor... Ekranların yeni Erol Taş’ı Sefa Zengin, televizyondaki oyuncuların katil, tecavüzcü ve sapık olduğuna inanan seyircilere hâlâ alışamadı. Sefa Zengin, yıllarca tiyatroda komik adamlara can verdi. Ne zaman ki sıra diziler ve filmlere geldi, işte o vakit “kötü adam” rolü yakasına yapıştı. Türk halkı, aslında onu, 2003 yılında Kurtlar Vadisi dizisinde canlandırdığı tecavüzcü ve baba katili Erdal Kömürcü karakteriyle tanıdı. Sonra Umut Adası’nda üçkâğıtçı tayfa Tarkan, Yağmurdan Sonra’da sarı kafalı katil Samael Korin, Meçhule Gidenler’de Tetikçi Atmaca rolleri geldi. Erol Taş’ın kaderi Sefa Zengin’i de buldu ve o, insanların nefret dolu bakışları altında sokakta yürümeye alıştı. Hâlâ oyun ile gerçeği karıştıranlara duyurulur. Aslında Sefa Zengin, okuduğu kitaplar kesmeyince yatağında ansiklopediyle uyumaya başlayan, ailesine verdiği değer nedeniyle hâlâ babasıyla yaşayan ve bırakın “kötü adam”ı çağrıştıran uyuşturucuyu, içki ve sigara dahi kullanmayan bir adam. Muhsin Ertuğrul’un “Oyunculuk zor değildir. İlk 35 yılı zordur” sözü Sefa Zengin’in kılavuzu olmuş. “Ben 16 yıldır oynuyorum. Demek ki bir 19 yılım daha var” diyerek… Oyuncu olmak fikri, klişe bir ifadeyle çocukluk düşünüz müydü? Her şey bir müsamere ile başladı. İlkokulda öğretmenimiz başarılı olan öğrencilere müsamerede rol verdi. Derslerim iyiydi ancak öğretmenim beni “tüfek tutan asker” gibi basit bir role uygun görmedi. Bunun bende yarattığı etki çok büyüktü. Artık büyüdüğümde ne olmak istediğimi biliyordum. O tarihten itibaren yaşamımı oyuncu olmak isteğiyle birlikte sürdürdüm. Tiyatro ilk göz ağrınız… Dormen Tiyatrosu’nda yıllarca oynadım. En son 2005’te Tiyatro İstanbul’da sahneye çıktım. Tiyatroda eski seyirci yok. Örneğin 1994 yılında Dormen Tiyatrosu’nun İzmir turnesi 1 ay sürerdi. Sonra bu sayı sürekli düştü. En son İzmir’de 3 gün bile turne yapamaz hale gelmiştik. Bence seyirci değil tiyatrocular kabahatli… Hala “Hisseli Harikalar Kumpanyası” izleyicilerin karşısına çıkarılıyor. Sorarım, günümüzde kumpanya tiyatrosu var mı? Yenilik yok, doğru dürüst yazar yok. Yakın geçmişimizi sahneleyebiliyor muyuz? 12 Eylül cuntasının üzerinden 27 yıl geçti. Darbeyle ilgili bir oyun var mı? İşte her sene Çehov ile bu sanat dalı yürümüyor. Peki, TV ve sinemada durum nedir? Tiyatro oyuncusu kamera karşısına ilk geçtiğinde bocalıyor mu? Televizyonda sadece diziler var. Adeta dizi kirlenmesi yaşanıyor. Biri bitiyor diğeri başlıyor. Artık kimse gazete, kitap okumuyor. Seyircinin de oyuncunun da eğitimi yok. Geçmişte hatırlarım sabahın saat 7’sinde uyanır ve büyük bir zevk ve heyecanla Arkası Yarın’ı dinlerdik. Bence Türkiye’nin en iyi kadın oyuncusu Tilbe Saran’dır. Ancak o, diziler yerine tiyatroyu tercih ediyor. Tiyatroda büyük oynarsın. Bu nedenle birçok tiyatrocu kamera karşısına geçtiğinde bunu yenemiyor. Ancak zamanla minimal oyuna dönebiliyor. Sinemada hemen her şey yönetmene bağlıdır. Hiç oyunculuk yapmamış bir kişi bile iyi bir yönetmenle harikalar yaratabilir. Bazı oyuncular rol kişisiyle özdeşleşir. O kişiyi kendisi gibi görür ve müthiş bir şekilde kendini kaptırır. Oyunculuk bitmeyen bir süreç… Erol Günaydın hâlâ oynuyor, hâlâ öğreniyor. Benim üç hocam oldu. Birincisi Ahmet Levendoğlu, ikincisi Yıldız Kenter ve üçüncüsü de Haldun Dormen’dir. Yer aldığım ilk dizi ise “Çiçek Taksi” idi. (1997) ALPER TURGUT Almanya’da Türk olmak meslek gibi bir şey Yaşamın Kıyısında filmindeki rolüyle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü alan Nursel Köse, Almanya’da yaptığı kabareyle tabuları yıkmak ve uzaklıkları yakın kılmak istiyor A lmanya’da yaşayan Türkler. Kimi “acı vatan” dedi, kimi para biriktirip döndü. Horlandılar, dışlandılar, Nazilerin boy hedefi, radikal islamcıların potansiyel kitlesi oldular. Direnenler, kendisini kabul ettirmeye çalışanlar da oldu. Kebap seven, göbek dansı ve futboldan başka bir şey düşünmeyen, başı kapalı evde kocasını bekleyen, dayak yiyen ve dayak atan kadın ve ZUHAL erkeklerden oluşan geri bir toplumun AYTOLUN kalmış temsilcileri olmadığını göstermeye çalışanlar da oldu. Bireysel çabaların yanında sanatla ya da politikayla hem gerçek Türkiye’nin temsilcileri oldular hem de ön yargıları kırmaya çalıştılar. Nursel Köse de onlardan biri. “Almanya’da Türk olmak meslek gibi bir şey” diyor Köse. Üzerlerine yapıştırılan bu kimliklerle boğuşmaktan ve sorgulanmaktan yorulduklarını söyleyen Köse, susturulmaya izin vermemiş ve sanatıyla savaşını sürdürmüş. Fatih Akın’ın yönettiği Yaşamın Kıyısında filminde canlandırdığı fahişe rolüyle 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülü alan ve yıllardır sanatla iç içe bir yaşam süren Nursel Köse’yle Almanya’daki Türkleri ve gözlemlerini konuştuk. DOSYA NUMARASI GİBİ... Ne zaman gittiniz Almanya’ya? Ve sanatla uğraşmaya nasıl başladınız? “Türk işçi ailesinin bir ferdi olarak değil, üniversite eğitimi almak üzere özel statüyle gittim Almanya’ya. Mimarlık eğitimi aldım. Paralelinde hep sanatla uğraştım okurken. Alman ve Türk tiyatrolarında oynamaya başladım. Halk dansları grubunda baleyle halk danslarını birleştirerek dans ettik. O dönemde eğitimim devam ederken hem sanatla uğraştım hem de sosyal alanda çalıştım. Türk ailelerine ve özellikle Türk kadınlarına okuma yazma ve Almanca kursları verdim. Üniversitede Almanca öğrenip onları Türk kadınlarına aktarıyordum. Böylece çok sosyal bir ortama dahil oldum. Birşeylerin eksikliğini farkedip onları tamamlamaya çalıştım hep. Tiyatroya hiç ara vermedim, hiç soğumadım, sıkılmadım. O hep devam etti.” Birkaç alanda ilerlemişsiniz. Hangisini yapacağınıza nasıl karar verdiniz? “Benim karar verme hakkım yoktu. Özel öğrenci olduğum için zaten mimarlık alanında çalışma imkanım vardı bir yıl. O işi de yapınca ülkeme dönmem gerekiyordu. Bu tip baskılar hoşuma gitmedi. Yaşamıma birilerinin kanun üzerinden karar vermesi çok zoruma gitti. O yüzden de savaş vermeye karar verdim. Beni bu ülkeden ne zaman atarlarsa değil, ben ne zaman istersem giderim diye düşünerek hareket etmeye başladım. Ben de bu ülkede yaşayan bir insanım neticede. Ama Avrupa’da yaşayan göçmenlerin hayatlarına makine gibi bakılıyor. İnsanların bir kimliği yok, makine sanki. Orada yaşayan insanların hayatları birer dosya: ‘Bu dosyayı kapatalım, yeni bir dosya açalım.’ Dosya numarası gibi görüyorlardı bizi. Çok savaş verdim.” Şimdilerde Türk kimliğinin algısı nasıl? “Çok şey değişti o zamandan bu yana. En azından ben çok değiştim, onlar değişmemiş olsa da. Almanya’daki kısırdöngü devam ediyor hâlâ. Belki biz değiştik. Belki biz onların koydukları konumlardan uzaklaştık. O tip pozisyonlar bizi tatmin etmez oldu.” Nasıl bir türk imajı var Almanya’da? “Önyargılarla dolu bir imaj. Bunda bizim de payımız var. Almanlar Türkleri kebap, göbek dansı, futbolla ilgilenen, Türk bayrağı sallayan bir kitle olarak görüyorsa biz de onları farklı görüyoruz. Bizim de Almanlara karşı önyargılarımız var. Ama orada 40 yıldır konuşmayan bir kitle var. 1960’lardan 2000’lere kadar susan bir volkan var Almanya’da. Daha yeni yeni politikayla ilgileniliyor, biz biraz biraz istek ve sıkıntılarımızı dile getirmeye başladık. Gettosuna sığınmış, ya da itilmiş orada Türkler. Orada, gettolarında, kendi dünyalarını yaratmışlar önünde sonunda. Kültürleri, dinleri, alışkanlıklarıyla kapalı bir dünya yaratmışlar. Küsülmüş gibi. Almanya’da Serpil Pak ile birlikte yaptığım ‘Arabesk’ isimli kabarestand up’ta bu tabuları ve uzaklıkları yıkmak istiyorum.” Kabareyi kaç yılında kurdunuz? “1992 yılında kurdum ‘Yabancı Kadınlar Kabaresi’ni. Adı üzerinde ‘yabancı kadınlar.’ Buna ihtiyaç vardı o dönemde. Çünkü Almanlar sizin kimliğinizi koyarken etnik ve cinsel unsurları da değerlendiriyorlar. ‘Kadın’, ‘kabare’, ‘Türk’ gibi. Bütün bunlara ihtiyacımız olduğunu biz onlardan öğrendik. Ben hiçbir zaman kendimi bir tanımlama içine sokmamıştım. Başka insanları da, kendimi de sınıflandırmadım hiçbir zaman. Ama orada otomatik olarak ‘ben yabancı ve Türk’üm’ demek zorunda kalıyorsunuz. Bazı kimlikler ediniyorsunuz. Sizinle alakası olmasa da edinmek zorundasınız. Gelecek olan seyirci bilmek istiyor, ‘Türk müsünüz belli olsun’ diyorlar. Niye belli olsun. Diğerinin altında ‘Alman Erkek Kabaresi’ yazmıyor. Sanatı ne cinsiyete ne de ülkeye göre ayırabilirsiniz. Sanat evrenseldir ve evrensel yapılmalıdır.” Neleri anlatıyorsunuz skeçlerde? “Ben Kebap Girl 007’yi oynuyorum. Hep James Bond oynamak isterdim. Burada öyle bir nükte var. Bir yabancı kadın olarak oradaki kadın erkek ilişkilerini değerlendiriyorum. Sorunlarımız büyük orada. Ama ben kabarestand up üzerinden o kültürel köprüyü kurmaya çalışıyorum. Aslında birbirimizden farkımız olmadığını gösteriyorum. Almanların da arabesk yanı var. İzlerken ‘Aaa gerçekten de öyle’ diyorlar. Almanlarla neden anlaşamadığımızın nedenleri yerine mutlaka anlaşmamız gereken nedenleri bulduk. Her iki tarafın da güzel yanlarını ortaya koyduk.” Kabarede çarşafla ilgili skeciniz var. Bu skeçle neye dikkat çekiyorsunuz? “Çarşaf programın bir parçası. Kapanma şekilleriyle ilgili dünyadan örnekler veriyoruz. Almanya Malezya gibi olursa, ‘Bakın hata yapmayın, böyle bağlanır’ diyoruz. Afgan burkası, Arap çarşafı, Türk başörtüleri... Dünyanın her yanında olduğu gibi Almanya’da da fundamentalist bir akım söz konusu. Sonuç olarak bu da bir konu ve bunu es geçemezdik. Almanlar gençlere alternatif sunmayı beceremedi, bir gelecek sunamadı. Sosyal ve politik alanda çok hata yapıldı. Şimdi çözüm arayışındalar. Radikal islam da bir mesele. Türk olmak da... Türk olmak bir meslek gibi Almanya’da. Bu meslekte sürekli sorgulanıyorsunuz. Almanlar hep bu hatayı yaptı. Uzmanlarla çalışmak yerine, kendilerinin doğru bildiği insanlarla çözüm bulmaya çalıştılar. Bizimle hiç konuşmadılar. Tüm bunları sanat aracılığıyla dile getirmeye çalışıyoruz.” Yaşamın Kıyısında filminde de geçiyor. Yeter’in yanına iki Türk geliyor. ‘Sen Türksün ve müslümansın. Bunu unutma ve buna göre yaşa’ diyorlar. Peki Almanya da... “Din baskısıyla ilgili öyle bir durum olduğunu söyleyemem. Ama Türklerin yaşadığı çevrede bir sosyal kontrol var. Bugün kültürümüz, gelenek ve göreneklerimizde, bizi hiç tanımayan erkekler dahi bize sahip çıkma, koruyup kollama güdüsüyle hareket ediyor. Sosyal alanda bir kontrol mekanizması olduğunu söyleyebilirim.” Türkiye ile ilgili projeleriniz neler? “Burada sinema dünyasıyla tanışmak, arka planlarında çalışmak istiyorum. Ne Türkiye’ye kesin dönüş yapmayı, ne de Almanya’ya yerleşmeyi düşünüyorum. Ben artık bir dünya vatandaşıyım ve nerede olmak istersem orada yaşayacağım. Her yerde soruyorlar, ‘Türk müsün Alman mısın’ diye. Ben bir kalıba girmek istemiyorum.” ‘Senden korktuğum kadar kimseden korkmadım’ Bu kötü adam rollerine nasıl bulaştınız? Sanırım artık siz kaçıyorsunuz, rol sizi kovalıyor? Ağır Roman’da geçen günlerde kaybettiğimiz Savaş Dinçel’e işkence yapan polistim. Hoşçakal Yarın’da rahmetli Tuncer Necmioğlu’nun yolunu kesen aşırı sağcı Yüzbaşı rolündeydim. Hatta bir Fransız tiyatrocu benim için “O adam askeri oynamamış, asker olmuş” gibi bir yorumda bulunmuştu. Zuhal Olcay’ın başrolünde olduğu Hiçbir Yerde adlı filmde iki polis vardı. Biri Bülent İnal idi diğeri de bendim. Kötü adamların kaderi tepki toplamaktır ve bu gündelik hayatta da yankısını bulur. Sokaktaki adamın size karşı tavrı ne? Örneğin bir gün bindiğim taksinin şoförü aynadan beni gördü ve “Ulan iyi ki öldün sen” diye söylendi. İstiklal Caddesi’nde yürürken liseli bir genç kız, bana “iğrençsin…” diye bağırdı. “Yuh sana be, babasını öldüren katil” diyerek hakaret edenler de cabası… Seyirciler kendilerini çok kaptırıyorlar ve karşılarındaki oyuncunun katil, sapık, tecavüzcü olduğuna inanıyorlar. Bu duruma hâlâ bir anlam verebilmiş değilim. Hatta kız arkadaşım eskiden beni TV’de görmüş ve “Dünya yansa ve bir adaya bu adamla birlikte düşsem bile asla onunla birlikte olmam” gibi bir laf etmiş. Beni en çok etkileyen ise Kurtlar Vadisi’nde birlikte oynadığımız 40 yıllık tiyatrocu Atilla Olgaç (dizideki rolü Kılıç) ağabeyimin eşinin söyledikleridir. Bana “Hayatım boyunca dünya kadar film izledim ama senin kadar kimseden korkmadım” dedi ve ekledi; ‘Çok iyi oynamışsın.’ Gen filminde akıl hastası Sadık’ı canlandırmıştınız. Bildiğim kadarıyla önümüzdeki ay sizi yine bir korku filminde izleyeceğiz? Evet. Hasan Karacadağ’ın yönettiği korku filmi “Semum”da rol aldım. Türkiye’nin ilk yaratık filmi olan Semum, 8 Şubat 2008 günü gösterime girecek. Karacadağ daha önce Dabbe’yi çekmişti. O, 9 yıl boyunca Japonya’da yaşamış, Japon yönetmenlerin öğrencisi olmuş. Hasan Karacadağ ile müthiş bir uyum yakaladık. Filmde bahçıvan rolündeyim ve… Neyse daha fazla anlatmayayım. Son söz; gerilim ve korku türünden hoşlananlar, eminim Semum’u büyük bir keyifle izleyecekler. Çizgi filmde de ‘kötü’ Sefa Zengin, 1968 yılında Malatya’da doğdu. Önce Hacettepe Üniversitesi Turizm ve Otelcik Bölümü’nü bitiren Sefa Zengin, 1991 yılında da İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’na girmeye hak kazandı. Konservatuarın tiyatro bölümünden 1995’te mezun olan Zengin, 1994’ten kapandığı 2001 yılına dek Dormen Tiyatrosu’nda profesyonel oyunculuk yaptı. Sefa Zengin, İstanbul Bilgi Üniversitesi oyuncularından oluşan Tiyatro Candela’nın sahneye koyduğu Karmakarşık, Popcorn, Kare As ve Oyun isimli oyunların yönetmenliğini de üstlendi. TÜRVAK’ta oyunculuk ve ses teknikleri eğitmenliği yaptı. Zengin’in Dormen tiyatrosundaki komedyenlik günleri, rol aldığı film ve dizilerle birlikte sona erdi. O artık lanetliymiş gibi uzak durulan kötü adamlardan biri olmuştu. En ünlü kötümüz Erol Taş’ın evinin taşlandığı günleri hatırlayın. Ne yazık ki, halkımızın oyunu gerçek sanmak gibi akıllara zarar bir huyu var. Sefa Zengin de bundan ziyadesiyle nasiplendi. Onun her rolün altından kalkabilecek kadar yetenekli olduğu su götürmez bir gerçek ancak böyle kalburüstü bir oyuncu uzun zamandır işsiz. Başta manken ve şarkıcılar olmak üzere herkesin oyuncu ilan edildiği ve hatta sanatçı sıfatına layık görüldüğü günümüzde bu hiç de şaşırtıcı değil. En son Bıçak Sırtı’nda tabiî ki katil rolünde izleyebildiğimiz Sefa Zengin bugünlerde hayatını seslendirme yaparak (en son önümüzdeki günlerde vizyona girecek olan Red Kit adlı çizgi filmde, meşhur Dalton kardeşlerden William’ı seslendirdi) kazanıyor.