19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 10 5/9/07 16:49 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK 10 8 EYLÜL 2007 CUMARTESİ rih Ta Savaşın ideolojk atmosferi eçen hafta Cumartesi günü, Dünya Barış Günü’nü andık. 1 Eylül, II. Dünya Savaşı’nın, 1939’da Nazilerin Polonya’yı işgaliyle başladığı günün yıldönümü. Ancak dünya bu tarihten önce olduğu gibi sonrasında da savaş illetinden kurtulamayacaktı. Tarihin böylesi temel bir sorunu olan savaşın ideolojik atmosferini, önceki haftalar ayrıntılarına girdiğim I. Dünya Savaşı özgülünde irdelemek istiyorum. ERDOĞAN Geleneksel dönemdeki savaşların ruhu dinsel ideolojilerce belirlenirken, AYDIN modern savaşların ruhu milliyetçilikti. Bütün dünyanın ilk defa topyekün savaşa girdiği bu atmosferde bu gerçekliği çok daha çarpıcı olarak görecektik. Milliyetçi böbürlenme ve düşmanlıklar sayesinde dünyanın en gelişmiş halkları, savaşı meşru görmekle kalmayıp gözü kara bir şekilde birbirlerini boğazlamaya koşacaklardı. Milliyetçilik işte bu vicdani kirlenme ve ölümleri bir ‘ideale’, bir ‘kahramanlığa’ çevirerek savaşı meşrulaştıran faktör olacaktı. Kendileri kozmopolit, uluslarüstü kurumlar olan İmparatorluklar, savaşı, halklarına milliyetçilik aşılayıp yurtseverliği istismar ederek mümkün kılacaklardı. Savaşı belirleyen bu ideolojinin ‘milli çıkar’ ve ‘vatan sevgisi’ gibi yaldızlarını kazıma yeteneği gösterdiğimizde karşımıza çıkan gerçek, büyük emperyalist tekellerin ve temsilcilerinin birbirleri kadar kendi halklarına da düşman olan nitelikleriydi. Avrupa halkları, işte bu yeteneği gösterip savaşa itiraz edemedikleri oranda, kendi çocuklarını savaş meydanlarında kaybedip diğer halkların çocuklarını öldürmek gibi çok ağır bir fatura ödeyeceklerdi. G HİROŞİMA UYGARLIĞIN İNCE KABUĞU “1914 yazında Avrupa’daki eğitimli ve akıllı insanların çoğu, mevcut koşullarda savaşa girmenin son derece akla uygun olduğunu düşünüyordu. Büyük bir heyecan, hatta coşku havası vardı. Sonunda savaş gelmişti ve tadı tam olarak çıkarılacaktı. Freud (bile), otuz yıldır kendisini ilk kez tam bir Avusturyalı hissettiğini açıklayacaktı. Habsburg İmparatorluğuna bir şans daha vermeye ve İmparatorluğun duygulu tutkuların odağı olmasının yolunun açılmasına hazırdı”. Macar yazar Ignotus ise, savaşa dair görüşünü, “Onsuz Osmanlı gibi biteriz!” diye belirtecekti. (Keith Robbins, I. Dünya Savaşı, s.13) Her yerde ulusal marşlar çalınıyor ülkeler baştan sona sayısız bayrakla donatılıyordu. Öğrenciler ve askerlere sürekli törenler yaptırılıyor, sokaklarda uygun adım ve marşlar eşliğinde dolaştırılıyordu. Bu koşullarda “Sırbistan’dan İskoçya’ya kadar yurtseverlik yükselen bir çığlık oldu. Toulouse’da kafe orkestraları, kalabalığın ‘Vive la France!’ (Yaşasın Fransa!) diye bağırarak tepki verdiği (Fransız milli marşı) Marseillaise’i çalmak için programlarını kes(iyordu).” (K. Robbins, age., s.29) Kimse hangi Fransa, kimin Fransa’sı diye sorma bilinci gösteremiyor, gerçek yurtseverliğin vatanını savaştan korumak, adil bir ülke kılmak olduğunu düşünemiyordu. Egemenler, barış yanlılarının halkın çıkarlarına yaptıkları vurgunun savaş planlarını bozamaması için, süreğen bir milliyetçi aşılama yapıyorlardı. Eğitim bu koşullandırmanın başlıca aracıydı. Bu bağlamda geçmiş yüceltilip kahramanlık destanları üretiliyor, yiğitlik türküleri ve marşlar besteleniyor, bayrak üzerine yemin ayinleri düzenleniyor, tarih yazımı bu amaç doğrultusunda sistematik şekilde istismar ediliyordu. Basın sansasyonel bir tarz benimsemiş ve potansiyel rakiplere karşı halkı kışkırtıyordu. Vatanseverlik, vatandaşın hakları ve vatanın saldırıdan korunması anlamından çıkarılarak, saldırı eksenli olarak istismar ediliyordu. Kamuoyunu, özellikle genç nesilleri kışkırtmaya yönelik hayali savaş ve kahramanlık kitapları üretiliyor ve kamuoyu yönlendirmeleriyle böylesi kitapların satış rekorları kırması sağlanıyordu. Böylece toplumlar eşitsizlik ve adaletsizlik gerçeğine yabancılaştırılarak ‘düşmanlara’ karşı koşullandırılıyor, şiddet meşrulaştırılıyordu. Bu ise silahlanma bütçelerinin ve askerlik süresinin arttırılmasını kolaylaştırıyor, halkın gerçek sorunları unutturuluyordu. ‘Uygar uluslar’ tam bir cinnet atmosferince teslim alınmışlar, militarizm ve milliyetçilik tek değer haline getirilmişti. Kralların bol madalyalı askeri kıyafetlerle resimleri yaygınlaştırılıyor, geçmiş, savaşçı imgeler ve düşmanlıklar temelinde güncelleştiriliyordu. Barıştan, en büyük hak ihlalinin ulusların egemenlerince yapıldığı gerçeğinden ve savaşa karşı uluslararası bir hakemlikten söz edenler ‘vatan haini’ ilan ediliyordu. Devletlerin eğitim ve propaganda aygıtları, bu gerilim sürecinde kendilerini ‘haklı’ ve ‘mazlum’ gösterirken, diğer yandan “kitleleri kahramanlık destanları okumaya, Almanya ve Fransa’da olduğu gibi yiğitlik türküleri söylemeye, Amerika’da olduğu gibi ulusal bayrak üzerine ayinler söylemeye, İngiltere’deki gibi ulusal geçmişi yüceltmeye” ve “şiddete olan yatkınlığı” arttırmaya çalışıyordu. Bu yönlendirmelerin kitlelerdeki olağanüstü etkisi ise, Ünlü ekonomist Keynes’in belirttiği gibi, “uygarlığın kabuğu(nun) çok ince” olduğunu gösteriyordu (I. Dünya Savaşı Ansiklopedisi, s.1617) GÜNDE 50 BİN SAVAŞ ŞİİRİ Avrupa halkları adeta aklını kaybetmiş, savaş cinneti geçiriyordu. Kayıtlar, “Ağustos 1914’te 1,5 milyon –günde 50 bin savaş şiiri yazıldı(ğına)” işaret ediyordu. (K. Robbins, age., s.28) Milliyetçiliğin bu etkinliği sonucunda, yabancı düşmanlığına kapılmayan çevrelerin çoğunluğu bile savaşa teslim oluyordu. Nitekim 30 Temmuzda Bürüksel’de yapılan Avrupa barış dernekleri toplantısı barış yerine barışçıların dağılmasıyla sonuçlanıyordu. Bu toplantı Alman barışçılarının “ülkelerinin özsavunma için savaştığına kesinlikle emin olduklarını ortaya” çıkarıyordu. (age., s.32) Herkes yaklaşan savaşın ayrıntılarına kendi egemenlerinin gerekçeleriyle yaklaşıyor ve böyle yaparak sadece barıştan değil, aynı zamanda ülkesinin gerçek çıkarlarından da uzaklaşıyordu. Bu ortamda tahmin edileceği gibi, “Kilise önderlerinin savaşı kutsama konusunda pek sıkıntıları yoktu. İngiltere’de, ulusun Prusya militarizmini sona erdirmek için ilahi olarak görevlendirildiğine ilişkin” bir inanç oluşmuştu. Almanya kiliselerinden ise, “uygunsuzların katledilmesinin hayır işi olduğuna” ilişkin dinsel açıklamalar yükseliyordu. Ağustos 1414’te Rus Ortodoks Kilisesinin ilahisi ise, “En bağışlayıcı Tanrı, düşmanı ayaklarımızın altında ez!” diye haykırıyordu. “AvusturyaMacaristan’da papazlar İmparatora sadakati vurgulamada örnek bir coşku sergiler(ken)”, Fransız Katolikleri de diğerlerinden geri kalmayarak, “Üçüncü Cumhuriyet için ölmeye, yaşamaktan daha büyük bir istek duyduklarını göstereceklerdi” (age., s.33) Bu cinnet günlerinde “sadece sosyalistler savaşın nedenini doğru teşhis edecek ve uluslararası düzeyde savaşı engelleyebilecek bir araca sahiptiler” ve 1912’de yapılan Basel Kongresinde, “kapitalistlerin kârı için proleterlerin birbirini vurmasını bir suç olarak gördüklerini” ilan edeceklerdi. (age., s.34) Ne ki Lenin ve Lüxemburg gibi sosyalist önderler emperyalist savaşın başlaması halinde onu iç savaşla devrime çevirmek konusunda kesin bir duruş sergilerken, işçi hareketinin emperyalist sömürüden pay alan kesimleri bu kararlılıktan hızla uzaklaşacaktı. Nitekim Kautsky ve Bernstein gibi önderleri üzerinden sosyalist çoğunluk savaş bütçelerine “evet” oyu verecek, Basel Kararını çiğneyerek, kendi egemenlerinin yükselttiği milliyetçiliğe teslim olacaktı. Böylece savaşı engelleyebilecek biricik uluslararası güç de böylece devre dışı kalınca, halklara ölüp öldürmekten başka seçenek kalmayacaktı. Albay Penelon kumaş keplerin yerine miğfer kullanılmasını önerdiğinde, general Joffre, “miğfer üretene kadar bekleyemeyiz, çünkü ben Almanları iki ayda mahvedeceğim” diye karşı çıkacaktı.” (Nur Bilge Criss, DoğuBatı, sayı 24, s.45) Ancak savaş uzadıkça uzayıp, savaşın vahşet ve travmaları arttıkça, militarist propagandaların yarattığı hayal dünyası gerçeklikle yer değiştirecek, coşku yerini savaşın travmasına bırakacaktı. Artık askerler kendi komutanlarınca infaz edilmek korkusuyla savaşıyor, fırsat bulduklarında da kaçıyor, ama savaş uzadıkça uzuyordu. Gerçi bu savaş, önceden yaşanan Otuzyıl, Yüzyıl savaşlarıyla kıyaslandığında ‘çok kısa’ sürmüştü. Ama silah teknolojisindeki gelişim nedeniyler onlarla kıyaslanmayacak denli korkunç bir yıkım getirecekti. “En geç Noel’de” bitmek üzere başlamış olan savaş, dünya savaş tarihinin, çok cephede ve 4 yıllık kesintisiz niteliğiyle o güne kadarki en korkunç savaşı olacaktı. Savaş teknolojisinin muhteşem araçlarıyla silahlanmış toplam 66 milyon askerin birbirine saldırısı sonucunda toplam 24 milyon insan ölecekti. Bunların 9 milyonu asker, 15 milyonu da sivil olacaktı. Sivil kaybındaki bu korkunç oran, hem savaş hukukunun ne denli ihlal edildiğinin hem de ahlaki kirlenmenin ne denli büyük olduğunun çarpıcı bir göstergesi olacaktı. Bunlara ek olarak 21 milyon da yaralı, sakat söz konusuydu. (Mahmut Boğuşlu, I. Cihan Harbi, s.22) Tecavüze uğrayan sayısız kadın, çocukların yaşadığı ağır travma, tahrip edilen ekonomik birikim ve doğa ise vahşet tablosunun kayda geçmeyen ‘ayrıntıları’ olacaktı. e MİLLİYETÇİLİĞİN ZAFERİ Yüzyılın başı milliyetçiliğin altın çağı olacaktı. Kuşkusuz ezilen ulusların hak mücadelesine de öncülük edecekti milliyetçilik; ancak bu dönemdeki asıl etkisi yayılma, asimilasyon ve tabii savaş olacaktı. Bu anlamda Dünya Savaş’ının gerçekleşmesi, bizzat milliyetçiliğin zaferi olacaktı. Öyle ki dönemin bilançosu olarak denilebilirki “milliyetçilikle emperyalizm, yapacaklarını yapmışlardır ortaklaşa.” (S. Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, 5. Cilt, S. 568) Dünya Savaşına giden süreçte milliyetçilik, hem emperyalist savaşı meşrulaştırmadaki başarısıyla hem de geç uluslaşan halkların kendilerine bir devlet kurma çabalarındaki rolüyle temel bir işlev görecekti. Bu ikinci işleviyle kuşkusuz ‘ilerici’ bir rol oynuyordu. Ancak savaşa giden dünyada bu rol, gerçekte rakip emperyalistlerin birbirinin altını oymada, dolayısıyla altı oyulan imparatorlukların savaşa daha büyük bir kaygıyla girmelerini sağlayan bir işlev görecekti. Nitekim Çarlık Rusyası, Avusturya ve Osmanlı gibi “halklar hapishanesi” (Lenin) devletlerin denetimindeki milliyetlerin meşru özlemleri ve bu özlemin rakip emperyalistlerce istismarı küresel bir istikrarsızlık ve savaşın nedeni olacaktı. Ezilen ulus milliyetçiliklerinin rakip emperyalistlerle girdiği ilişkiler ve amaçlarını gerçekleştirme yolunda uyguladıkları insan hakları ihlalleri de, sürecin bütününde korkunç bir kirlenme yaratacaktı. Öyle ki ne AvusturyaMacaristan’daki Sırpların, ne Osmanlıdaki Ermenilerin meşru hak talepleri bu süreçte temiz kalamayacaktı. Tabii bu gerçeklik, onları ne pahasına olursa olsun kendine tebaa tutmak isteyen imparatorlukların izlediği kıyım ve sürgün politikalarını asla meşrulaştırmıyor. Üstelik farklı halkları boyunduruklarında tutarak kendi çağdışı varlıklarını sürdürmeye çalışan imparatorluklar, kendi halklarına da, milliyetçilik (ve dincilik) istismarıyla ölüme sürmekten başka bir şey vermeyeceklerdi. ç COŞKUDAN TRAVMAYA Avrupa’nın savrulduğu bu cinnet ortamında herkes ötekinin karşı mutlak zafere inanıyor, üstelik bunun çok kısa zamanda gerçekleşeceği gibi aptalca hayallere kapılıyordu. “Fransız askerleri, kendilerini cepheye götürecek olan trenlere binerken vagonların üzerine ‘Berlin’e!’ yazıyorlar, İngilizler ‘bu iş yıl sonuna biter!’ diyorlardı. Berlin’de Kayser ise, teftiş ettiği birliklerine ‘sonbahar yaprakları ile birlikte, zaferle Berlin’de olacaksınız!’ kehanetinde bulunuyordu” (Oral Sander, Siyasal Tarih, s.260). Öyle ki Fransız generaller, askerlerini Fransız bayrağının ‘şerefli renklerini’ taşıyan üniforma ve başlıkla savaştırarak yüzbinlerce gencin kolay hedef olmasına neden olacaklardı. eaydin?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle