19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 10 1/8/07 17:00 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK 10 4 AĞUSTOS 2007 CUMARTESİ rih Ta Dünya savaşı neden yaşandı? Dünya Savaşı’na dair analizlerin çoğu, savaşın başlama nedenini, askeri siyasal gelişmelere ve yöneticilere bağlayarak işin emperyalist paylaşım niteliğini olabildiğince bulandıran bir yaklaşım sergiler. Bu korkunç felaketin nedenlerine ilişkin, genellikle dönemin “diplomasi sistemi”, “bloklaşma ve silahlanma”, “güvensizlik” öne çıkarılır. Bu çözümlemelerin çoğunda, savaşın nedeni olarak emperyalist kapitalist çıkar ilişkilerine işaret eden sosyalistlere yollamalar negatiftir: “İddia ERDOĞAN yapılan edildiğine göre ‘kapitalistler’ kendi kişisel ve denizaşırı yatırımlarını ve AYDIN ticaretlerini garantilemek için çeşitli manevralarla dış politikayı etkilemişler, silah fabrikalarının işler durumda olması için silahlanmayı teşvik ederek dünyayı savaşın içine itmişlerdi. Tarihçiler bu tartışmanın gerçeğe uygunluğunu bir yana bırakmışlar, savaşın çıkış nedenlerini böylesine geniş çaplı ekonomik çıkarlar açısından yorumlamaktan kaçınmışlardır.” (I. Dünya Savaşı Ansiklopedisi, s.6) Kapitalistlerin sorumluluğuna işaret eden çözümlemeleri böyle kolayca “bir yana bırakan” tarihçilerin nesnelliği ciddi anlamda sorgulanmak zorunda. Böylesi çözümlemelerin güncel bir versiyonunu, Irak’ın işgalini bir “demokrasi ve uygarlık götürme” girişimi olarak tanımlayan siyasal analizlerde de gördüğümüzü özellikle anımsatmalıyım. Böylesi bir yaklaşım, en vicdanlı olanlarımızı bile, yaşanan felaketleri yöneticilerin özellikleriyle açıklamaya yöneltir; ki bu da bizi, yaşananların sadece uygulayıcı ve başlatıcılarını yargılayan, ama onları ortaya çıkaran nedenleri görmemizi engelleyen bir yüzeyselliğe iter. Esasen savaşın emperyalistler arası yeniden paylaşım arayışının sonucu olarak ortaya çıktığı gerçeğinin böylesi eksik çözümlemelerle bulandırılması, emperyalizmin süregelen egemenliğini sorgulama dışı bırakma kaygısınca belirlenmektedir. Özellikle resmi ve sağcı tarih yazınları, savaşın büyük kapitalist tekellerin gözü kara rekabeti ve kâr hırsları yüzünden çıktığı gerçeğini görmezden gelerek bizi savaşın ayrıntılarına boğuyorlar. Son tahlilde ekonomik çıkarların yansıması veya yol açıcısı olan egemen siyasete dair kavrayışımızı da bulandıran böylesi analizlerin en önemli sonucu ise, biz yurttaşların gerçeklikten koparılarak, kendi kaderimize hükmedebilecek bir bilinçten yoksun bırakılmamızdır. Böylesi çarpıtılmış bir bilinçle savaşa taraf olanlar, rakip ulus, devlet ve yöneticilerin emperyalist emellerini suçlarken, aynı nitelikteki kendi egemenlerinin ‘haklı’ ve ‘mazlum’ olduğuna inanan bir çifte standarda mahkum oluyorlar. Dünya savaşının hemen öncesinde Avrupa halklarının yaşadığı asıl felaket de buydu. Kendi emperyalist egemenlerinin yedeğinde ölmeye ve öldürmeye koşanlar, kendilerini diğer uluslarca ‘saldırıya uğramış’, ‘haklı çıkarları engellenmiş’ ve savaşa ‘mecburen’, ‘ulusal çıkar’ ve ‘onur’ için katılmak zorunda kalmış olarak göreceklerdi. Bu topyekün aldanışın dünkü faturası milyonlarca ölü, günümüzdeki faturası ise, yüzyıl sonrasında dünyamızın barıştan hâlâ uzak mevcut gerçekliğidir. I. oranında arttırırken, İngiltere, 7.681 bin tondan sadece 10.033 bin tona çıkabiliyordu. Yine 18871912 arasında İngiltere ve Fransa dış ticaretini yüzde 200 oranında arttırırken Almanya yüzde 300 oranında arttıracaktı. “Kolonileri olmadığı halde Almanya, 1910’da Avrupa’nın en büyük sanayi ülkesi” olmuştu. (Bkz. İ. Ortaylı, age, s.1633) Salt bu kıyaslama bile nasıl bir eşitsiz gelişmeyle karşı karşıya olunduğunu ve bu gelişimin emperyalist çıkarlar çerçevesinde dünyayı nasıl bir yeniden paylaşım savaşına ittiğini göstermeye yeter. 1913’te Almanya ithalatının yüzde 87’sini hammadde ve yiyecek teşkil ederken (bu oran Fransa’da yüzde 80, İngiltere’de yüzde 80 idi) ihracatının yüzde 66’sını endüstri malları (bu oran Fransa için yüzde 60, İngiltere için yüzde 66 idi) oluşturuyor”, bu ise onun diğer emperyalistler kadar büyük bir sömürge ağına olan gereksinimi gösteriyordu. (F. Armaoğlu, 20.yy. Siyasal tarihi, s.80) Oysa Almanya bu olanaktan yoksundu ve o dönemin sömürgeciliği başkalarına kapalıydı. Bu ise barışçıl yollardan kendine genişleme alanı kuramayan Alman emperyalizmini savaş arayışlarına yönlendiriyordu. e ç SAVAŞ HAZIRLIKLARI sergilemekle birlikte, dengelerin değişmesinden en büyük zararı göreceğinin bilinciyle statükoyu korumaktan yana bir tutum sergileyecek ve bu temelde yükselen Alman emperyalizmine karşı Fransa’nın Rusya ile ittifakını kendi stratejik çıkarları gereği destekleyecekti. Aynı süreçte Almanya’nın Fas’ı kendine mâletmek için 1905’te başlattığı atılım, İngiltere ve Rusya’nın, Fransa ile sergiledikleri dayanışmayla başarısızlığa uğratılacaktı. Osmanlı topraklarının sömürgeleştirilmesi konusunda süren kavga ise, Abdülhamit’in işbirlikçi politikası sonucunda Almanya lehine gelişim gösteriyor, bu da Osmanlı’nın önceki egemenleri İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Almanya ile olan gerilimini arttıran bir diğer faktör oluyordu. Bu ortamda atılan her yeni adım savaşı daha da zorunlu hale getiriyordu. Almanya’nın Fas krizinden çıkardığı ders, emperyalist meşrebine uygun olarak, yaşamsal gereksinim duyduğu yayılma için daha çok silahlanıp rakiplerinin hakkından gelecek bir savaşa hazırlanmak olacaktı. Almanya’nın, sömürgeci yayılması için olmazsa olmaz koşul olan donanmasını hızla güçlendirmesi ise, İngiltere’nin Fransa ile yakınlaşmasını arttıran bir etki görüyordu. Büyük tekellerin kimi ortak faaliyetleri ve rakip emperyalistlerin kimi uzlaşmalarına karşın milliyetçiliğin ve diplomasinin ataklarıyla gelişen rekabet günden güne artıyordu. Avrupa diplomasisi artık yeniden paylaşıma hazırlık ve bloksal tahkimat aracı olurken, dünya savaşına yönelik askeri planlama ve tabii silahlanma da görülmemiş bir hızla artıyordu. Savaş öncesi sürecin genel tablosu şöyle özetlenebilir: İngiltere ve Fransa Amerika dışındaki (Monroe Doktrini çerçevesinde Kuzey ve Güney Amerika ABD’nin egemenlik alanı haline gelmişti) dünyada geniş bir sömürge egemenliğine sahipti. Onların müttefiki olarak savaşta yer alacak olan Rusya ise değerlendirebileceği alandan çok daha genişine sahipti. Ancak onun da stratejik nedenlerle boğazları ele geçirmek ve İran üzerinden Basra’ya uzanmak gibi ciddi arayışları vardı. Ancak bu dünya gerçekliğinde savaşın asıl nedeni Almanya’nın hızla büyümesi ama bu büyümeye karşılık gerek hammadde gerek Pazar olarak ihtiyaçlarının çok gerisinde bir egemenlik alanına sahip olmasıydı. KORKUTUCU YÜKSELİŞ Prusya devletinin öncülüğünde ancak 1871’de ulusal birliğini sağlayabilecek olan Almanya, görülmemiş bir hızla sanayi imparatorluğuna dönüşecekti. Bu gelişiminin akabinde hızla pazar, hammadde ve sermaye ihraç gereksinimi yaşamaya başlayacak, bunu karşılayamadığı oranda kâr hadleri düşmeye başlayacaktı. Onun gereksindiği şey diğer emperyalistlerin elindeydi ve işte bu temelde şekillenen çelişki yeni bir dünya savaşının asli nedeni olacaktı. Bu gereksinimi realize etmek üzere milliyetçilik beslenecekti. Egemen olduğu topraklarda başka uluslar barındıran diğer emperyalistlerden ayrımla Alman milliyetçiliği, diğer devletlerin sınırlarında kalan kendi doğal alanına ulaşma çabasının gerilimini besliyor ve bunu zorunlu kılan devasa bir sanayileşmeyle destekleniyordu. Fransa’dan farkla kendi aristokratlarıyla kavga ederek değil, tersine onların (Junkerler) ve Prusya devlet aygıtının öncülüğünde yaşadığı dönüşümle belirleniyordu. İşte bu gelişimin ve onun ortaya çıkardığı ihtiyaçların sonucu olarak İmparator II. Wilhelm, bu sürecin gereği olarak Bismark’ı ekarte ederek (1890) dünyanın mevcut ‘adaletsiz’ düzenini tehdit eden bir güce dönüşecekti. Bismark’ın yerine başbakan olan Prens Bülow, “Almanya hiç kimseyi gölgeye itmek istemiyor, ama güneşteki yerini almaya da kararlıdır” sözleriyle, Alman emperyalizminin yeni dönemdeki tavrını belirginleştirecek, adeta sömürge ve imtiyaz avına çıkacaktı. (İ. Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, s.16) Bizde 93 Harbi diye nitelenen savaş (1877) sonrasında, başarılı bir diplomasiyle Rusya’nın Balkanları belirlemesini engelleyen Almanya, bunun sağladığı özgüvenle egemenlik alanını diğer emperyalist ülkeler aleyhine adım adım genişletecekti. Burada hiç kuşkusuz sanayileşme hızı belirleyici olacaktı. Üretimini arttırma hızında rakipleriyle kıyaslandığında bu durum net olarak görülür: Çelik üretimin, 1886’dan 1910’ kadar 954,6 bin tondan 13.698,6 tona çıkararak yüzde 1,335’lik bir artış sağlarken, aynı dönemde İngiltere Çelik üretimini 2.403,2 bin tondan sadece 6.106,8 bin tona çıkarabilecekti. 1910’da İngiltere ile birlikte Fransa, Rusya ve Belçika’nın toplam üretimi ise 13.296,6 ile Almanya’nın gerisine düşüyordu. Dökme demir üretiminde de keza Almanya 1887’de 4.024 bin ton olan üretimini 1911’de 15.574 bin tona çıkararak yüzde 287,6 eaydin?cumhuriyet.com.tr EMPERYALİSTLER ARASI GÜÇ KAVGALARI 1871’deki yenilgi sonrasında AlsaceLoraine’i Almanya’ya kaptırmış olan Fransa, Avrupa dışındaki sömürgelerini korumaya yönelik daha çok silahlanma ve Rusya ile stratejik ittifak çizgisine oturacaktı. Balkanlara hakimiyet konusunda süren büyük rekabette, Avusturya’nın BosnaHersek’i ilhak etmesine karşılık, Rusya, Sırp milliyetçiliğini destekleyip Avusturya’yı istikrarsızlaştıracak, buna karşılık Avusturya da, kendi Sırplarının hakkından gelmek için Sırbistan’ı ilhak arayışına girecekti. Dünyanın en büyük sömürgeci gücü olan İngiltere ise bu süreçte belli bir ‘tarafsızlık’ Sömürge alanlarının, uluslararası ticaretin, üretim teknolojisinin, tarımsal üretimin, para dolaşımının gelişmesi sonucunda, Avrupa’da o güne kadar görülmemiş bir sanayileşme ve sermaye birikimi oluşmuştu. Bu sermaye birikimi ihraç edilebileceği sömürgelere olan gereksinimi arttırırken bankacılık sektörü de hızla büyüyerek ciddi bir uluslararası politik aktöre dönüşüyordu. Aynı bağlamda sanayileşme de, hammadde ihtiyacı ve mamul mal ihracatı için denetim altında sömürgelere olan ihtiyacı arttırıyordu. Tüm bunlar sömürgelerin denetimi ve yeniden paylaşımı için emperyalistler arası rekabeti arttırıyor, bu noktada üstünlük elde etmek için silahlanmaya yöneltiyordu. Bunların yanında silah teknolojisi ve ulaşımın gelişimi de, dünyayı küçülterek emperyalistlerin daha sık karşı karşıya gelmelerini beraberinde getiriyordu. “Büyük devletlerin izlediği politikaların ortak niteliğinin emperyalizm olmasından dolayı, Avrupa’daki emperyalist çelişmeler düğümünü ancak savaş çözebilirdi. Tekelci Alman sermayesinin tüm grupları, I. Dünya Savaşı öncesinde, gittikçe daha fazla bir savaş yükümlülüğü altına girmeye başladılar. Silah tekelleri 1914 başlarından beri (artık) savaşa hazırlanıyorlardı. Alman militaristleri 1914 Martından sonra seferberlik planlarını hazırlamaya başladılar; savaş hazırlıkları 1914 yazında tamamlanmıştı. Alman emperyalistleri, karşı konulamayacak bir yıldırım savaşıyla Fransa ve Rusya’yı ezeceklerini, daha sonra İngiltere’yi de yenilgiye uğratacaklarını sanıyordu ve (bu süreçte) İngiltere’nin bir uzlaşmaya varmak amacıyla, tarafsız bir bekleyiş içinde kalacağını umuyorlardı. Bu savaş, doğal olarak Yakındoğu’yu Alman finans kapitalinin ellerine bırakacaktı. Savaş için yeterince silahlanıldığına inanıyorlardı, eksik olan bir bahaneydi yalnızca. Saraybosna suikastı işte bu bahaneyi de sağlayacaktı.” (L. Rathmann, Berlin Bağdat, s.120) Böylece benzeri krizleri barışçıl diplomasi ve kısmi savaşlarla atlatmış olan Avrupa, bu suikastla topyekün savaşa sürüklenecekti. Özetle “I. Dünya Savaşında tekelci Alman sermayesi, Avrupa’daki önemli bölgeleri zaptetmek, Afrika ve Asya’daki sömürge imparatorluğunu genişletmek ve dünyanın köklü biçimde yeniden paylaşımını kendi lehine çözüme bağlamak için savaştı.” (age., s.124). Diğerleri de ellerindeki sömürge ve imtiyazları yükselen Almanya’ya kaptırmamak için…
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle