22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 10 22/8/07 15:09 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK 10 25 AĞUSTOS 2007 CUMARTESİ rih Ta Bektaşiliğin yapıbozumu eçen hafta Hacıbektaş şenlikleri nedeniyle Bektaşı Veli’ye dair üretilen efsanelerden söz etmiştim. Bu efsaneleri esas almamız halinde ‘bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlık’ diyen bu Anadolu bilgesini, tarihsel gerçekliği ve misyonuyla anlayamayacağımıza işaret etmiştim. Osmanlı iktidarının çıkarlarına göre yeniden kurgulanmış bu gerçek dışı ‘Hacı Bektaş’ı kılavuz edinenlerin de Onun olmazsa olmazı olan hümanist, barışçıl, ERDOĞAN ama aynı zamanda hak ihlallerine karşı Babai kimline tümüyle yabancı çıkarlaAYDIN rın aracı olacağını vurgulamıştım. Bu noktada Bektaşi misyonu ve tarihsel gerçeklere ters efsanelerin, Vilayetname olarak yazılı ‘kaynak’ haline getirilmesinin neden ve sorumluluğunu da aydınlatmaya ihtiyacımız var. Bunun için söz konusu yabancılaşma sürecinin yaşandığı Osmanlının kurumlaşma sürecine gitmemiz gerek: e G imparatorluğu bile sallayabilecek bir potansiyele sahip olduğunun somut göstergesi olan Selçuklu dönemi Babaî Ayaklanmasının anıları henüz tazedir. DÜNYALIK İÇİN EHLİ MANSIBA VARMA! Başta Edebâli olmak üzere Osmanlı’nın kurucu aklı, bizzat o ayaklanmanın kılıç artıklarını da içerdiğinden, baba ve dedelerince kullanılmış silâhın dönüp kendisini vurması olasılığına karşı tedbir üretecek bir bilinç sahibidir. Dolayısıyla kurumlaşma ve ayrıcalıklarını halka kabul ettirmek için sadece Sünnî hukuku ve halkı tebaalaştırıcı bir inanç olarak Sünnîliği yaygınlaştırmakla yetinmeyecek, aynı zamanda çoğunluğu oluşturan bu Bâtıni inanç alanının da bir şekilde devlete bağlanması ve kontrol edilmesine çalışılacaktı. Bu sürecin sonunda Osmanlı, kendini kızıl börklü halktan ayırmanın kurumlaşması olan ak börklü Yeniçerinin silahlı gücü yanında bu derviş ağırlığını da yedekleyerek, egemenliğinin belki de en kritik aşamasını atlatacaktı. Bunun sonucu olarak Bektaşîlerin önemli ismi Abdal Musa, iktidarla bütünleşen dervişlere karşı azınlık kalma ve Osmanlı’nın kuşatıcı baskısına dayanamayarak Osmanlı egemenlik alanının terk etmek zorunda kalacaktı. Orhan Bey’in, pasif bir dini hayatı kabul etmesi karşısında Bursa kaplıcaları çevresinde tekke ve arazi teklifini reddedip Antalya’ya göçen Abdal Musa, geride, Kızılbaş geleneğin önemli sözleri arasına girecek olan şu öğüdü bırakacaktı: “Zahir padişahına karıp (yakın) olma. Dünyalık için ehli mansıba varma (mevki sahibi kimselere yüzsuyu dökme), meğer ki irşat ola (aydınlanmış ola). Maslahat (dünya işleri) içün vezir ve ricalin kapusuna varma. Elden geldikçe yalnızca nimet yeme; Tarikat pirdaşını ve karındaşını ayru görme. Kallaş ve pirsiz adamlarla yoldaş olma!” (Abdal Musa Velâyetnamesi, s.46) Abdal Musa, sadece siyasal etkinliğiyle değil, aynı zamanda Bektaşî tarikatının ilk gerçek örgütlenişi ve etkinliğinde de en öndeki şahsiyettir. Mehmet Eröz, Asıkpaşazade’den hareketle, “Bektâşi Veli’nin şeyhlik yapma ve mürit elde etme gücünde olmayan, kendi halinde meczup bir derviş olduğu, fakat Hacı Bektaş’ın ölümünden az sonra, birçok ‘mürit ve muhibbinin’ ortaya çıkmış bulunduğunu ve bu kimselerin Bektaşî adını alan bir tarikata mensup oldukları” (Türkiye’de Alevîlik Bektaşîlik, s.58) bilgisini aktarır. Bu süreçte Abdal Musa, Bektâşı Veli’nin, “kerameti kendine gösterilip miras bırakılmış” olan karısı veya kızı Hatun Ana (Kadıncık Ana)’nın muhibbi ve onun üzerinden halifesi, bu bağlamda Bektaşîliğin Osmanlıların kurumlaşma alanındaki bilinen en önemli şahsiyettir. İşte Bektaşîliğin, ilk yayılması ve örgütlenmesinde bu işleviyle Abdal Musa, Osmanlı’dan ayrılırken, geride kalan ve Yeniçeri üzerinden Osmanlı ile bütünleşenlerin Bektaşîliği ise özünü yitirmiş bir ‘Bektaşîlik’ olacaktı. Böylece Bektaşi prestijinin Osmanlının halk üzerindeki etkisinin kurumsallaştırılması için istismarı yanında, bu çok önemli geleneğin devlet sistemi içine alınarak kontrolü sağlanmış oluyordu. Dolayısıyla devlet açısından KızılbaşBâtıni inanç, geçiş aşamasının sorunlarını çözen, yolu düzleyen bir fonksiyon üstlenmiş oluyordu. Aynı uygulama, Balkanların kolonizasyonunda Bektaşîlere yüklenen merkezi sorumlulukta da karşımıza çıkar. Nitekim Balkanlar, bu muvazaalı ‘Bektaşîlik’ açısından geniş bir yayılma alanı olurken, özgünlüklerini sürdürmek isteyen diğer Bektaşi ve Alevîler, giderek artan ağır bir baskı altında alınacaklardı. 1826’daki Yeniçeri tasfiyesine kadar İstanbul’daki bu resmi Bektaşî dergâhları tam bir özgürlük içinde kurumlaşırken, Anadolu’da Kızılbaşlar ve onlarla örtüşen Bektaşi, Kalenderi, Hurufi, vb. çevreler yoğun bir Sünnîleştirme baskısına uğrayacak, inancında direnenler ise, ‘haklarında defter tutulup’ katledileceklerdi. ç CİHAN BU GİBİLERLE DOLU Başka halkların birikim ve topraklarına el koyma siyaseti temelinde gelişen Osmanlı devleti, kurumlaşırken bir dizi değişime gidecekti. Bu kapsamda, içinden çıktığı Türkmen halktan kendini ayıracak, onları tahakküm altına alıp hareket alanlarını kendi çıkarına göre daraltacak, fethettiği toprakların kolonizasyonuna gidecekti. Bunun için özellikle iki alanda kurumsallaşmaya yönelecekti: Bunlardan birincisi devletin ideolojik aygıtı olarak dinsel alandı ve dışarıda fethi, içeride kullaştırmayı öngören medrese geleneği üzerinden kurumsallaştırılacaktı. İkincisi bunları kurumsallaştırabilmesi için profesyonel bir silahlı güç olarak Yeniçeri teşkilâtının kurulması yoluna gidecekti. İşte bu dönüşümlerin neden olacağı tepkileri azaltmanın bir diğer aracı olarak da, halkın içinde saygınlığı ve etkinliği olan kurumlardan azamî yararlanma politikası izleyecekti. Söz konusu dönemde Anadolu, gerek batılı gerek doğulu gözlemcilerinin de belirttiği gibi, ezici çoğunlukla “ehliSünnet harici” Bâtıni toplulukların yaşam alanıdır. 14. yüzyılda Nigidi Kadı Ahmet’in belirttiği gibi, “cihan bu gibilerle dolu”dur. (T. Akpınar, Tarih ve Toplum, Sayı 82, s.15). Bu nedenle Osmanlı, halkın büyük çoğunluğunun Bâtıni dinsel tercihleriyle örtüşen, halktan büyük saygı gören Bektaşîlikten, devletleşmesinin meşrulaştırılmasında faydalanılacaktı. Bu yolla, kökü Baba İshak Ayaklanması’nda ve bizzat halkta olan bu muhalif potansiyelin, kendine yabancılaştırılarak sistemin güvenlik supabı haline getirilmesi amaçlanıyordu. Bu dönemde henüz kurumsal bir kimlik kazanmamış olan Bektaşî Dergâhı ve babalarının önemli bir kesimi, en önemli Bektaşî önderi Abdal Musa’ya rağmen, Osmanlı’nın girdiği yabancılaşma sürecinin işbirlikçisi konumuna düşürülecek, kendi değerleri yerine bu fetih devletinin talanına ortak edilecek veya zorla buna boyun eğdirilecekti. Böylece Bektaşi ağırlığı Osmanlı dönüşümüne ortak olacak, hem Balkanlar’ın kolonizatörü hem de Yeniçeri’nin eğitmeni olarak Osmanlının sivil uzantısı olacaktı. rece eklemlenmesi bir realitedir. Ancak bu sürece eklemlenmesiyle birlikte Dergah, pirine, bir kısım kurucusuna ve tabii değerlerine yabancılaşacaktır. Bâtıni halkın içinden çıkan, üstelik bu geleneğin en saygın isimlerinden birinin adını sürdüren bu dergâhın Osmanlı işbirlikçisi, daha sonra da kendi insanlarının katline araç üretmesi ağır bir gölge olacaktır. Gerçekten de ‘72 milleti bir’ gören, ‘eline beline diline hâkim olmayı’ temel düstur yapan, ‘incinsen de incitme’ diyen bir önderin isminin yayılmacı ve talancı bir despotizme payanda yapılması trajik bir durum oluşturur. Bundandır ki kendilerini Bektaşi geleneği içinde konumlandıran yazarların çoğu, soruna dair; kâh Yeniçerinin kuruluştan sonra Bektaşî Dergâhı’yla ilişkilerinin koptuğu, kâh Bektaşîliğin Yeniçerilerle hiç ilişkisi olmadığı gibi anlaşılır, ama doğru olmayan yorumlar geliştirir. Oruç Bey tarihine göre, Bektaşîler ile sıkı bir bağ içinde olup derviş yaşamı sürerek yönetim yetkilerinden feragat etmiş olan Orhan Gazi’nin kardeşi Ali (Alâeddin) Paşa, Yeniçeri Ocağı’nın Bektaşî Dergâhı’na bağlanmasında temel bir işlev görecektir. “Ey kardeş diyecektir Ali Paşa kardeşi Orhan’a Bütün askerin kızıl börk giysinler. Sen ak börk giy. Sana ait kullar da ak börk giysinler. Bu da âleme nişan olsun demişti. Orhan Gazi de bu sözü kabul edip adam gönderdi. Amasya’da Horasanlı Hacı Bektaş’tan izin alıp ak börk getirtti” (Oruç Bey Tarihi, s.34) BÂTINİLİĞİN MAHİYETİ Böylece Osmanlı kurumlaşması halkın bu en saygın ve etkin akımıyla ilişkilendirilirken, Bektaşi kadrolar da dışarıda ve içeride halkların fethi ve denetimi için kullanılacak ordunun askerlerine döndürülecekti. Bu süreçte Abdal Musa gibi azınlıkta kalan bir kesim hariç, Bektaşi babaların çoğunluğu, Osmanlı kurumlaşmasının halktaki meşruiyet payandası olur. Özetle kendine yabancılaştırılmış Bektaşiler, fethedilen toprakların kolonizasyonu, devşirmelerin kültürel dönüşümü ve eğitimi fonksiyonunu da yerine getirecek, bunun karşılığı olarak da Dergâh, devlet desteğinde hızla kurumlaşacaklardır. Bu ilişki üzerinden aynı zamanda Bâtıni halkın sisteme entegrasyonu sağlanmaya çalışılırken, Bektaşi denetimine girmeyen diğer Bâtıni tarikatlar ve tabii Kızılbaş halkın ensesinde boza pi ÂLEME NİŞAN OLSUN eaydin?cumhuriyet.com.tr Bu bağlamda Osmanlı tarih yazımı, Yeniçeri teşkilatını kurma izninin bizzat Hacı Bektaş’tan alındığı söylencesi geliştirir. Oysa geçen hafta da işaret ettiğim gibi bu iddia doğru değil; hem Bektâşı Veli bu karardan çok önce, bırakalım Orhan’ı, Osman Bey iktidarından bile 30 yıl önce, 1271’de ölmüştür. Buna rağmen bu gerekçelendirme, denetim ve fetih gereksinimiyle Yeniçeriye ihtiyaç duyan Osmanlı egemenliğinin durumu meşrulaştırma amacını taşımaktadır. Aşıkpaşazade ise ‘iznin’ Abdal Musa tarafından verildiğini söyler, ki bu yargı da, birazdan göreceğimiz gibi yanlıştır. Bununla birlikte Yeniçeri kurumlaşmasıyla birlikte kurumlaşan Bektaşî Dergâhı’nın sü şirilecektir. Bektaşi geleneği içinde, Osmanlıya karşı tavır konusunda ayrışma ve iktidarla gerilimler de bu sürecin kaçınılmaz yansıması olacaktır. Nitekim Mustafa Akdağ, egemenin penceresinden bu gerilime işaret eder: “Daha Orhan zamanında, bol imaretler tesis olunmasından ve ulema ile şeyhlere pek ziyade hürmet gösterilmesinden dolayı, yeni fethedilen Marmara sahasına doğrudan pek çok derviş gelerek tekkeler kurmuş ve cihet’ler elde etmişlerdi. Fakat Bâtıniliğin mahiyeti icabı, bunlar derhal halk arasında propagandaya girişip, bir takım fesat hareketlerin tertibine çalışmaktan kendilerini alamadılar. Böylece Bursaİznik vesair muhitlerde siyasî ve içtimaî düzen tehlikeye maruz kaldı. Sultan Orhan‚ ‘Işıklar’ denilen bütün abdalları yakalatarak şuraya buraya sürdürdü. Kemal Paşazade’nin ifadesine göre, İnegöl civarında tekkesi olan Geyikli Baba, Turgut Alp adındaki gazinin (İnegöl’e tımar üzere sahipti) dürüstlüğüne şahitliği sayesinde kendini kurtardı ve hatta yeniden taltif olundu. Anlaşılıyor ki vaktiyle Selçuklular devrinde tehlikeli isyanlarını gördüğümüz Batıniler, Osmanlı rejiminin ilk başladığı yerlere daha yayılarak, aynı hareketi tekrarlamak istemişlerdi...” (Türkiye’nin İktisâdi ve İçtimaî Tarihi, C.I, s.340) Bu ayrışma kaçınılmazdı; çünkü Bâtıni inanç, gazanın sistematizasyonu, ötekinin düşmanlaştırılması, yöneticilerin aristokratlaşması (ak budun haline gelmesi) ve sınıf ayrıcalıklarını yasallaştırıp pekiştirmesine uygun değildi. Oysa devletleşme aynı zamanda kendi otorite ve ayrıcalıklarının halk nezdinde pekiştirilmesi, kabile eşitlikçiliğinden halkın kullaştırıldığı yeni bir ilişkiye geçiş demekti. İşte bunun sonucu olarak Osmanlı’nın, devletleşmeyi müteakip Kızılbaş gelenekten Sünnî geleneğe, babaozan şeyhlerden ulemaşeriatçı şeyhlere doğru tercihte bulunması kaçınılmazdı. Ancak Osmanlı, Türkmenler ve onların etkisiyle din değiştiren Rumi halkı üzerinde büyük etkisi olan Bektaşî dervişlerden de dışlanmak istemiyordu; çünkü bu dervişler, ya henüz kurumlaşan devletin halk üzerinde yeri doldurulamaz toplumsal kontrol aracı olacaklardı ya da tam tersine, onun kurumlaşma ve ayrıcalıklarını dayatmasına karşı halk direnişinin dinamikleri. Onların en baştan tavır alacağı bir Osmanlı’nın kurumlaşması çok daha zor veya imkânsızdı. Bu dervişlerin bir
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle