19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 07 28/3/07 15:02 Page 1 CUMARTESİ EKİ 7 CMYK 31 MART 2007 CUMARTESİ 7 Kadınlar da polisiye yazar ‘Binbir Gece’ dizisinin hırçın gelini Füsun rolündeki Yonca Cevher Yenel, tek bir karaktere takılıp kalmak istemiyor 15 yıldır gazetecilik yapan Sibel Köklü’nün ilk romanı Yalan Dünya, kurgusu bizden hikâyelerle döşeli tam bir Türkiye panoraması... çinde çatışmalar, patlamalar ve şiddetin olmadığı, kan revan içinde geçmeyen tam da Türkiye panoramasını yansıtan bir polisiye romanla karşımıza çıkan Sibel Köklü, romanın baş karakteri Rüya Keskin gibi gazeteci. İlk kitabı Yalan Dünya ile gazeteci yazar kervanına katılan Köklü, 2001 ekonomik krizin ZUHAL etkileri halen devam başlamış AYTOLUN ederken romanı yazmaya. İçi boşaltılan bankalar, işten çıkarmalar, polis ve gizli servis elemanları, gazeteciler, kirli ilişkiler, bilinmezler ve çıkmazlar... Bunun yanı sıra medya sektörüne ait dikkatli gözlemler ve tam da Türk işi bir aşk hikayesi... Köklü’nün polisiyesinin en ilgi çekici yanı da yüzde yüz bizden oluşu. Yayıncı da tam bu noktada karar vermiş kitabı basmaya. Seri halinde yayımı devam edecek gazeteci Rüya Keskin hikayelerinde her iki tarafında içi rahat görünüyor; “Bu ülkede ne yazarsan yaz zaten gerçekte yaşananlardan daha hafif kalıyor. Benim için malzeme tükenmeyecektir” diyor Köklü. İ Rolüm ruhumu ve bedenimi zorlamalı ‘Binbir Gece’ dizisinin hırslı ve hırçın gelini Füsun Evliyaoğlu’nu canlandıran Yonca Cevher Yenel, rolünün kendisine çok şey kattığını söylüyor. “Bu rolün, kariyerimde beni, bir basamak yukarı çıkardığını düşünüyorum. Çünkü beni zorluyor” diyen Yenel, bugünden sonra kendisini oyunculuk anlamında daha farklı dünyalara götürecek, bedenini ve ruhunu zorlayacak roller oynamak istediğini anlatıyor. Sinema ve dizi oyuncusu Mahmut Cevher ile öğretmen anne Feruze Cevher’in tek çocukları olan Yonca Cevher Yenel, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nı bitirdikten sonra çeşitli televizyon dizilerinde, televizyon filmlerinde oynadı. Halen, Bakırköy Belediye Tiyatroları’nda oyuncu olarak çalışan Yenel ile dizi ve oyunculuk üzerine söyleştik. Binbir Gece dizisinin bu denli ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz? “Her şeyden önce dizinin, adından kaynaklanan bir büyüsü olduğunu düşünüyorum. Şah Şehriyar’la Şehrazat’ın ölümle yaşam arasında filizlenen aşkına tanık oluyoruz. Bu büyüyü televizyon ekranına aktarırken gösterilen başarı da bu masalın üzerimizdeki etkisini artırıyor. Çünkü, dizideki bütün karakterler yerli yerine oturdu. Ve bütün oyuncular, dizideki performanslarıyla bu karakterleri inandırıcı kıldılar. Bunda tabii ki yönetmenimiz Kudret Sabancı’nın, oyuncu yönetimindeki başarısının payı büyüktür. Taşlar yerine doğru oturunca, izleyiciden hak ettiği ilgiyi görüyor...” HÜSEYİN KIVANÇ Fotoğraf: KAAN SAĞANAK ZAYIF BİR BELLEK Kitap yazmaya nasıl karar verdiniz? “Ben hayatımı yazarak kazanıyorum. 15 yıldır gazetecilik yapıyorum ve her günüm yazı yazmakla geçiyor. Ama yine de gazetecilik farklı bir şey, yazarlık farklı bir şey. Günlük hayatta yaşanan şeyleri görerek, onlara tanık olarak yazıyorsunuz. Haber yazarken çok da entellektüel bir çaba gerekmiyor. Gözünüzün önünde olan bitenleri aktarıyorsunuz. Bir yazar kendi için yazar. O dönemler çok sıkıntılıydım ve bundan kurtulmak için de yazma yolunu seçtim. Bir tür terapi gibi oldu; sıkıntılı dönemimi atlamaya yardımcı olan ve hayata bağlayan bir şey... Zaten kitap çok uzun süre bekledi. Yazar arkadaşım Mert Özmen’in ısrarıyla basılması gündeme geldi. İstiklal Kitabevi’nden editör arkadaşların da okuyup beğenmesiyle iyiden iyiye ikna oldum ve yayınlanmasına karar verdim.” Tetikleyiciler nelerdi yazmaya başladığınızda? “2003 yılıydı. O yıllarda bugünkü Türkiye’den çok farklı bir ortam söz konusuydu. Türkiye hızla kabuk değiştiren bir ülke ve de toplumsal bellek çok zayıf. Her gün yeni bir şeyler oluyor ve bir ay sonra unutuluyor. Ekonomik krizin etkileri çok tazeydi ve o zor dönemlerin etkileri 2003 yılında çok daha fazlaydı. Ekonomi çökmüştü, bankalar batmıştı, insanlar para kaybetmiş, işten çıkarılmışlardı. Toplumda hakim olan duygu güvensizlik ve gelecek kaygısıydı. Tüm bunlar beni yazmaya itti.” Gazetecilik steril oldu Kadın erkek ayrımı yapmak istemiyorum ama Türk kadın polisiye yazarı çok fazla yok. Kadınların böyle bir türde yazamayacakları ve polisiyeye uygun bir düşünce biçimi, hayalgücü ve kurgu yapısı olmadığı gibi bir yargı var mı? “Kadınlar da yazabilirler tabii ama Türkiye’de genel olarak kadınların edebiyat ürünü ortaya çıkarması, yazı yazması, onu yayınlatması ve başarı kazanması bence çok zor. Türkiye’de her alanda olduğu gibi edebiyatta da malesef erkekler hakim. Bence bu alanda bir tekel var. Sanki kadınlara uygun değilmiş, farklı türlerde kitap yazamazlarmış gibi. Kadınlar sadece aşk romanı yazar ya da okur diye birşey mi var? Artık Türkiye’de kadınlar sosyal hayatta da iş hayatında da daha fazla yer alıyorlar. Yani kadınlar evlerinden dışarıya çıktıkça daha fazla şey görüyor ve daha fazla şeye tanıklık ediyorlar. Bu yüzden de her konuda yazabilirler. “ Bir kurgu üzerinden toplumsal sorunları yeterince verebildiğinizi düşünüyor musunuz? Toplumsal boyutun daha fazla üzerine gitseydim diye düşündünüz mü? “Türkiye aslında insanın hiçbir şeye şaşırmadığı bir ülke. Yani oturup fantastik roman yazmaya karar verseniz, gerçek hayatta sizin yazacaklarınızın çok daha ötesinde şeyler yaşandığı çelişkisiyle karşılacaksınız. Onu da düşünmedim değil, anlattığım olaya yakın şeyler mutlaka ki olmuştur. Böyle bir açmazım oldu. Ama önemli olan bu kitabı okurken hissedilecek duyguydu: samimiyet... 300 sayfalık kitap boyunca önemli olan sonuç değil benim için. Amacım oradaki hikayeyi anlatmaktı.” Rüya Keskin karakteri üzerinden bir de medya sektörünü ve habercilik serüvenini okuyoruz detaylı bir şekilde. Bir medya eleştirisinin varlığından da söz edebilir miyiz? “Evet, bir medya eleştirisi de var. Son yıllarda yapılan gazetecilik günümüz şartlarının getirdiği olanaklarla mecburen farklılaştı. ‘Ah eski günler’ edebiyatı yapmak istemiyorum ama gazetecilik çok steril bir hale geldi. Gazeteciliğin asıl merkezi sokaklardır. Ancak bugüne baktığımızda ofislerde hatta plazalarda gazetecilik yapılıyor. Hatta o şık ortamlarda insanlarında ortama uygun olarak şık giyinmesi bekleniyor. Haberin öznesi gazeteci değildir ki. Muhabirin fotoğraflarının gazeteye koca koca basılmasına da gerek yok. Bunun bir sınırı olmalı, durduğu yeri iyi seçmeli muhabir. Önemli olan yapılan iştir ve bizlerin sokaklarda olması gerekiyor, şık ofislerde değil.” Popülariteyi kullanmak... ‘ ?Üzerinde yaşadığımız dünyaya ve içinde bulunduğumuz topluma karşı, oyuncu olsun olmasın, sorumlu olunmamasını düşünemiyorum ben. Her şeyden önce insan olarak bu sorumluluğu hissetmeliyiz. Dünyamız küresel ısınma gibi bir tehditle karşı karşıyayken, milyonlarca insanı savaş gibi anlamsız bir kavganın içinde kaybederken, sadece okula gidebilmek için çamurda kilometrelerce yürümek zorunda kalan çocuklarımız varken, hâlâ organ bağışının ne kadar önemli olduğunu anlatamamışken, oyuncu ol ya da olma, bu konulara duyarsız kalmak mümkün mü? Oyuncu olmanın getirdiği popülariteyi bu konuları gündeme taşıyarak kullanırsak, belki o zaman üzerimize düşeni bir parça yerine getirmiş oluruz. ? 6 Mart’tan itibaren Bakırköy Belediye Tiyatroları’nda Kadriye Kenter’in yönettiği, Paul Zindel’in yazdığı ve Nüvit Özdoğru’nun Türkçeye çevirdiği Kadife Çiçekleri adlı oyunu, Yunus Emre Kültür Merkezi’nde sergiliyoruz. 1971 yılında Pulitzer Ödülü kazanan bu oyunda; iki kızı ile birlikte yaşamın tüm zorluklarına karşı koymaya çalışan, yine de hayallerinden vazgeçmeyen anne Beatrie’in verdiği mücadeleye tanık oluyoruz. ? Bizim işimizde, bulunduğun yeri korumak, o yere gelmekten daha zordur. Bugüne kadar, her ikisini de başardığımı düşünüyorum. Bugünden sonra beni, oyunculuk anlamında daha farklı dünyalara götürecek, hayal dünyamı daha da geliştirecek; bedenimi ve ruhumu zorlayacak roller oynamak istiyorum. Tek bir tip karaktere takılıp kalmayı asla istemiyorum. Bir oyuncu olarak gelişmek zorundayım. Bunu da ancak oynadığım rollerle başarabilirim. Bu da çeşitlilik gerektirir. Umarım, istediklerimi gerçekleştirebilirim... PARA VE İKTİDAR... Dizide canlandırdığınız Füsun Evliyaoğlu karakterine nasıl bakıyorsunuz? “Füsun; hırçınlığına ve hırslarına rağmen, aslında mutlu olmak isteyen, ama nasıl mutlu olabileceğini bilmeyen ve bunu hep etrafındakilerden bekleyen bir kadın. Erkek çocuk doğurma isteği ile yanıp tutuşuyor. Ve ancak bunu başarırsa kabul göreceğini ve dolayısıyla Evliyaoğlu mirasında hak sahibi olabileceğini düşünüyor. Füsun’a göre para ve iktidar, hayatta sahip olunması gereken iki güç. Bütün planlarını bu ikisine göre yapıyor. Bunu yaparken de önüne çıkan engelleri mümkün olabildiğince ezip geçmeye çabalıyor.” Siz aynı zamanda Bakırköy Belediye Tiyatroları’nda oyuncusunuz. Tiyatro oyunculuğuyla televizyon oyunculuğunun kesiştiği ve ayrıldığı noktalar var mı? “Oyunculuk bence bir bütündür. Tiyatro ya da dizi oyunculuğu olarak ayrıldığını düşünmüyorum. Sadece teknik anlamda farklılıkları vardır bence. Oyuncu, iç dünyasında oynayacağı rolle hesaplaşmışsa, bu tiyatro sahnesinde olmuş ya da televizyon ekranında olmuş, hiç fark etmez... Önemli olan, içindeki insanı çıkarmaktır.” Oyunculukta gelmek istediğiniz nokta nedir? “Oyunculuğun bir sonu yoktur. Ya da varılacak bir noktası... Yaşamımın son gününe kadar bir şeyler öğreniyor olacağım, oyunculukla ilgili. Örneğin Binbir gece adlı dizide Füsun rolü, bana çok şeyler öğretti. Hem insan olarak hem de oyuncu olarak. İlk kez, Füsun gibi hırsları olan bir karakter oynuyorum. Bu rolün, oyunculuk kariyerimde beni, bir basamak yukarı çıkardığını düşünüyorum. Çünkü bu rol beni zorluyor, araştırmaya yöneltiyor.” Koç Müzesi’nde bir tarih şöleni Ç izer Haslet Soyöz havacı, demiryolcu ve denizcilere ithaf ettiği ikinci resim sergisini açtı. Resim üzerine eğitim alan Soyöz, 2003 yılında gemilerden oluşan ilk sergisini açmıştı. Çizerin ikinci sergisi, bu kez hava ve karaya da ulaşıyor. Soyöz, Vesaiti Havaiye, Bahriye, Berriye adını taşıyan ’ sergide, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’de kullanılmış olan kara hava ve deniz taşıtlarını detaylı bir şekilde tasvir etmiş. Bugüne dek pek çok savaş görmüş gemiler, denizaltılar, planörler, uçaklar ve trenler, kullanıldıkları dönemin tarihi dokusuna da sadık kalınarak resmedilmiş. “Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan” cümlesinin ispatı, dağları delen tüneller, Galata Limanı’ndan kalkan vapurların karşısında bir beton yığını değil, küçük küçük evler... Sergideki resimleri izleyenleri aynı zamanda küçük bir tarih dersine de konuk ediyor Soyöz. 1912 yılında Kadın Hakları Koruma Derneği’nin ilk bildirilerinin atıldığı uçaktan, Savarona yatına, Kahire Seferi’nden, bir türlü aşılamadığı için üzerine demirden bir köprü yapılan Fırat Nehri’ne kadar satır aralarında kalmış bir yolculuğa çıkarıyor izleyenleri. Bacalarındaki numaralarla anılan ilk şehir hatları vapurları, facialara konu olmuş denizaltılar da var sergide. Soyöz, çocukluğunda iniş ve kalkışını hayranlıkla izlediği ve Hayat dergisinde görüp resmini kesip sakladığı F27 model THY uçağını da tuvale yansıtmış... Rahmi Koç Müzesi, “Vesaiti Havaiye, Bahriye, Berriye” sergisinde, resimlerle anlatılan tarihi, vapurları, trenleri ve uçakların son seferlerini kaçırmak istemeyenleri bekliyor. Toplam 40 tablonun yer aldığı sergi, 22 Nisan tarihine dek sürecek.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle