20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 10 14/3/07 16:25 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK 10 17 MART 2007 CUMARTESİ rih Ta başlayacaktır. Önceden Ali’ye karşı ayaklanmış olan Zübeyr’in oğlu Abdullah, Hüseyin’in katlinin, “kabul edilemez büyüklükte bir cinayet ve akla gelmez bir ihanet olduğunu” belirten bir hutbe ERDOĞAN okuyacak ve bunun üzerine Mekke halkı, onun başlarına geçmesini AYDIN isteyecektir. (Ahmet Cevdet Paşa, Kısası Enbiya, s.659) Yezit Mekke halkının bu itaatsizliğini ortadan kaldırmak için yönetici değişimleri, baskı ve rüşvet dahil her yöntemi kullanır. Ancak halk, boyun eğmeyecektir. Benzer durum Medine’de de yaşanmaktadır. Medine’deki itaatsizlik henüz bir siyasal önderliğe sahip olmadığından, Yezit, durumu değiştirmek için onlardan bir heyetle görüşmeyi talep eder. Gelenleri rüşvetle ve kendi yaşam tarzına uygun eğlencelerle satın almaya çalışır. Ancak bu rüşvetli, şaraplı, müzikli, dansözlü hilafet sarayı onları şok eder. Heyet Medine’ye geri döndüğünde; “Allah’a şahitlik ederiz ki biz onu azlettik” derler. Medine halkı Şam’a giden heyetten, “oğullarımdan başka kimse kalmasa bile ben bu adama karşı savaşırım” diyen Abdullah bin Hanzala’ya biat eder. Medine camisinde toplanan halk, üzerindeki herhangi bir eşyayı çıkarıp, “bunu nasıl atıyorsam Halifeyi de üstümden öyle atıyorum” diyerek Emevi iktidarıyla ilişkilerini kestiklerini ilan eder. (R. Dozy, İslam Tarihi, s.150) Böylece Halife Yezid, tam da Hüseyin sorununu halledip rahatladığını düşündüğü noktada İslam’ın iki kutsal kentinin halkı ve onların yöneticisi iki Abdullah ile karşı karşıya kalır. K erbela’da Hüseyin’in katli ve kafasının kesilip teşhiri, halkta çok büyük bir öfke yaratır. Öyle ki Emevi iktidarı, tam da rakipsiz kaldığını sandığı noktada Mekke ve Medine’de iktidarsızlaşır. Özellikle bu iki kutsal merkezde halk, Emevi egemenliğini kendiliğinden reddetmeye Kâbe’yi yıkarak yükselen hilafet Dilediklerini katl, bulduklarını gasp... Yezit bu direnişleri ezmeye, yaşlı ve putperestliğe yakın Müslim bin Ukbet’il Meri’yi görevlendirir. Müslüm 12 bin askerle Hicaz’a gider. Önce Medine’yi kuşatıp teslim olmasını ister. Ancak halk reddeder. Bunun üzerine kanlı çarpışmalar başlar. Sonuçta tüm oğulları yanında İbn Hanzala’yı da öldürerek Medine’yi ele geçiren Müslüm, 3 gün boyunca Medine’nin yağmalanmasını serbest bırakır. Emevi askerleri de Medine’ye girip dilediklerini katl ve buldukları malları gaspedecektir. Böylece İslam’ın kurucu şehri (Medinei Resulullah) tamamen yağma ve harap edilecektir. (Ahmet Cevdet Paşa, s.661) Bu korkunç saldırıda pek çok İslam seçkini katledilecek, pek çok tecavüz gerçekleşecek ve Medine bu yıkım ve yangınlar sonucunda tanınmaz hale gelecektir. “Ölenlerin arasında 700 Kur’an hafızı da bulunuyordu. Bunların içinde Peygamberin Sahabe denilen yakın çevresinden 80 kişi vardı. Bedir savaşındaki Mekkelilere karşı kazanılmış ilk zaferde Muhammed ile savaşmış olanlardan hiç kimse bu felaket gününden kurtulamadı.” (R. Dozy, İslam Tarihi, s.152) Kerbela katliamından sağ kurtulmuş olan Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin ise, babasının misyonunun aksine Yezid’in bu uygulamalarına sessiz kalacak ve bunun sonucunda YezitMüslim terörüne muhatap olmayacaktır. Medine’nin başına gelen katliam ve tecavüz haberi Mekke’ye ulaştığında büyük bir infial yaşanır. Bu haber aynı zamanda sıranın kendilerine geldiğini göstermekteydi; nitekim Emevi ordusu Mekke’ye yönelmiştir bile. Bu sırada yaşlı komutan Müslim ölür, ama seferi durdurulmaz; Yezit komutayı Hüseyn bin Nümeyr’e verir ve orduyu takviye eder. Ancak tepkiler de uç safhadadır. Nitekim Medine’den kaçanlar yanında Hicaz genelinde de Müslümanlar İbni Zübeyr’e biat etmeye başlar. Öyle ki bir kısım Harici ve Şiiler dahil idealist Müslümanlar Kabe’yi savunmak için adeta Mekke’ye akıyordu. Sonradan Şiilere lider olacak olan Muhtaru’sSakafi’de bunların arasındaydı. Tarihel bir paradoks olarak Emeviler, önceden atalarının Müslümanlara karşı savundukları Mekke’yi bu kez Müslümanlardan ele geçirmek üzere saldıracaklardı; tabii Müslüman kimliğiyle ve İslam’ın birliği adına!.. böyledir. Her vakit yıldırım olur. Bugün sizi yaktı, yarın onları yakar” (Tarihi Taberi, 3. cilt, s.301) der. Gerçekten de düşen yıldırımların bir kısmı da Mekke’ye düşüyordu. Bu acımasızlıkla 40 bin askerin aylardır sürdürdüğü saldırı sonucunda Mekke sayısız ölüm, yaralanma ve yıkımla iyice güç kaybederken, açlık da içerideki yaşamı dayanılmaz hale getirecektir. Aman isteyerek teslim olan Mekkelilerin sayısı hızla artarak 10 bini bulmuş, Mekke’nin direnme takati kalmamıştı. Haccac ise, can güvenliği ve büyük rüşvetlerle İbn Zübeyr’i teslim olmaya çağırıyordu. Bu ortamda İbn Zübeyr, sözüne büyük değer verdiği annesi Esma’ya; “halk benden ayrıldı, yanımda pek az adam kaldı. Düşman ise bana dilediğim kadar dünyalık veriyor. Senin rey’in nedir?” diye sorar. Esma vakur bir kararlılıkla; “eğer Hakk üzere isen ve halkı Hakka davet ediyorsan bunu sürdür ki, bu yolda hayli taraftarın öldü. Artık bu yolda devam et ve Ümmeye oğullarına kendini maskara etme. Yok eğer meramın dünya ise, sen ne fena adam imişsin ki, hem kendini hem de taraftarlarını helak etmiş olacaksın. Dünyada daha ne kadar kalacaksın? Ölüm daha iyidir” diyecektir. Bunun üzerine İbn Zübeyr: “Dünyaya asla meyletmedim. Fakat senin görüşünü bilmek istedim. Sen de benim kararımı güçlendirdin. Bak anne, ben bugün ölürüm. Kederin artmasın. Oğlun kötü bir işi seçmedi, zulüm ve haksızlık yoluna gitmedi” diyerek, bir avuç yoldaşıyla surların dışına çıkar; Haccac’ın şaşkın bakışları arasında saldırıya geçer, çarpışarak ölür. (Ahmet Cevdet Paşa, s.686) e ç Ruhu Alınan Şehir Haccac, öldürülen İbn Zübeyr’in kafasını kestirip Şam’a gönderirken, gövdesini de, halkı terörize etmek amacıyla yüksek bir direğe astırır. Hicretle yaşıt olan Abdullah bin Zübeyr’in Mekke’nin üzerinde sallanan bu başsız ama boyun eğmemiş yaşlı bedeni, İslama dair idealist öğelerin de asılmasıdır. Emevi iktidarı, 9 yıldır giremediği Mekke’ye, nihayet 7 aylık bir savaşla girebildiğinde, İslam’ın bu kutsal şehri bir yıkım ve ölüm kentidir. 692 yılında böylece ruhu elinden alınmış şehirden Abdülmelik adına biat alınacaktır. Kâbe’yi bile, üstelik ikinci kez mancınık yağmuruna tutmaktan kaçınmayan bu gerçeklik, kutsalın, egemenlerin çıkarlarının sınırında bittiğini gösteren tipik bir göstergedir. Bu örnekte de görüldüğü gibi, halka kutsal diye sunulan değerler, egemenler açısından sadece halkı rahat yönetmek için kullanılan araçlar olmuştur. Nitekim iktidar çıkarları tehlikeye girdiğinde “Allah’ın Evi”ni bile yakmaktan çekinmemişlerdir. Onların birtek Kâbesi vardı, ki o da çıkarlarıdır. (E. Aydın, Nasıl Müslüman Olduk, s.84) Mekke böylece teslim alındıktan sonra, birkez daha Kâbe’nin yeniden inşası gerçekleştirilecek, şehir Emevilerin dinsel vitrini olarak yeniden kurulacaktır. Ancak şehir hem artık eski ruhunu kaybetmiş olacaktır hem de zaten uzun dönemdir kaybettiği siyasal ve ekonomik merkezlik konumunu da bir daha edinemeyecektir. Bu son zaferle geleneksel Arap aristokrasisi, İslam bayrağı altında mutlak bir iktidar kuracaktır. Kuşkusuz ayaklanmalar, iç bastırmalar, muhaliflerin cezalandırılması, mezhep ayrılıkları ve ötekileştirici suçlamalar İslam tarihinin doğal parçası olarak hep devam edecektir. Ancak bundan sonraki farklılaşmaların Ali’leri, Hüseyin’leri, Abdullah’ları farklı karakterlerde biçimlenecektir. Bu son büyük ayaklanmanın bastırılması sonrasında kurulanın “İslam iktidarı” mı yoksa “Arap aristokrasisinin İslam kılıflı iktidarı” mı olduğu sorunu bizzat İslami literatür içinde bile süregelen ciddi bir tartışma konusudur. Ancak bu sorunun yanıtı ne olursa olsun, realite İslam’ın artık böylesi monarşik iktidar yapıları içinde varlığını sürdüreceği, dinsel açılımların da esasen bunların yayılmacı ve despotik çıkarlarına göre şekilleneceği gerçeğidir. Bir hükümdarın önünde secdeye kapanmış bir genç Bir savaş sahnesi eaydin?cumhuriyet.com.tr Ben seni yönetmeye yetkin adam sanırdım Savaş şiddetli bir saldırıyla başlar. Ancak içeridekilerin çok etkili savunmaları sonucunda Emeviler bir türlü başarıya ulaşamaz. Bunun üzerine puta tapınma döneminde bile çiğnenmeyen şehir, özellikle “Allah’ın Evi” olarak kutsanan Kâbe, direnişi kırabilmek için mancınık ateşine tutulur. Bu inanılmaz saldırı sonucunda “hedefini bulan kayalar, yapının direklerini paramparça eder. Sonunda Kâbe’de yangın çıkacak ve bütünüyle harap olacaktır. Bu saldırılarda ‘Haceri Esvet’ de ilk felaketini yaşayacak ve yangında dört parçaya bölünecektir.” (R. Dozy, İslam Tarihi, s.153) Ama buna rağmen Mekke, onu savunanların ölümüne kararlılığıyla teslim olmaz. İşte bu sırada gelen Yezit’in ölüm haberi üzerine İbn Nümeyr, İbn Zübeyr’e; “Sen hilafete daha layıksın. Gel sana biat edelim. Dökülen kanları unutup genel af ilan edelim ve birlikte gidip Şam’ı ele geçirelim” şeklinde haber yollar. Ancak İbn Zübeyr bu öneriyi, “ben bu kanları heder edemem. Vallahi ehli Harem’den öldürülen her bir adam için sizden on kişi katlolunsa kaani olmam” diyerek reddeder. Bunun üzerine Nümeyr, “Allah cezanı versin. Ben seni ehli re’y bir adam sanırdım. Seni hilafete davet ediyorum, sen katl ü helak istiyorsun” diyerek askerleriyle birlikte Medine’ye, oradan da Şam’a giderek yeni Emevi halifesi Muaviye bin Yezit’e biat eder. (Ahmet Cevdet Paşa, s.663) Bu köklü çözüm fırsatını kaçıran İbn Zübeyr, uzlaşmaz tutumundan pişman olmuştu, ancak iş işten geçmişti. Buna rağmen Hicaz, Yemen, Irak, Mısır halkı, bu ortamda Ona biat edecekti. Böylece İslam egemenliği, Ali’nin hilafet döneminde olduğu gibi tekrar ikiye bölünmüştü. Yezit’in oğlu Muaviye II’nin kısa halifeliğinden sonra hilafet koltuğuna meşhur Mervan bin Hakem, otururken, Emevilere karşı birleşen güçler de ayrışmaya başlayacaktı. Irak eksenli ve Kerbela’nın intikamını almak üzere Muhtar öncülüğünde Şii gücü yükselirken, İbn Zübeyr’in hakimiyetinde Emevi karşıtı bir Sünni güç yükselişi yaşanıyordu. Hariciler de dördüncü bir egemenlik alanını oluşturmaya başlıyordu. Tabii ekonomik potansiyelleri ve yönetim tecrübesi daha yüksel Emeviler de toparlanıyordu. Yeniden herkesin herkesle savaştığı bir dönem başlayacak, şiddet ve vahşet örnekleri de artacaktı. Yakmalar, kafa koparmalar, el ayak kesmeler, ayaklanmalar, saf değiştirmeler, nizami savaşlar, pusular, vb. yollarla Müslümanlar acımasızca birbirlerini katledip duruyorlardı. Bu dönemde idealist, ama ufuksuz ve dogmatik Müslümanların birbirlerini yokeden savaşları, adeta Emevilerin yolunu düzleyecekti. Emevilere kendini maskara etme! Bu sırada Mervan’ın yastıkla boğularak öldürülmesi ardından Emevi iktidarına Abdülmelik gelecekti. Abdülmelik bir yandan elindeki olanakları yeniden düzenlerken, Bizansla da barış imzalayarak Müslüman düşmanlarına karşı elini rahatlatacaktı. Bu arada rakiplerinin iç çelişkilerinden yararlanıp egemenliğini adım adım geliştirecekti. Önce Zübeyr’e biat eden toprakları birbir ele geçiren Abdülmelik, böylece onun beslenme kaynaklarını kurutacaktı. Ardından Türkmen topraklarının fethini de organize eden “zalim” lakablı Haccac’ı Mekke’nin fethine memur kılacaktı. “Haccacı Zalim” hazırlıklarını tamamladıktan sonra Mekke’yi kuşatır ve mancınıkla dövmeye başlar. İkinci kez yinelenen bu pervasızlık, bu kez üstelik hac zamanında gerçekleştiriliyor ve İslam’ın bir farzının yerine getirilmesini engelliyordu. Artan tepkiler ve Ömer’in oğlu Abdullah’ın devreye girmesiyle kısa bir zaman için durdurulan mancınıklar, haccın bitişini müteakip tekrar çalıştırmaya başladı. Bu sırada ilginç bir gelişme oluyor ve mancınık taşlarından birinin tam Kâbe’nin üstüne düştüğü sırada, büyük bir gök gürlemesiyle mancınığın başındakilerin üzerine düşen yıldırım 12 askeri öldürür. Askerler yıldırımı Allah’ın gönderdiğini düşünüp büyük bir korkuyla bu işten vazgeçerler. Bunun üzerine, mancınığın başına bizzat geçen Haccac, bir yandan taş fırlatırken diğer yandan da kendi askerlerine, “korkmayın, Hicaz memleketinin adeti Amedeus Mozart’ın ilginç yaşam öyküsünü konu alan oyun, Peter Shaffer’ın yazdığı ve Can Gürzap’ın yönettiği oyunda, Celal Kadri Kınoğlu, Zafer Algöz, Meral Bilginer, Nışan Şirinyan gibi oyuncular rol alıyor. Amadeus yarın AKM Büyük Salon’da sahnelenecek. (Tel: 0 212 251 56 00) S ahne tozu Romantika Tim’de Romantika, kökleri Osmanlı hanedanına uzanan, varlıklı ve güngörmüş bir ailenin Harvard’da öğrenim görmüş oğlu ile çalgıcılıkla geçinen bir Roman ailesinin kızının aşklarını konu alıyor. Resul Ertaş ve Yaşar Arak’ın yazdığı, Şakir Gürzumar’ın yönettiği oyunda, Melek Baykal, Zeki Alasya, Çağla Şikel, Özgür Çevik, Tarık Pabuççuoğlu’nun oyuncu rol alıyor. Romantika, 22, 24, 25 Mart tarihlerinde TİM’de sahneleniyor. (Tel: 0 212 286 66 86) Şensoy’un yeni oyunu Ferhan Şensoy’un yeni oyunu Fername, ülkeyi, yönetimi, toplumu kendine has üslubuyla eleştiriyor. Oyuni 19 Mart tarihinde Caddebostan Kültür Merkezi’nde. (Tel: 0 216 467 25 68) İnsan ve kente dair Bizim şehirlerimiz hep birbirine benzer. Genişçe bir caddenin iki yanına sıralanmış yan yana yapılmış koca, gri bazen renk renk; altı ya kahvehane ya fırın, mutlak bir dükkâna tahsis edilmiş apartmanlar. Gri hükümet binaları ve o cadde etrafına sıralanmış sokaklar. İlle de asfalt yollar, ortası yeşilli veya sarılıgrili refüjlerle süslü. O orta refüjlerde dalları her daim budanan birkaç ağaç; ne kadar becerirlerse o kadar gölge, nefes olmaya çalışırlar çorak Anadolu şehirlerinde. Mutlaka havuz olur fıskiyeli bir tane, göbeklerde. Çocuklar, yazın sıcağında o havuzlarda serinlemeye çalışır. Ne korna sesinden, ne seyyar satıcıdan, ne de simitçi gürültüsünden kurtulmak mümkündür. Çünkü çağdaş kentlerin kuralları yoktur bizim şehirlerimizde. Ana caddede karşıdan karşıya geçmek “meydan muharebesi”ne benzer. Herkes birbirinin üzerine yürür, omuz atar, en hızlı koşan geçer karşıya. Yeşil ışığın yanması da beklenmez pek. Kaldırımlarda yayalar yerine motosikletler gezer, çok sayıda araba olur. Boş bir yol bulup, yaya gezilemez. Kışın daha fazladır çile; ne karlar temizlenir, ne yağmur çamur geçit verir. Yollarda can verir kar yağdığında insanlar. Çöp toplanmaz, yaz ayları kesif bir çöp kokusu sarar şehirleri. Ve her daim şantiye yeridir şehirler. Ya kaldırımlar yenilenir, ya bir kavşak çalışması vardır, ya kanalizasyon patlar. Yolların yönü değişir sık sık, sokakların isimleri. Hafızası yoktur bi AYÇA AKPEK Leyla ile Mecnun sahnelerde... İskender Pala’nın yazdığı, Ali Taygun’un yönettiği oyun, Fuzuli’nin ünlü Leyla ve Mecnun efsanesine farklı bir gözle bakıyor. 87 kişilik bir dans kadrosunun başarıyla anlattığı aşk öyküsü, 21, 22, 23, 24 ve 25 Mart’ta Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde. (Tel: 0 212 240 77 20) S ergi Bugüne dek Türkiye’de ve yurtdışında pek çok sergi açan Tuncay Topçu’nun farklı eserlerinden oluşan sergisi, 22 Mart1 Nisan tarihleri arasında Gallery Art and Life’ta izlenebilir. (Tel: 0 212 293 91 50) Fotoğraflarla Erzincan Fotoğraf sanatçısı Lütfi Özgünaydın, Taksim Sanat Galerisi’nde “Erzincan” konulu fotoğraf sergisini açtı. Sergi, Erzircan Eğitim Kültür Vakfı’nın katkılarıyla 26 Mart’a dek gezilebilir. Sergideki fotoğrafların bir araya getirildiği “Erzincan” albümü sanatçının deneme yazılarıyla desteklenmiş. Özgünaydın bu çalışması için “Memleketime, doğduğum topraklara olan borcumun bir bölümü” diyor. zim kentlerimizin. Meydanları yoktur, büyük Avrupa kentlerinde olduğu gibi, parklar da yoktur. Bir tek mezarlıklar yemyeşildir. Yaşarken yeşile doyamamış bedenler ancak ölünce kavuşur yeşilliğe. Yani bize benzer kentlerimiz. Geleceği düşünmez, planlaması yoktur. Kentler de insana benzer. İnsanın üç boşluğu vardır; kafa, karın ve göğüs boşluğu. Gelişmiş ülkeler bu üç boşluğa uygun planlar kentleri. Göğüs boşluğunda akciğer ve kalp bulunur. Şehrin kalbi ticaret merkezleridir. Akciğerleri de yeşil alanlar. Bu nedenle o kentlerde yeterli sayıda park, bahçe yaparlar. Kafa boşluğunu da düşünür o kentler; müzeleri, opera, tiyatro binaları, kültür merkezleri, heykelleri, resimleri vardır. Örneğin bizde sevilmez hey Soyutlamalar ‘İçsel Yolculuk’ Ressam Sibel Tetik’in Veni Vidi Göz Sağlığı Merkezi’ndeki ‘İçsel Yolculuk’ isimli kişisel resim sergisi dün açıldı. “Resim içsel gerçekliğimin dışa vurumudur” diyen Tetik’in sekizinci kişisel sergisi 31 Mart tarihine kadar sanatseverlerle buluşacak. (Tel: 0216 411 20 50) keller, bir belediye çukuruna düşüp ölen Orhan Veli heykelinin martısı çalınır; başkalarının kafası koparılır, üstü boyanır. Biz resim de sevmeyiz, bıyık çizmeyi severiz resimlere. Opera, tiyatro binamız yoktur, kültür merkezleri, galerilere, müzelere itibar edilmez. Varsa yoksa karın boşluğumuz doldurulmalıdır. Bizim kentlerimiz de önce karın boşluğumuzu doldurmak üzerine kurulmuştur. Belediyelerin asli görevi de budur. Ramazanlarda iftar çadırı kurulur bolca, erzak dağıtılır vatandaşa. Çok yemek dağıtanın belediyeciliği iyidir. Aklımızı değil, karnımızı doyurmak üzerine kurgulanmıştır her şey. Biz bilmeyiz akıl doymadan, karnımızın da doymayacağını. Bunu o belediyeciler de bildiğinden akılla ilgilenmezler. Bilirler “devletin hikmetinden sual olunmayacağını”, bu nedenle otoyol ortasına dükkân yaparlar; aylarca şantiyeye döndürdükleri kentlerde yaşamı cehenneme çevirirler; lamba koymazlar ara sokaklara. Akılla ilgilenen de olur zaman zaman. Belediyeciliğin yalnızca yol ve havuz yapmaktan öte yeni bir yaşam biçimi kurabilmek olduğuna inananlar da vardır. Onlar belediye başkanı oldukları yere resim, heykel, tiyatro atölyeleri kurup başka bir dünya kurmaya çalışırlar. Ama karınla ilgilenenlere yenilirler sonunda. Resim ve heykel atölyeleri kapatılır. Önce kuğuları öldürüp, kuğuların ölümüne yol açan kavşaklara, kuğuların çirkin resimlerini çizer bu kentler, sonra beş yaşında Dilara’yı öldürür. Çünkü soran, sorgulayan yoktur. Sahip çıkanı yoktur kentlerimizin, tıpkı bizim gibi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle