22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 08 3/10/07 15:58 Page 1 CUMARTESİ EKİ 8 CMYK ? Bana Şans Dile ? Dehşet Odası Si ne ma 8 Çağan Irmak’ın senaryosunu yazıp, yönetmenliğini yaptığı Bana Şans Dile’de Deniz Uğur, Melisa Sözen, İsmail Hacıoğlu ve Rıza Kocaoğlu rol alıyor. İçe kapanık, iletişimsiz, sakar lise öğrencisi Bahadır, bir sabah uyandığında dünyayı değiştirmeye karar verir. O sabah okula giderken beline taktığı tabancayla sınıf arkadaşlarını rehin alarak korkulu anlar yaşatacak olan Bahadır, onlardan hayatları boyunca kendilerini en çok yaralayan anılarını anlatmalarını ister. Öğrencilerin anlattıkları hikayelerden yola çıkan Bana Şans Dile, aile içi şiddet, sevgisizlik, iletişimsizlik ve saptıkları yanlış yolları anlatıyor. Film boyunca annesi tarafından çocukluğunda dolaba kilitlenen ve karanlıktan korkan Çağlar, ünlü bir televizyoncu olmaya çalışan ve maddi durumu pek iç açıcı olmayan Ayşegül, şair olmaya çalışan romantik Behiç, satanist gruplara katılan Serkan, otoriter bir babanın baskısından bunalmış Türker ve hiç anne sevgisi görmemiş Bahadır’ın öyküleri gözler önüne seriliyor. (Captivity) Roland Joffe’ın yönettiği ve Elisha Cuthbert, Daniel Gillies, Pruitt Taylor ile Laz Alonso’nun oynadığı Dehşet Odası, ünlü manken Jennifer Tree’nin bir seri katil tarafından tuzağa düşürülüp kaçırılarak, yaşatılan dehşet dakikalarını konu alıyor. Jennifer, bir seri katil tarafından kaçılır ve hiç tanımadığı bir taksi şoförü ile birlikte küçük bir odaya hapsedilir. Sadistçe yapılan işkencelere maruz kalan Jennifer ve şoförün hapsedildikleri mahzenden kaçmaya çalışırken verdikleri mücadele onları duygusal olarak birbirlerine yaklaştıracaktır. Ancak zaman geçtikçe olay daha da karmaşık bir hal alır. Neil Jordan’ın yönettiği ve Jodie Foster, Naveen Andrews, Jane Adams ve Brett Berg’in rol aldığı filmde adalet kavramı sorgulanıyor. Erica, sevgili şehri New York’un seslerini ve hikayelerini radyo programında anlatmaktadır. Akşamları da nişanlısı David ile birlikte vakit geçirir. Fakat Erica’nın bildiği ve sevdiği her şey korkunç bir gecede elinden sökülüp alınır. Birlikte uğradıkları apansız saldırı David’in ölümüne sebep olur ve Erica çalınan hayatını geri alma dürtüsüyle fark etmediği bir şeye dönüşür. ? İçindeki Yabancı (The Brave One) ??????????????????????????????????? ALPER TURGUT ve uzlaşma çağrısı ‘Günbatımı’, solan bir aşka dair A Günbatımı (Evening), yarım kalan bir sevdaya dair geçmişten günümüze uzanan acı bir öykü. Duygusal bir film bu… Başrolde, Azrail’ini bekleyen bir anne ve onun yarattığı sırla hayatlarını sorgulayan kızları var. Anne, yaşamı boyunca tek bir adama âşık olmuş ve bunu kızlarından saklamayı başarabilmiştir. Hatıraların gerçeğe dönüştüğü son anlarında, tekrar sevdiği adama kavuşmaya çalışacaktır. Macar Yönetmen Lajos Koltai, en iyi yabancı film dalında Oscar adaylarından Kadersiz’in (Fateless) ardından ikinci filmi Günbatımı ile gelecek hafta sinemalarımızda boy gösterecek. Günbatımı, yazar Susan Minot’un çok satan romanından uyarlandı. Filmin senaristi Michael Cunningham’ı ise, Oscar’lı Saatler (The Hours) filminin yazarı olarak hatırlıyoruz. Günbatımı’nın orijinal müziği Polonyalı müzisyen Jan A. P. Kaczmarek’e (Oscar ödülü sahibi) ait… 1950’li yıllardan günümüze uzanan bir öyküyü barındıran Günbatımı’nın yıldızlarla süslü, geniş ve sağlam bir oyuncu kadrosu var. Önceliğimizi artık 70 yaşındaki solcu, sıkı eylemci, yetenekli İngiliz aktris Vanessa Redgrave’e veriyoruz. O, bitip tükenmez bir aşkı, son bir nefes gibi ölüm döşeğine taşıyor. Tek kelimeyle muhteşem… Redgrave’e deneyimli iki oyuncu Meryl Streep ve Glen Close eşlik ediyorlar. Filmde, Redgrave kızı Natasha Richardson ile Streep’in kızı Mamie Gummer da (tabiî ki anakız rolüyle) yer alıyor. Ve diğerleri; Claire Danes, Toni Collette, Patrick Wilson, Hugh Dancy, Eileen Atkins… Yine de, bolca kullanılmış karakterlerin, bir kısmı gerçekten ısındıran diğerleri vasatı dahi aşamayan oyunculara gelişigüzel dağıtıldığını söylersek abartmamış oluruz. Bunun dışında, çekimler iyi, dil sade, kurgu orta karar. Birkaç duygulandıran sahne, araya serpiştirilmiş hatırı sayılır romantik diyaloglar… Klişe derseniz olacak o kadar… Sadede gelirsek, Günbatımı, aşk filmlerini sevenler için biçilmiş bir kaftan. gençliğini sorgular. O bilir ki; insanı öldüren ecel değil zamandır… Ann’in başında büyük bir endişeyle bekleyen kızları Nina ve Constance, onun hiç tanımadıkları bir adamın adını sayıkladığını duyarlar. Haris, Haris, Harris… Her biri kendi sorunlarıyla boğuşan, zıt karakterli Nina ve Constance, annelerinin yarattığı gizem karşısında dona kalırlar. Onlar, şuurunu yitirmiş bir kadından, yanıt bekleyedursunlar… Ann, zaman makinesine binip, çoktan 50 yıl öncesine gitmiştir bile. O her şeyden çok sevdiği adam ile karşılaştığı ilk güne… Yaz aylarıdır ve nasıl da aşkı çağrıştırır… O zamanlar, New York’ta yaşayan şarkıcı Ann, en yakın okul arkadaşı Lila Wittenborn’un baş nedimesi olacaktır. Düğün törenine katılan herkes, harika bir deniz manzarasını fon alan, büyük bir konakta toplanır. İstemediği bir adamla evlenmek üzere olan Lila’nın şımarık, yakışıklı ve alkolik kardeşi Buddy ise Ann’e abayı yakmıştır. Ann, güzel, asi ve hayatını dolu dolu yaşamak isteyen genç bir kadındır. Gelenek karşıtı idealist Ann, Wittenborn ailesinin eski uşağının oğlu doktor Harris Arden’i kıyıdaki bir sandalın içinde görür. Evet, ilk görüşte aşk… Kore savaşında yaralanarak madalya almaya hak kazanmış olan Harris ile Ann… Kıvılcımın yangına dönüşmesi kaçınılmazdır. Ve kader ağlarını örmek üzeredir. Gelin adayımız Lila da, çocukluk aşkı Harris’e sırılsıklam âşıktır. Hatta düğünden bir gün önce soğuk ve karizmatik Harris’e kendisini sevsin ve bu anlamsız evlilik oyunundan kurtarsın diye yalvarır. Gelin ve bir kez daha görün ki, aşk karşılıklı olunca mutluluk, karşılığı olmayınca da zulüm olabiliyor. Sonra günümüze döneriz, Ann’in haleti ruhiyesinde gezinip, kızlarının çırpınışlarına tanık oluruz. Anne olmasının getirdiği merhameti kuşanan anlayışlı Constance ve büyümekten, yalnız kalmaktan ziyadesiyle korkan hamile adayı zıpır Nina… Babaları ayrı, anneleri bir olan kız kardeşler için yakınlaşma ve bir arada durma vakti gelmiştir. Tekrar geçmişe çevrilen kameralar, ayrılık, ölüm ve gözyaşlarıyla karşılaşır. Ann ve Harris için gelecek başkalarının ellerindedir. Güvenmek, istemesini bilmek, sevmek, doğru karar verdiğinden emin olmak. İnsan bunlarla da avutabilir kendini… Aşk ayrılığa yenik düşmüşse şayet… Ve biliniz ki, kara sevdaya çevrilmiş ise aşk örgüsü, gerisi zaten hem eksik hem de hüzündür. Barış SELÇUK leksandra Nikolaevna, Çeçenistan sınırında savaşan yedi yıldır görmediği asker torununu görmek için St. Petersburg’dan yola çıkar. Önce trenle ardından tank üzerinde yaptığı rahatsız yolculuğunun sonunda kayalıklar arasında kaybolmuş Rus kışlasına ancak gece ulaşır. Yaşlı kadın kışlada birçok genç asker görür. Bu genç savaşçıların görünüşlerindeki hırpalanmışlık, moral çökkünlüğü, uzun süredir yaşamdan soyutlanmışlıklarının güçlü bir yansımasıdır. Aleksandra kışlada bambaşka bir dünyayla karşılaşır: Kadınların, sıcaklığın, düzenli bir ortamın bulunmadığı bu erkekler dünyasında gündelik yaşam kesinlikle sefaletle eş anlamlıdır. Duygular hiç dile getirilemez çünkü orada her gün, her an yaşam ve ölüm yan yanadır. Aleksandra kampı dolaşmaya, askerlerle konuşmaya başlar, silahların, çeliğin, askerlerin o hüzün veren, ürküten kokusunu duyar, herşeyi titizlikle gözlemler: “Bakmak, görmek istiyorum. Benim için önemli olan bu” der. Kışlada yatıp kalkmaya başlayan Aleksandra sonunda ASLI Çeçen kadınlarla karşılaşır, onlarla dostluk kurar, Rus ve Çeçen kadınlar arasında bir ayrım olmadığını farkeder. SAVAŞ FİLMİNDE SAVAŞ YOK! Sıradan bir Rus ninenin 27 yaşındaki torununu Grozni’de ziyaret ettiği üç günü yaşamdan bir kesit olarak yansıtan yaratıcı yönetmen Aleksandr Sokurov son çalışması Alexandra’da (2007) değişik durumları, rastlantıları, karşılaşmaları, tartışmaları yine o derin şiirsel anlatımıyla, kendine özel görüntüleriyle aktarıyor. Geçmişte öğretmen ya da bir asker karısı olduğunu varsaydığımız Aleksandra’nın tanıklığıyla RusÇeçen Savaşı’nı izleriz. İlk kez 1817’de başlayan, Rus İmparatorluğu’nun en uzun, en kanlı savaşlarından birine dönüşen, 1944’te 500 bin Çeçen ve İnguş’un Kazakistan ve Orta Asya’ya sürülmesine, 1. Çeçen Savaşı’nda 50 bin, ikincisinde de 25 bin sivilin ölümüne yol açan, yaraların sarılmasının uzun süreceği bu savaşı Sokurov masalsı bir anlatımla irdeliyor. Uzlaşma, barış temasını işleyen filmde tek bir olumsuz karakter yok, silah sesleri, bombaların patlaması, irkiltici uçak motorlarının gürültüsü, peş peşe süren yaylım ateşi, savaşan askerler, ölenler, öldürenler yok. Savaşı anlatan bu savaş filminde savaş yok. İNSANI ÖLDÜREN ZAMAN Ann Lord, artık yaşamının sonuna gelmiştir. Solmakta olan bir ömür ve hala yürekte kor bir ateş gibi yanan ve acıtan yarım kalmış bir aşk hikâyesi… İhtiyar kadın, geriye dönüp BAYAĞI VE YAPAY Sokurov, Alexandra’da aktüel olandan, günümüzden söz etmediğini, sonsuz olan o acıyı anlattığına değiniyor. Çağdaş Rusya’yı ve Kafkaslar’daki politikasını, Rus ordusunu betimlemediğini, ebedi Rus yaşamını görselleştirdiğini vurguluyor: “Savaş korkunç bir şeydir. Filmimde askeri operasyonlar yok. Konulu savaş filmlerini ben hiç sevmem. Gözalıcı saldırıları, renkli patlamaları, yavaş çekim yere düşen cansız bedenleri hep hem bayağı hem yapay bulmuşumdur. Savaşta ne şiirsellik ne de güzellik vardır. Savaş şiirsellikle yansıtılamaz. Savaşın dehşeti insanın aşağılanması gibi anlatılamaz, çizilemez.” Bir asker çocuğu olduğunu, uzun yıllar garnizonlarda yaşadığını söyleyen Sokurov askeri yaşamın hiçte egzotik olmadığını belirtiyor. Alexandra’da çağdaş hiçbir durumun, hatta sözcüğün bile olmadığını, değişmez durumlara dokunduğunu açıklayan sinemacı “Kahramanım Irak’a torununu görmeye giden bir Amerikalı ya da Afganistan’a giden bir İngiliz olabilirdi. Bu savaşın Çeçenistan’a neye mal olduğunu, savaşta insanların acımasızlığını, işlenen cinayetlerin sayısızlığını biliyorum. Artık savaş sona erdi, kurbanlara saygı duyarak birbirimizle yakınlaşmalıyız. Alexandra politik bir eylem filmi değil, orda ben insanları yakınlaştıracak yolları bulmaya çalışıyorum” diyor. BENİ EN ÇOK RUHUMU YİTİRMEK KORKUTUYOR Avrasya Film Festivali Elizabet: Altın Çağ ile kapanacak 44’üncü Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin uluslararası arenaya açılan yüzü üçüncü Uluslararası Avrasya Film Festivali, seçkisinde 80’in üzerinde filmi festival seyircisiyle buluşturmaya hazırlanıyor. Dünya sinema sahnesinde yıldızı parlayan en yeni filmlerden, usta yönetmenlerin heyecanla beklenen son yapıtlarına yer verilen 3’üncü Uluslararası Avrasya Film Festivali, bu yıl perdelerini ünlü yönetmen Shekhar Kapur’un yönettiği ve başrollerini Cate Blanchett, Geoffrey Rush ve Clive Owen’ın paylaştığı 1998 tarihli 7 dalda Oscar adayı ‘Elizabeth’ filminin devamı olan görkemli epik başyapıt “Elizabeth: Altın Çağ” ile kapatacak. Britanya tarihinin 45 yıl tahtta kalan efsanevi monarkı, William Shakespeare, Edmund Spenser, John Dee gibi tarihi kişiliklerin arkasındaki soylu destekçi, ismi destansı bir çağ ile birlikte anılan ve ‘Bakire Kraliçe’ olarak bilinen Kraliçe I. Elizabeth’in, İngiltere tahtında geçen en parlak yıllarının konu alındığı filmde, Kraliçe’nin, Avrupa’daki düşmanlarına ve ülke içinde entrikalara karşı savaşırken aynı zamanda aşka sözünü geçirmek için verdiği amansız mücadele anlatılıyor. Aleksandra’yı dünyaca ünlü Rus viyolonselci Mstislav Rostropovich’in eşi ünlü soprano Galina Vishnevskaya (81) oynuyor. İlkokula giderken onun sesinden çok etkilenen Sokurov çekim sırasında sanatçının onu çok iyi anladığını, aralarında gerçek bir uyum sağladıklarını, ilk ya da ikinci çekimde ondan istediği oyunu aldığını belirtiyor. Alexandra’yı Çeçenistan’da Grozni ve Khankala’da, Rus ordusunun konuşlandığı bölgede üstelik Çeçen Bağımsızlık Savaşı’nın lideri Şamil Basayev’in öldürülmesinden hemen sonra çekmeye başlayan Sokurov ve ekibini eski KGB ajanları korumuş. “Filmimi kesinlikle orada çekmeliydim, atmosfer, insanlar, gerilim orada çok gerçekçiydi çünkü film bir anlamda yaşamın benzersiz bir parçasıdır” diyen Sokurov saldırıların, patlamaların sürdüğü, yolların mayınlarla kaplı olduğu çekim mekanlarına zırhlı araçlarla koruma eşliğinde gitmiş. Alexandra’nın görüntü biçemini oluştururken 19. yüzyıl Rus Gerçekçileri’nden, William Turner’ın turuncu tonlu tablolarından etkilendiğini belirtiyor Sokurov. Belli bir kültür düzeyi olan izleyiciye seslendiğini bilen yönetmen “Geçirmek istediğim duygular beni canlandırıyor. Sinema bir endüstri, ekonomik, politik, ideolojik, estetik bir spekülasyon bölgesi. Başlangıçta küçük bir atöyle idi zamanla bir fabrikaya dönüştü. Büyük yapımları eleştirmiyorum fakat bu sınırsız endüstride beni en çok ruhumu yitirmek korkutuyor” diyen Sokurov’un Alexandra’sı Ruslarla Çeçenler arasında bir barışma, uzlaşma çağrısı niteliğinde. Film ilk kez TürsakAksav’ın ortak etkinliği 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin (1928 Ekim) Rus Sineması bölümünde izleyiciyle buluşuyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle