19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 1 TEMMUZ 2006 CUMARTESİ rih Ta Osmanlının Türkmenle çelişkisi Dinsel olarak Sünni şeriata yönelen Osmanlı, etnik alanda da içinden çıktığı Türkmene yabancılaşarak devşirmeleşti Kuruluş döneminden hemen sonra başlayarak Osmanlının iki alanda farklılaştığı görülür: Birinci değişim alanı dinsel, ikincisi ise etnik olacaktı. Devletleşmenin ideoloji gereksinimi çerçevesinde dinsel olarak Sünni Şeriata yönelen Osmanlı, etnik alanda da içinden çıktığı Türkmene yabancılaşarak devşirmeleşecekti. İbni Haldun’un şu çözümlemesi, böylesi durumları anlatıyordu: ‘‘Büyük bir imparatorluk kuran hükümdar, çok güç bir görevle, bütün insanları kendine itaat etmeye yöneltmek göreviyle karşı karşıyadır. Bunu başarmak için kendi kabilesine karşı, sanki yabancı bir halka boyun eğdiriyormuşçasına acımasız davranmak zorundadır. Şiddete başvurmazsa, o güne kadar bir hükümdarı hem ruhani hem dünyevi bir önder olarak görmeye alışmamış insanları kendine itaat eder duruma sokamaz. Hükümdar ruhani ve dünyevi bir önder olması gerektiğini dini doğmaların bir parçası haline getirmek için her fırsatı kullanır. ... despotça niyetlerini saklamaz; kendi kabilesinden kişilerin daha önce sahip oldukları yetkileri kaldırır. Onlar bu yetkileri yeniden ele geçirmeye kalktıklarında şiddetle karşı koyar. Bu davranış biçimiyle kendi öz yurttaşlarını kendi can düşmanı haline getirdiğinden dostlarını başka yerde aramak zorunda kalır. O zaman kendi savunmasını ve devletini emanet ettiği kişiler yabancılar olur. Bir zaman sonra bu kişiler ihsana gark olunurlar; çünkü bunlar hükümdarı, iktidarı ele geçirmek için fırsat kollayan kabilesinin teşebbüslerine karşı korumak için can vermeye hazırdırlar.’’ Bütün imparatorluklar gibi Osmanlı da, kendi içinden çıktığı Türkmenlerle arasına kalın sınırlar çizecek, onun dışından devşirme yoluyla oluşturduğu kapıkulu teşkilatı ve Yeniçeri ile değişik kökenlerden halka hükmedecekti. Sarayın halkla arasına aşılmaz duvarlar örmesi, imparatorluk hukuku açısından olağan bir durum. Ancak bu durumun toplumları ileriye taşıyacak bir tarih bilinci açısından eleştirilmesi gerek. Çünkü insanlığın köleliğe, fetihçiliğe, kastlaşmaya karşı yürüttüğü mücadelenin ve bu yolda elde ettiği kazanımların içselleştirilmesi, geçmişin egemenlik ilişkileriyle kurulacak bu eleştirel tutuma bağlıdır. Tarih yazıcılığında bu tutum, Osmanlı ve Türkmenlerle sınırlı olmamak üzere insanlığın evrensel bağlamda özgürleşmesine bilinçsel bir zemin sağlar. Tarihsel süreçte yaşanan mücadelede haktan, ezilenden, özgürlükten, eşitlikten yana tutum, bugün özgülünde de toplumsal ilerlemenin güvencesidir. Buna karşılık örneğin Osmanlı ile Türkmenler arasındaki çekişmede, Saraydan yana e ç ERDOĞAN AYDIN tutum saptayan resmi tarihçilik, günümüzde de haklarını savunan yurttaş ve bireyler olmamızı engelleyerek, bizi egemenlerin keyfiyetinde tebaalığa mahkum edecektir. Dolayısıyla ‘‘ata’’ nitelemesini aynı etnik kökenden gelen herkes özgülünde değil, onların içinde haklı olan, üreten, hakları çiğnenen ve özellikle hak mücadelesinde saf tutanlar özgülünde kullanmak gerek. Tarih bilinci açısından bu ölçüt, Osmanlı özgülünde bir kat daha geçerlidir; çünkü Osmanlı Sarayı, diğer imparatorluklar gibi, sadece ezen olması anlamında değil, aynı zamanda içinden çıktığı topluluğa yabancılaşan bir devşirme kastı temsil ediyor. KOÇİ BEY’DEN ÖĞRENDİKLERİMİZ Bu özgülde yinelenmeli ki Osmanlı, içinden çıktığı Türkmenlerle birlikte, Kürtleri, Çingeneleri, Lazları, vb diğer tüm halktan reayayı da ayrımsız dışlayan, onun alın terini yağmalayıp savaşlarda tüketen despotik ve devşirme bir kastı temsil ediyor. Osmanlı egemen aklı için değişik milliyetlerden halk, ayrımsız olarak reaya, ‘‘anlayışsız’’, ‘‘kaba’’, ‘‘şerli’’, ‘‘akılsız’’, dolayısıyla hakları olan değil güdülmesi ve yönetimden uzak tutulması gereken bir ‘‘sürü’’dür. Osmanlı resmi söyleminin belgelerinde bu gerçeklikle karşılaşmak, Osmanlıcı koşullanmalarla ‘‘eğitilmiş’’ ortalama bir yurttaş açısından irkilticidir. Sakallı Celal’in ifadesiyle böylesi bir cehalet ancak koşullandırıcı ve yabancılaştırıcı bir ‘‘eğitim’’ ile mümkündür ve ne yazık ki resmi tarihçilikle amaçlanan budur. Bu açıdan IV. Murat’ın danışmanı Koçi Bey’in (17. yy.) kaleme aldığı meşhur Risale, Osmanlı devletinin, başta Türkmen çoğunluk olmak üzere Anadolu’nun yerleşik halklarına karşı yargılarını öğreten ilginç bir belgedir. Örneğin şu ifade, Osmanlı egemenlerini ‘‘atalarımız’’ olarak gören insanlar açısından şok edici olsa gerek: ‘‘Ve bi’lcümle her zümreye tarihi mezburdan (adı geçen tarihten) beri millet ü mezhebi nama’lüm şehir oğlanı ve Türk ve Çingane ve Tatar ve Kürd ve Ecnebi ve Laz ve Yörük ve katırcı ve deveci ve hammal ve ağdacı ve yolkesen ve yankesici ve saire ecnası muhtelife mülhak (çeşitli cinsler katılmış) olup ayin ve erkan bozuldu ve kanun ve ka’die kalktı. Ol cihetten ş’ur ve fitne ü fesat alemden eksik olmayub nizam ü intizam bertaraf oldu. Eğer bu çeşit derinti asker ile layıkı din ü devlet bir maslahat görmek mümkin olsaydı selatini selef (geçmiş padişahlar) Allah delillerini nurlu eylesinmenasıbı (rütbeƒ makam) ve zeamet ve timarı müstehakına ihsan etmezlerdi. Ve kul taifesine senevi bunca hazine vermezlerdi.’’ Görüldüğü gibi Risale’de Türk, diğer halklardan reaya ile birlikte, yolkesen ve yankesicilerle eşdeğerde. Halktan insanların sızmaya başladığı zamanlardan beri erkan, kanun ve nizamın bozulduğu, aleme fitne yayıldığı, oysa geçmiş padişahların böylelerine rütbe ve toprak vermeyerek düzeni koruduğu söylenmektedir. Risale, reaya ve onun çoğunluğunu oluşturan Türkmenlerin, Kapıkulu sistemi ve Yeniçeriden uzak tutulması kuralını hatırlatır: ‘‘Ve Dergahı Ali yeniçerileri ve cebecileri ve topçuları ve sair ocaklarda olan kullar umum üzere devşirmeden olub ... Devşirme dahi Arnavut ve Bosna ve Rum ve Bulgar ve Ermeni ta’ifesinden mahsus olub gayri taifeden olmak memnu (yasak) idi.’’ Daha önemlisi Koçibey Risalesi, Osmanlının kendini Türk ve Türk yurdu görmediği gibi, Türk yurtlarını, diğer halkların yurtlarıyla birlikte fethedilmesi, vergi ve haraca bağlanması gereken alanlar olarak gördüğünün belgesidir: ‘‘Ülkeler fetheden saadetlu ve şevketlu padişah hazretlerinin ... büyük gazalar, güzel fetihler yapıp uğurlu zamanlarında keskin kılıcın darbesi İran, Turan, Türk, Tatar, Hint, Yemen ve kafir memleketlerine erişüp ... ve memleketleri fethedip ... dünyaya velvele salması, zeamet ve tımar erbabının desteği ile olup, etraftaki hükümdarlardan bac ve haraç almışlardı.’’ Dahası aynı Risale’de; ‘‘tımar erbabı arasına yabancı girmesin diye ilk zamanlarda tımar emri kimseye verilmezdi. Eskiden sipahi oğlu, kul oğlu olanlara istihkak emri verildiği zaman, hakikaten sipahi ve kul oğlu olduğuna, zeamet erbabından iki ve tımar erbabından on nefer şahitlik etmedikçe verilmezdi. (...) Şehir oğlanları ve reaya taifesinin tımar istemeleri küfürle beraberdi’’ denilerek, reayanın tımar edinmesinin ‘‘küfür’’ ile eşdeğer ve olanaksız olduğuna işaret ediliyor. DEVŞİRME DEVLET Dikkat edilirse Osmanlıda aslolan din ve devlettir. Milliyet ise, asla ideolojik belirleyenler içinde yeralmıyor. Halk ise haklarıyla değil yükümlülükleriyle belirlenen reaya, tebaa ve kuldur. Tarihsel olarak bunun böyle olması doğal, çünkü millet bilinci 19. yy’ın ürünüdür. Ancak bu basit bilginin bile genellikle çarpıtılıp, Osmanlı tarihinden Türklük adına övünç üreten bir resmi tarihçilik atmosferinde Koçibey Risalesi gibi resmi belgelerle yüzleşmek temel bir önem taşır. Bu açıdan Ö. L. Barkan’ın Osmanlıya dair; ‘‘Bizanslı Rumlar ve diğer Balkan milletleri, sadece isim ve din değiştirerek tarih sahnesine yeni bir ırk ve millet ve üzerine yeni görevler almış olarak çıktılar. İslami bir renk ve cila altında eski Bizansı ihya ve devam ettirdiler’’ ifadesi çarpıcıdır. Bu anlamda ‘‘yeni siyasi düzeni yaratan güç’’ olarak Osmanlı hanedanlığı, ‘‘Türk halkının toplumsal gelişmesinden doğmuş bulunsa bile ... padişahın imparatorlukçu siyaseti idareci zümreyi ana topluluk dışında sağlama’’ yoluna gidiyor ve Türkmenlere ait bir devlet olmaktan gittikçe uzaklaşarak ‘‘imparatorluk dünyasının ifadesi’’ oluyordu (M. Akdağ). Sorun imparatorluğa özgü yapılanmanın halkı dışlamasıydı. Ancak bu aşağılama en çok Türkmenleri vuruyordu; çünkü söz konusu devletin kurucuları olmalarına karşın reayanın ve savaşta ölmeye gidenlerin çoğunu bunlar oluşturuyordu. Osmanlı, gayrı Müslimleri daha ağır bir vergi yükü altında tutuyor ama buna karşılık Batıni kesimlere karşı ağır bir denetim ve açık bir tenkil politikası izliyordu. Türkmenlerin ezici çoğunluğu ise Sünni değil Kızılbaştı. Bu nedenle Osmanlı (ve Selçuklu) dönemi boyunca ayaklananlar hep Türkmenler olacaktı. Edebiyatımızın en seçkin ürünlerinin de bu kimlikteki insanlarca üretilmiş olması da rastlantı değil. Diğer halklarda milliyetçiliğin yükseleceği 18. yy. sonlarına kadar Osmanlı’daki sürgün politikaları ve katliamlardan asıl payını alanlar da Türkmenler olacaktı. Özetle Türkmenlerin iktidar süreçlerinden bütünüyle dışlandığı bir realite ile karşı karşıyayız. Bu bağlamda Osmanlı kimliğinin karakterini aradığımızda, Türkmen halktan tümüyle yalıtılmış, devşirme öğelerin imparatorluk çıkarlarına uygun bir senteziyle karşılaşıyoruz. eaydin?cumhuriyet.com.tr Çocuk fotoğraf sergisi ergi ergi Anadolu’nun renkleri S ergi 1600 yıllık bir tanıklık Karma Resim Sergisi 18 Temmuz’a kadar Antik HotelAntik Cisterna Sergi Salonunda gezilebilir. Sergi, on altı ressamın eserlerini 1600 senelik bir tanıklık ile bütünleştiriyor. Sanatın öyküsel sürecinde varolan geçmiş ve bugün karşılaşması bu etkinlikte bir düete dönüşüyor. Yapıtlar, Beyazıt’taki Antik Cisterna sergi salonu, Antik Hotel’in 12 metre altında yer alan 1500 yıllık Bizans sarnıcında yer alıyor. (0 212 638 58 58) İFSAK ve YapıEndüstri Merkezi işbirliği ile düzenlenen ‘‘Anadolu’nun Renkleri” adlı sergi 321 Temmuz tarihleri arasında YapıEndüstri Merkezi Sergi Holü’nde sanatseverlerle buluşuyor. Fotoğraf sanatçısı Dr. Kumral Kepkep’in Anadolu Halk Dansları’nı fotoğrafladığı sergi, gerek hareket zenginliği, gerekse yöre kültürlerini yansıtan renkli kıyafetleri ile görsel bir şölen sunuyor. Birbirine karışan renklerin, dansçıların, birkaç saniye sürüp dağılan kompozisyonların izlenebileceği sergi, Pazar hariç her gün saat 10. 0018.00 arasında gezilebilir. 2000 yılında İFSAK’tan temel fotoğraf ve doğa fotoğrafı eğitimi alan Kepkep halen İFSAK üyesi. Fotoğraflarında doğa, belgesel, sahne ve yaşam konularını işlemekte. Gösterim ve sergi çalışmalarının yanında çeşitli yarışmalardan ödülleri de mevcut. Fransız baharı Sosyal ve politik fotoröportaj konusundaki uzmanlığıyla tanınan Fransız sanatçı Benjamin Caillaud’un fotoğraf sergisi Graphumanisme 14 Temmuz’a kadar Fransız Kültür Merkezi’nde görülebilir. İnsanı ve grafiği birleştiren çalışmalarıyla tanınan Benjamin Caillaud insanın varlığını, yalnızlığını grafik biçemlerle ortaya koymaya çalışıyor. Haftaiçi: 09.0020.00, Cumartesi: 09:00 18:00 Yer: Fransız Kültür Merkezi 0 212 334 87 40 Kasımpaşa Çocuk Yuvası’nda 2003 yılından beri Fehmi İçyer ve Nilhan Coşkun eğitmenliğinde çalışmalarını sürdüren İFSAK Çocuk Fotoğraf Atölyesi, bu sezon sergisini İFSAK’ta açtı. Melek Ocak, Havva Nalça, Neslihan Akar, Yasemin Tufanoğulları, Mehmet Nalça, Emrecan Cankurt, Tülay Bekler, Meral Şener, Kader Şener çekim teknikleri, film banyosu ve siyahbeyaz kart baskısını teorik ve pratik olarak gördükleri atölye çalışmasının sonunda ortaya çıkardıkları sergi 8 Temmuz’a kadar gezilebilir. HAFTA SONU 06 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle