25 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 08 30/11/06 16:19 Page 1 CUMARTESİ EKİ 8 CMYK ASLI SELÇUK Capturing the Friedmans (Canım Babacığım)/Yön: Andrew Jarecki/Müzik:Andrea Morricone/Görüntü: Adolfo Doring/2002, renkli, 103 dakika/Barbar FilmPalermo. Seksenlerin sonunda ABD’nin varsıl Long Island kasabasında yaşayan orta sınıf, tipik bir Amerikan ailesi olan Friedman’ların yaşamı 56 yaşındaki öğretmen baba Arnold’la onsekizindeki oğul Jesse’nin erkek çocuklara cinsel taciz suçlamasıyla altüst olur. Bu suçlamaları inkar eden büyük oğul David, aile videolarını yönetmen Andrew Jarecki’ye bir kanıt olarak verir. Filmini tam bir polis sorgulaması benzeri yapılandıran yönetmen, sıradan bir Amerikan ailesinin özeline girerek içedönük, kapalı bir yaşam süren Great Neck halkını, yasa sistemini ve seksenli yılları mercek altına yatırıyor. Friedman ailesinin tüm üyelerini konuşturan, olaya yakından uzaktan girmiş kişilerin görüşlerini alan, bakış açısını sürekli değiştirerek filmin sonuna dek taciz olayının belirsizliğini koruyan Jarecki, gerçeği yakalamanın ne denli güç olduğunu sergiliyor. Sundance Festivali’nden jüri özel ödüllü belgesel, tutuculuk, önyargı, kitle psikolojisi, toplu isteri kavramlarının düşündürücü açılımlarını sunuyor. Loose Change: Second Edition (11 Eylül: Büyük Şüphe)/Yön:Dylan Avery/Senaryo: D. Avery, Jason Bermas, Korey Rowe/2006, renkli, 78 dakika/Kanal D Home Video. 11 Eylül saldırılarının ABD hükümetince düzenlendiğini savunan belgesel o gün gerçekte neler oldu sorusunu ayrı bir açıdan soruyor:Pentagon’un saldırıları simülasyonlarla saniyesi saniyesine planladığını, saldırıdan önce Dünya Ticaret Merkezi’nin teröre karşı sigortalandığını, binaların önceden yerleştirilmiş patlayıcılarla çökertildiğini, Amerikan Havayolları’na satış opsiyonu konduğunu, Pentagon’un güdümlü füzeyle vurulduğunu, saldırıdan birkaç gün önce güvenlik görevlilerin vardiyalarına son verilip bomba uzmanı köpeklerin çekildiğini, olaydan sonra enkaz incelenmeden hemen geri dönüşüme gönderilerek kanıtların yok edildiğini, binlerce vatandaşını öldürerek hükümetin trilyonlarca para kazandığını, gerçeği araştırmaya kalkışanlarınsa hükümetçe, medyaca engellendiğini öngören belgesel şok edici açıklamalarla dolu. 11 Eylül bahanesiyle ABD’nin Afganistan’a, Irak’a girdiğini irdeleyen yapım bu komployu Amerikan halkına karşı düzenlenmiş bir saldırı olarak tanımlıyor. Si ne ma 8 SUNGU ÇAPAN ??????????????????????????????????? İnanç, para ve politika... Sözlüğe bakıp Takvâ’nın Allah korkusuyla dinin yasakladığı tüm eylem ve davranışlardan kaçınma anlamına geldiğini öğrenerek seyrettiğimiz, son Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde jüri özel yani en iyi ikinci film (Özer Kızıltan), en iyi senaryo (Önder Çakar) ve en iyi erkek oyuncu (Erkan Can) ödülleri başta olmak üzere toplam 9 ödül kazanmış, belki de 11 Eylül terörünün yarattığı peşin önyargıyı bir yana bırakıp İslam dinine merak duyan bir kısım Batılı seyircinin de Toronto festivalinde ilgisini çekmiş Takvâ, 7 yıl önce yine Antalya’dan milletin soluğunu kesen (daha doğrusu seyirciyi dumanaltı eden) ve Erkan Can denen büyük oyuncuyu tanıtan Gemide filmiyle hayatımıza girmiş Yeni Sinemacılar grubunun son eseri. Gemide’yi izleyen Laleli’de Bir Azize, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar ve Maruf gibi ilginç ama gişede hak ettiğini bulamayan filmlerden sonra yoluna yönetmen Serdar Akar’sız devam eden Yeni Sinemacılar Takvâ’da, bu kez yaklaşık son on yıldır yükselerek Cumhuriyet Türkiyesi’nin (iktidardaki takıyyeci hükümetin de tüm kanat germe ve kollamalarıyla) gündemden düşmeyip gitgide laik düzeni tehdit eder hale gelen köktendinciliğe ilişkin bir film yapmanın bütün risklerini, sakıncalarını yüreklice göze almışlar, enseyi hiç karartmadan. Ne bütünüyle İslami propagandaya çekilecek, ne de sadece sıradan bir tarikat eleştirisi sayılacak cinsten bir film Takvâ. Baştan belirtmek gerekirse, kuşkusuz önce bıçak sırtı konusuyla tartışmalara yol açacak ve ses getirecek nitelikte, zengin görselliği ve oyunculuğuyla da göz alan, etkileyici, iz bırakan bir film, ülke gündemine cuk oturan bir zamanlamayla gösterime giren Takvâ. DVDVCD Yeniler Takvâ / Yönetmen: Özer Kızıltan / Senaryo: Önder Çakar / Kamera: Soykut Turan / Müzik: Gökçe Akçelik / Oyuncular: Erkan Can, Güven Kıraç, Meray Ülgen, Settar Tanrıöğen, Öznur Kula, Murat Cemcir, Müfit Aytekin, Engin Günaydın, Erman Saban / 2006 TürkAlman yapımı (Özen Film). GÜNAH SAYILAN CİNSELLİK 1990’ların sonunda, o altın sever, takunyalı büyük hoca efendinin kifayetsiz muhteris sarışınla birlikte iktidarı paylaştığı yıllardan itibaren günümüze kadar tırmanarak gelen ve bugün Türkiye’yi alabildiğine geren kutuplar arasındaki çekişme hakkında, her şeyin örtbas edilmeden açık seçik konuşulmasından yana senarist Önder Çakar’ın inanç, para, politika ilişkisi ekseninde gelişerek, namazında niyazında, kendi âleminde, içe dönük, yalnız, tekdüze ve cinselliğin günah sayıldığı kadınsız, çileli bir hayat süren, koyu dindar Muharrem’in ayak bastığı dış dünya çarkının kirli dişlilerinde gitgide bozulup bölünerek kafayı üşütmeye varan dramını anlatan senaryosu, son dönemde yaşadığımız kimi ürkütücü gerçeklere değinip çeşitli sorunlara da gönderme yaparak sorular yönelten, inandırıcı diyaloglarla örülmüş, iyice ölçülüp biçilerek yazılmış, beklentileri karşılayan, Altın Portakal’lı, sıkı, sağlam bir kurmaca. Her türlü mahrumiyete tevekkülle katlanan, kendi halindeki dini bütün, saf, çulsuz, parasız ama inançimanahlak sahibi Muharrem (Erkan Can), Fatih’teki her gün Vakit okuyan, toptancı çuval tüccarı Ali Bey’in (Settar Tanrıöğen) dükkânında çalışırken onun dünya malında hiç gözü olmadığını fark eden bir şeyh efendi (Meray Ülgen) tarafından bizzat seçilip, genç müritlerin yetiştirildiği dergâhının İstanbul’un dört bir yanına dağılmış, çoğu yasadışı malımülkünden gelen kiraları toplamakla, tüm tahsilat işlerini yürütmekle görevlendiriliyor, dergâhtan Rauf abisi (Güven Kıraç) aracılığıyla. Önce kılığı kıyafeti düzüyor Muharrem, cep telefonu tespihin yerini alıyor, bilgisayar derken altına bir de araba çekiliyor. Makamını ele geçirdiği ve giderek rollerinin değiştiği hamisi Ali Bey, şeyh elinin değişiyle efendiliğe terfi eden çırağı Muharrem’in sekreterliğini yaparken ona bir de genç Bosnalı yardımcı (Erman Saban) buluyor. Evliya gibi biriyken dergâhın dünya işlerini çekip çevirmenin sorumluluğuyla belirgin bir değişime uğrayan, nefsi açığa çıkan, bir anlamda da sınıf atlayan Muharrem’e, maddi güce ve iktidara eriştiği yeni konumu hiç yaramıyor, çünkü çelişkilere, çıkarcılığa, ilkesizliğe, kötü sürprizlere tanık olduğu yeni yaşamında inandığı tüm değerlerin allak bullak edildiğini gördükçe içi içini yiyor, acı çekiyor, huzurunu yitiriyor. Baştaki o sadece iyi bir insan olmak isteyen, masum, munis halinden çıkıp çırağı Boşnak delikanlıyı Sırp mezalimine uğramış, savaş mağduru Bosna için sürekli yardım toplayan Muhittin’i sık sık azarlayan hırçın, aksi, kırıcı birine dönüşüyor. Emir alırken emir veren, meteliksizken paranın gücünü tanıyan, mizacı değişen ve gitgide ortalarda dolanıp duran gariban meczuba benzeyen Muharrem efendi, bastırılmış cinselliğinin patladığı, hep aynı kızla seviştiği erotik rüyalar da görüyor sürekli. Derken şeyh onu, rüyalarında sevişip boşaldığı (ve günaha girdiği) genç kız (Öznur Kula) olduğunu sonradan fark edeceğimiz ortanca kızıyla başgöz etmek istiyor. Yaşam işte böyle birşey ALPER TURGUT Avrupa sineması’nın ağır, sıkıcı, deneysel ve zorlama filmleri, beyazperdede yıllar yılı Hollywood egemenliğinin yaşanmasına yol açtı. “Sinefil” denilen tutkun sinemaseverler dışında kalanlar, başta Fransız sineması olmak üzere Avrupa orijinli yapımlara ya ön yargıyla yaklaştılar ya da sırtlarını çevirdiler. Ancak son dönem Alman sineması, pırıl pırıl parlayan bir güneşe benziyor. Ve Avrupalı eserlere yaklaşımı kökünden sarsacak kadar özgün ve düzgün eserler inşa ediyor. İnsana, dostluğa ve aşka dair kâh hüzünlendiren kâh gülümseten Balkon’da Yaz (Sommer vorm Balkon) ve Yalınayak (Barfuss) örneklerinde olduğu gibi… Yoksul Almanlara ait öyküleri dillendiren Balkon’da Yaz, San Sebastian Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü (Wolfgang Kohlhasse) aldı. Berlin’de Yaz adıyla (Summer İn Berlin) dünyaya ihraç edilen film, Andreas Dresen imzasını taşıyor. Filmi kendi renkleriyle boyayan kadın oyuncular Inka Freidrich ve Nadja Uhl ise deyim yerindeyse adeta döktürüyorlar… Çocukluğu yetimhanede geçen Nike, sosyal yardım kurumu adına yaşlı insanların bakımıyla geçimini sağlar. Her türlü ilgiye muhtaç durumdaki ihtiyarlar, anılarıyla yaşamaktadır. Kahvesini saklayıp, kayboldu diye veryansın edenler, altları bezlenenler, hala okula gitmek isteyenler, genç kadının iyi kalbi ve hoşgörüsüyle yaşama tutunurlar. Katrin ise, oğlu Max ile birlikte yaşayan boşanmış bir kadındır. Resim yapıp satarak ve iş başvurularında bulunarak zor bir hayat sürdürmektedir. Aynı apartmanda komşu olan Nike ve Katrin, bir bütünün iki parçası gibidir. Yaşamın ağır yükü altında bocalayan iki kadının, en mutlu oldukları yer Nike’nin balkonudur. İki dostun arasına girecek kara kedi ise, kamyon şoförü Ronald’dır. Nike, Katrin’i az daha ezecek olan Ronald’dan hoşlanır ve onu elde etmek için planlar yapar. Sonuçta babası olmadığı için üç ayrı kadından altı çocuk yapan, özel ilişkilerini ulu orta herkese anlatan çirkin, cahil ve karikatürize bir tip olan Ronald, Nike’nin evine taşınır. Artık dostluğun sınanma vakti gelmiştir. Nike bir karabasana âşık olmuştur, Katrin’in alkolik olduğu ortaya çıkar ve tedavi görür, küçük Max ise aşk komasına girmiştir. Ancak her kışın bir de yazı vardır ve hayat kendi çözümünü bulacaktır. alınayak, genç oyuncu Til Schweiger’in yönettiği sağlam bir romantik komedi… Schweiger ile başrolü paylaşan tiyatro kökenli 31 yaşındaki Johanna Wokalek, Almanya’nın en iyi kadın oyuncularından biri olarak gösteriliyor. Nick Keller, son altı yılda altı kez işten kovulan, otoriteye katlanamayan bir adamdır. Ailesi için utanç kaynağı olan çapkın ve serseri Nick’in, üvey babası Heinrich ise zengin ve despot bir adamdır. Ukala ve kendini beğenmiş kardeş Victor, Nick’in eski sevgilisiyle evlenmek üzeredir. Hayatta sadece annesini seven Nick’e, düğün törenine katılabilmesi için acil para gerekmektedir. Tekrar soluğu iş bulma kurumunda alır. Kurumun, Nick’e bulduğu son iş, akıl hastanesinde temizlikçiktir. Nick, daha eline süpürgeyi aldığında ortalık karışır, bir hastanın saldırısına uğrar, bir diğeri litrelik temizlik deterjanını midesine indirir. Hastanenin başhekimi Nick’i kovmakta gecikmez. Tuvalette kara kara düşünen Nick, Leila adındaki güzeller güzeli genç bir kadının kendini asmasını engeller. Leila, onun sorumsuzluğuna son verecek ve hayatını aydınlatacak bir melektir belki de… Nick hastaneden ayrılırken “ayaklarını hapsetmek istemediği” için yalınayak dolaşan Leila gizlice onun peşine takılır. Nick, evinin kapısını çalan misafiri görünce şok geçirir. Yalınayak Leila, elinde bavulu ve geceliğiyle arzı endam etmiştir. Artık çıkacakları yolculuk, serseri ve delinin sıra dışı aşk hikâyesidir. Y ELEŞTİREL GÖNDERMELER Oysa dergâha evlenmeye değil yüz sürmeye gelmiştir Muharrem. Şeyh efendinin has adamı olarak karşılaştığı olaylarda, işlenen günahların görmezden gelinmesinden aşırı etkilenerek akli dengesini yitirmeye başlayan ve ermekle ermemek arasında, hastalanıp yatağa düşen kahramanımızın (beklendiği gibi) kafayı yediği acıklı bir finale kapı açan Takvâ, yönetmen Özer Kızıltan’ın ilk uzun metrajı. İyi yazılmış, özene bezene çekilmiş ve oynanmış film, İslami kökenli, düzenin temel kurallarıyla tartışmalı iktidar partisinin 06 plakalı arabalarıyla dergâha yüz sürmeye gelen kodamanlarının, ensesi kalın işadamlarının ya da çuval satın almak bahanesiyle, (oysa arazi, inşaat, ihale işlerinden nasiplenmektir asıl niyet) Muharrem efendiyi ziyaret eden mütaahhit Engin Günaydın’ın sahneleri gibi eleştirel göndermeler de içeriyor, perdeye dinsel bir klip gibi yansıyan, ilahilerle bezeli, müzikal zikir ayini sekanslarının yanı sıra. 1999’da Antalya’da Gemide’yle kazandığı en iyi oyuncu ödülünü, kuşkusuz sinema tarihimizde yer alacak Muharrem yorumuyla ikileyen, beden diline müthiş hâkim ve kendini (Öfkeli Boğa’daki De Niro kadar olmasa da) fiziksel değişime de uğratmış Erkan Can’ın sürüklediği Takvâ’da, derin huşu içinde yapılan, irkiltici ve şatafatlı zikir ayini çekimleri bize 16 yıl öncesinde kalmış Zülfü Livaneli’nin Sis’indeki benzer sahneleri de anımsattı. Eli yüzü düzgün anlatımı, ayrıntıları önemseyen, zengin, çok boyutlu görselliği, filmin yapımcılarından Fatih Akın’ın montajcısı Andrew Bird’le Niko’nun akıcı, işlek montajı, Replikas’ın solisti Gökçe Akçelik’in filmin ritmine uyumlu müzikleri, ödüllü makyaj ve giysileri, teknik altyapısı, sonuçta oldukça nesnel bir bakışla kamera yönelttiği, malum kesimi ayrıntısıyla görüntülemesinin üstesinden gelen Takvâ’nın öteki artıları. Eksisiyse, aralara giren, ıslak ve cenabet rüya sahnelerinin, sıkça kullanılmasıyla giderek tekdüzeleşmeye yol açması. Dün görücüye çıkan özü ve biçemiyle bizde mevsimin en başarılı yerli yapımlarından biri izlenimini bırakan Takvâ, yurdum insanının ne yapıp edip görmesi, feyz ve ibret alması gereken, klişe deyişle kesinlikle kaçırılmayacak, sarsıcı bir film özetle. Yeni Sinemacılara selam olsun! Üçüncü binin Nuh’un gemisi ASLI SELÇUK Londra 2027, yaklaşık onsekiz yıldır dünyada tek bir çocuk doğmamıştır. Bilinmeyen nedenlerden ötürü olanca kadın nüfus kısırlaşmıştır. Nükleer savaşlar gezegeni mahvetmiş, Afrika kıtası nükleer silahların kırımıyla haritadan silinmiştir. Küresel kirlenme, terorist saldırıları New York, Paris, Moskova, Tokyo gibi büyük kentlerin sonunu getirmiş, tüm bu yıkımlarda insan soyunun üremesini durdurmuş, sivil toplumlar çökmüş, hükümetler toplumlarının yönetimini yitirmiştir. Dünyada ada olma özelliğinden ötürü bir tek Büyük Britanya ulusu ayakta kalarak ulusal varlığını totaliter, faşist bir rejimle sürdürebilmektedir. Şiddete, baskıya dayanan bu polis devleti ülkeyi kaçak göçmenlerden tümüyle arındırmaya kararlıdır, arındırma kamplarında sığınmacılar işkence görmekte, idam edilmektedir. Bir grup eylemci bu göçmen karşıtı yönetime karşı savaşmaktadır, dini gruplar ise insandaki kısırlaşmayı Tanrı’nın gazabı olarak algılamaktadır. Eski politik eylemci şimdiyse Enerji Bakanlığı’nda çalışan alkolik bürokrat Theo’ya (Clive Owen), hükümetin sığınmacılara uyguladığı insanlık dışı davranışa direnen eylemci The Fishes’ın lideri eski karısı Julian’dan (Julianne Moore) bir öneri gelir. Theo, yüklü bir para karşılığında Kee (ClareHope Ashitey) adlı Afrikalı sığınmacıyı Azor Adaları’ndaki Tomorrow (Yarın) teknesine götürüp İnsan Projesi’ni yürüten bilimadamlarına teslim edecektir. Çünkü sekiz aylık hamile Kee’nin beklediği çocuk insan soyunun artık son umududur. P. D. James’in romanından uyarlanan, gerçekçi, fütürist bir ortamda geçen Children of Men (Son Umut/2006) adlı gerilimdramı, Bunalım Günlerinde Aşk (1991), Büyük Umutlar (1998), Y Tu Mama Tambien (2001), Harry Potter ve Azkaban Tutsağı (2004) filmlerinin başarılı yaratıcısı Meksikalı Alfonso Cuaron yönetiyor. Bu proje 11 Eylül olaylarından sonra sinemacının dikkatini çekmiş. Senaryoyu yazmaya 2001’de girişen Cuaron: “11 Eylül’den sonra filmde olayların 20. yüzyıl yerine 21. yüzyılda geçmesini uygun gördüm. Çünkü bu tarihten sonra dünyada çok şey hızla değişti. Filmde, romandan daha değişik olgular var, içinde bulunduğumuz zamanın ne kadar simgesel olduğuna değiniyor” diyen yönetmen, Children of Men’i ileri teknolojik bir ortamda geçirmek yerine gerçekçi bir ortama yerleştirmeyi yeğlemiş: “Blade Runner (1982) karşıtı bir film. Ben düş gücü yerine referans istedim üstelik gerçekçi bir referans. Gelecekteki bir öyküyü anlatmadık, günümüzün taşıdığı geleceği yansıttık”. Filmi ABD’de çekseydi çok başka bir çalışma olacağını da vurgulayan Cuaron: “İngiltere ayrık duran bir ada ve geri giden bir demokrasi ile yönetiliyor, bu durumu ABD’ye taşıyamazsınız” diyor. İnsanlığın kendisini yok etmek için gözüdönmüş bir yeteneğe sahip olduğuna değinen Cuaron, umutsuz durumlardan son anda yine de dayanışarak kurtulduklarını açıklıyor. Children of Men’in umut taşıyan, insanlığın salt yıkıcı değil yapıcı özelliğini de yansıtan bir gerilimdram olduğunu belirten sinemacı 21. yüzyılda tiranlık demokrasi adı altında sürdürülüyor diyor. Radikal eylemci bir grubun liderinin kadın olmasına ender rastlanıldığı filmde The Fishes’ların şefi oyuncu Julianne Moore çalışmayı “Alfonso’nun olağanüstü bir düş gücü, güçlü bir öykü anlatma duygusu var. Burada az ışıkla, el kamerasıyla bağımsız bir film çeker gibi çalıştık. Duyulara dayanan, epeyce karanlık ama umutla sonlanan bir öykü bu” diye niteliyor. Öteki oyuncularsa Michael Caine, Chiwetel Ejiofor, Danny Huston, Peter Mullan. Güven, ihanet, bencillik, şiddet gibi temalara, politik karışma, ayrımcılık, sömürgecilik, çevre sorunları, yalıtım politikası, uluslararası terorizm, kıtasal yaygın hastalık, küresel göç gibi dünyamızı tehdit eden başat konuları ele alan Children of Men bize Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi/ 1968), The Omega Man (Tek Adam/1971), Soylent Green (Açlık/1973) gibi başarılı yapımları da çağrıştırıyor. “Dünyanın uzaydan çekilmiş olağanüstü fotoğraflarını gördüm, ülkelerin salt renklerle oluştuklarını görüyorsunuz, sınırları görmüyorsunuz. Bu görünmeyen sınırlar acımasız ideolojilerce yaratılıyor” diyen Alfonso Cuaron’un düşündürücü, etkileyici Children of Men’i (Son Umut) sinemalarımızda gösterimde. Sıradışı aşk
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle