22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 07 12/10/06 16:01 Page 1 CUMARTESİ EKİ 7 CMYK 14 EKİM 2006 CUMARTESİ 7 Bir ilk ilk daha: daha Rembrandt’ın desenleri Türkiye’de Türk sanat ortamı son bir kaç yıldır gerçekten ilginç bir süreçten geçiyor. 5 yıl öncesine kadar hayal bile edemeyeceğimiz kimi sanatçıların yapıtlarının İstanbul’a gelmesi süreci farklılaştıran en önemli nedenlerden biri kuşkusuz. Bu dönem Türk sanat tarihine, röprodüksiyon devrinin sona erdiği, izleyicinin orijinal yapıt ile tanıştığı yıllar olarak geçeceğe benziyor. Birbiri ardına açılan özel müzeler, büyük reklam ve halkla ilişkiler kampanyaları eşliğinde neyin ses getireceğini çok iyi kavramış olacaklar ki, önce 20. yüzyılın büyük ustası Picasso’yu; ardından geleneksel olanın karşısında duruşuyla Dubuffet’yi; heykeli kırılma noktasına taşıyan Rodin’i ve son olarak 17. yüzyıl Flaman sanatının ve Barok akımın en önemli temsilci Rembrandt van Rijn’i İstanbul’a taşımayı başardılar. Suna İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi 20 Ekim tarihinden itibaren sanat tarihinin bu gözde figürünün ve onun çevresinde yetişmiş kimi sanatçıların desenlerini biraraya getiriyor. Rembrandt’ın yağlıboya tablolarının değil de desenlerinin sergilenecek olması kimilerimizi hayal kırıklığına uğratabilir; ancak tıpkı geçen yıl Sabancı Müzesi’nde açılan Picasso sergisinde olduğu gibi bunun da Rembrandt’ı anlamak ve neden bu denli “kült” bir sanatçı olduğunu kavrayabilmek için başlangıç niteliğinde bir sergi olacağını söyleyebiliriz. Aslında, yapıtları dünyanın belli başlı büyük müzelerine dağılmış, sanat tarihinin büyük ustalarının yapıtlarının toplu olarak sergilenmesi ne yazık ki bugün Türkiye’deki özel müzelerin tek başına altından kalkacağı bir iş değil. Bu nedenle Picasso’yu da, Rodin’i de, Rembrandt’ı da çok sayıdaki müze koleksiyonundan derlenen başyapıtları ile değil, genellikle bir müze ya da aile koleksiyonundan seçilmiş yapıtları ile tanıma olanağı bulabiliyoruz. ESRA ALİÇAVUŞOĞLU YAŞARKEN BÜYÜK BİR ÜNE KAVUŞTU Pera Müzesi’ndeki bu sergi de, Rotterdam’daki Boijmans Van Beuningen Müzesi koleksiyonundan seçilen 99 yapıtı içeriyor. Rembrandt ve Çevresi / DESENLER başlıklı sergide, bir zamanların ünlü Koenigs Koleksiyonu’nun bir parçası olan ve 1940 yılında Rotterdamlı armatör D.G.van Beuningen tarafından satın alınarak Boijmans Van Beuningen Müzesi’ne bağışlanan yapıtlar yer alıyor. Bu müzenin önemi, dünyadaki ikinci büyük Rembrandt desenleri koleksiyonunun sahibi olmasından kaynaklanıyor. Boijmans Van Beuningen Müzesi koleksiyonunun bir diğer özel yanı ise 1988 yılından bu yana birarada sergilenmeyen bu koleksiyonun ilk kez geçen yıl Rotterdam’daki müzede, bugün ise Pera Müzesi’nde gün ışığına çıkacak olması. Pera Müzesi’ndeki sergi, Rembrandt’ın desenlerini içermesinin yanı sıra sanat tarihinde özel bir yeri olan 17. yüzyıl Flaman sanatı örneklerini ve bu büyük ustanın çevresindeki sanatçıların yapıtlarını içermesi bağlamında da gerçekten görülmeye değer. Rembrandt’ın Kuzey sanatının en önemli simgesi ve sanat tarihinin en kült figürlerinden biri olarak değerlendirilmesinin pek çok nedeni var kuşkusuz. Barok dönem içinde yer almasına karşın üsluplar ötesinde çalışan, resimlerindeki figürlerin gerek yerleştirilişinde gerekse anlatımında bireyin iç dünyasını ön plana çeken ve gerektiğinde dramatik etkiyi yoğunlaştırmak için biçimbozmalardan yararlanan Rembrandt’ın, ışıkgölge kullanımında da büyük bir çığır açtığı tartışılmaz bir gerçek. Salt yağlıboya tabloları ile değil, sanat yaşamı boyunca gerçekleştirdiği desen, baskı gibi alanlarda da büyük başarı kazanan Rembrandt, yaptığı grup ve kişi portreleri, dinsel konulu resimleri, Pieter Lastman ile dinsel, gerekse sosyal değişimlerin yaşandığı 17. yüzyılda hızla gelişmeye başlayan burjuvazinin bir yansıması olarak görülebilecek olan bu yapıt ayrıca, Cerrahlar Loncası’nın bu genç sanatçıya ilişkin öngörüsünü de kanıtlar niteliktedir. Lonca başkanı Dr. Tulp’u yanındakilerle bir kadavrayı incelerken gösteren bu resim, taşıdığı tarihsel nitelikle de oldukça önemlidir. Rembrandt’ın sanat tarihindeki bir diğer önemli yanı ise sanat kariyeri boyunca neredeyse tüm yaşamını, iç dünyasını, kaotik gönül ilişkilerini, karakterini ve hayallerini okuyabileceğimiz 100’e yakın otoportresini yapmış olmasıdır. Çok katmanlı dökümanlar olarak ama en önemlisi bir sanatçının kendini nasıl algıladığı görünür kılması anlamında Rembrandt’ın otoportreleri son derece ilginç veriler sunmaktadır. Otoportrelerinin yanı sıra yaşamına giren kadınları kimi zaman gerçekçi, kimi zaman Çiçek tanrısı Flora biçiminde resmettiği Saskia’da olduğu gibi alegorik biçimde ele alması Rembrandt’ın hemen her yapıtında yeni bir arayış içinde olduğunu da göstermektedir. 19. yüzyılda Romantik hareketle birlikte tekrar keşfedilen Rembrandt, Hollanda sanatı uzmanı Seymour Slive’ın deyimiyle bu dönemden itibaren Batı sanatının büyük ustalarıyla Pantheon’da oturmaya hak kazanmıştır. Sanatçıların tapınağı Pantheon’un bu büyük sanatçısını keşfetmek için bu sergiyi kaçırmamak gerekiyor. Rembrandt ve Çevresi/DESENLER: Suna İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi 20 Ekim 20067 Ocak 2007 Meşrutiyet Caddesi No: 141 34443 Tepebaşı, Beyoğluİstanbul Tel: 0212 334 99 00 Yatan Aslan Otoportre çalıştığı dönemde ilgi duyduğu tarihsel konulu ve alegorik yapıtları ile sanat tarihinde ayrı bir yeri olan Flaman sanatı içinde de farklı bir öneme sahip hiç kuşkusuz. 17. yüzyıldan pek çok usta sanatçının ismi bir çırpıda sayılabilir; Rembrandt bu dönem sanatçılarının başında gelmekle birlikte aynı zamanda dünya sanatının en iyileri sıralamasında da ilk basamaklara yerleşmesi bağlamında ve henüz yaşarken büyük bir üne sahip olmasıyla da sıradışı bir özelliğe sahip. Sanatının sıradışılığının yanı sıra Rembrandt, 1634’te Amsterdam’ın ünlü kitap tüccarı Hendrick van Uylenburg’un yeğeni Saskia ile evliliği, onun ölümünün ardından Geertje Dircx ve Hendrichje Stoffels ile yaşadığı ilişki nedeniyle, özel yaşamıyla da ilgi çekici bir figür olmuştur. Sanatçı henüz 28 yaşında iken, hem yaşadığı dönemde Amsterdam’da ünlü olmasını, hem de bugün Rembrandt dediğimizde ilk akla gelen yapıtlarından olan “Dr. Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi” (1632) adlı yapıtını gerçekleştirmiştir. Gerek Seyircinin hikâyesini anlatan bir film ŞİRİN GÜVEN ‘Eve Dönüş’, Antalya Film Festivali’nde Altın Portakal için yarışan filmlerden biriydi. Ömer Uğur’un yazıp yönettiği film, festivalden ‘En iyi Kadın Oyuncu’ (Sibel Kekili) ve ‘En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ (Civan Canova) ödülleri ile döndü ancak festivale de damgasını vurdu. Jüri üyelerinden Şerif Gören ‘En İyi Film’ ödülünü, başrollerini Mehmet Ali Alabora ve Sibel Kekili’nin oynadığı ‘Eve Dönüş’ filminin almasını istedi ve diğer jüri üyeleriyle anlaşmazlık çıkınca da Antalya’yı terk etti. Biz de 3 Kasım’da vizyona girecek film öncesi, filmin yönetmeni Ömer Uğur ve ‘En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ ödülünü alan Civan Canova ile filmi ve festivali konuştuk. Filmin hem yönetmeni hem de senaristisiniz. Konusunu anlatabilir misiniz kısaca? Ö.U: Film 1980 yılında işçi bir ailenin 12 Eylül’de yaşadıklarını anlatıyor. Böyle özetlenebilir kısaca. O dönemde yaşadıklarınızdan yola çıkarak yazdınız galiba senaryoyu. Ö.U: Yaşadıklarımızdan, şahit olduklarımızdan ve duyduklarımızdan yaptığımız bir hikaye bu. C.C: Ortak kamu hafızası bu. Yani hepimiz hepsini biliyoruz az çok... Doğru. Politik bir film, üstelik insanların da tanıklık ettikleri bir dönem filmi. Böyle bir filmi çekmek cesaret isteyen bir şey bir anlamda. Hiç zorluk çektiniz mi? Ö.U: Zorluk filmin realizasyonunda oldu. Yani bu hikaye yaklaşık 1012 yıldır elimizde dolanan bir hikaye. En az 10 kere çekmeye Ömer Uğur Civan Canova niyetlendik ama bir türlü yapımcı bulamadık. Ben ‘Hemşo’yu çektim, işleri gayet iyi gitti. 1 milyona yakın seyirci yapınca, film yapalım dediler hep bana. Film yapalım diyenlere, bu senaryoyu götürdüm hep ama bize komik hikaye lazım yanıtıyla döndüm. Bir kısmı önce niyetlendi, sonradan tırstı. Eğer Hayri Aslan’ın hem yüreği, hem parası olmasaydı biz bu filmi yapamazdık. Ayrıca bu filmin bir sorumluluğu da vardı. Yani böyle bir film, işkence meselesi mesela. Filmin yaklaşık yüzde 30’u falan göz altında geçiyor, çok sıkıcı olabilirdi ya da insanlar çok irite olabilirlerdi. Ama biz filmi yazarken ve kurarken, oralarda olabilecek hoşluklar, oralarda ne kadar olabiliyorsa artık insana dair küçük komiklikler koyduk ve filmi izlenebilir hale getirdik. İlk kez bu festivalde toplu halde gösterildi değil mi? Ö.U: Evet. İzleyenlerden biri filmden çıktıktan sonra beni çevirdi, sen bunu dava dosyalarından mı araştırdın dedi. Hayır dedim. Filmde ‘Bacanak’ ve ‘Dede’ kod adlı iki devrimci karakter var. İkisini de polis arıyor. Dede benim dedi beni çeviren adam bana. Biri de ben Şehmuz’um abi dedi, 3 gün kurtulamadık adamdan. Nasıl olur böyle bir şey, bu kadar bire bir, sanki MİT’ten ya da şurdan burdan alınmış gibi dediler hep. Civan Bey siz kötü adamı mı canlandırıyorsunuz bu filmde galiba? C.C: Evet. İşkenceci şefi diyebiliriz. Mehmet Ali Alabora sebepsiz yere sorgulamaya düştüğü zaman onu sorgulayan ekibin başıyım ben. İşkence sahneleri de var filmde değil mi? Zor oldu mu çekimler? Ö.U: Altan Erkekli’nin Filistin askısında asılı kaldığı bir sahne var. Orda bir buçuk dakika durabiliyordu en fazla. Oysa insanları öyle 72 saat bırakıyorlar. Aslında biz eğlendik derken, ekibi çok iyi kurduk demeye çalışıyoruz. Başka bir ekip olsa bin tane sorun çıkabilirdi. Mesela Altan Erkekli sete geldi. Ben soyun dedim. Altan Erkekli bana hiç nasıl olacak falan demedi, soyundu hemen. Altın Portakal’dan beklediğinizi alabildiniz mi? C.C: Ben beklemediğimi buldum. Gökten üç elma bekliyordum ki, portakal düştü. Ö.U: Şimdi doğal olarak bir yarışmaya katılıyorsanız, o yarışmadan ödül almak isterseniz. Ama gerçekten bu yıl, 1999 yılında da böyle olmuştu, çok güçlü filmler vardı. Bizim filmimiz de bence bu sıkı filmlerden biriydi. Zaten filmler seyredildikten sonra da, Altın Portakal dört film arasında paylaştırılır diye düşünülüyordu. Aslında 3 film arasında paylaştırıldı: ‘Takva’, ‘Kader’ ve biz. Aslında biz jüriyi biliyorduk, o jüriyi bilerek gittik. Dolayısıyla da çıkan sonuca büyük bir saygımız var. ‘Kader’ çok sevdiğim bir filmdi, ben hiç üzülmedim. Ama mesela bütün filmleri izlediğimiz zaman ben çok objektif olarak gördüm ki ‘En İyi Senaryo’ bize verilebilirdi. Buna çok üzüldüm. ‘En iyi Film’ de bize verilebilirdi ama Zeki Demirkubuz’a da verilebilirdi. Kader’e verdiler sonuçta ama senaryo konusunda iddialıyım. Yani senaryo bu filmin hakkı olmalıydı bence. Çıkan filme baktığınızda da boşluğu olmayan, tıklaması olmayan, saçmalığı olmayan, soru işareti bırakmayan ve politik bir filmi de politikmiş gibi yapmayan bir filmdi. Gerçekmiş gibi yapan bir filmdi. Zaten bizim filmimizin kahramanı çok sıradan bir insan, ne solcu, ne kahraman, ne devrimci... Siyasi bir kişiliği yok ama film her zerresinde siyasi tabi. Oyuncuları siz seçtiniz herhalde. Nasıl seçtiniz? Mesela Mehmet Ali Alabora’yı? Çünkü dediğiniz gibi bir açıdan biraz riskli de bir seçim. Ö.U: Bizim kahramanımız 1980 yılında kahve, karıkız ve 6’lı ganyan peşinde koşturan bir adam. Politikadan gayet uzak. Bir tane televizyon alıp borcun altına girmişler. Gece gündüz borcu ödemek için mesaiye kalıyorlar. Biraz yakışıklı ve kendine güvenen mahalle çocukları gibi bir karakter yani. Zaten kendinden yüksek sınıftan bir kız almış. Emekli albayın kızını almış, aile de buna karşı çıkmış. Mahalle fırlamaları vardır ya hani onun gibi işte. Bir de ben onun gözüne lens taktırdım. Daha doğal ve sıradan yaptık. İkincisi de bütün bu problemlerden, işkenceden geçtikten sonra insanların onun için üzülmesi lazımdı. Mehmet Ali’nin bir savrukluğu ve çocukluğu vardır, ben onun işe yarayacağını düşündüm. Sibel Kekili’yi nasıl seçtiniz peki? Ö.U: Kadın oyuncu bulmak Türkiye’de zor. Kadınlarımız çok güzel ama yetenekleri güzellikleriyle doğru orantılı olmayanlar da var. Biz çok güzel bir kız aramıyorduk. Yani Mehmet Ali’ye aşık olup, evini ocağını bırakacak bir kız arıyorduk. Sonuçta bir gün, konuşurken önümdeki gazetede Sibel’in resmi duruyordu. Ben ona hemen bir tane başörtüsü çizdim, çok güzel işçi kız oldu. Sonra Almanya’ya telefon ettik, senaryoyu yolladık. Peki Sibel Kekili’nin Türkçesi sorun oldu mu? Ö.U: Buraya 15 gün önceden çağırdık ve oyuncu koçu tuttuk. Zaten Türkçeyi biliyor ama Türkçe vurgularında sorun vardı. Onu da Süreyya Güzel sürekli çalıştırdı, Orhan Pamuk romanları falan okuttu. Buna rağmen bir kaç sorun çıktı ama onu da sonradan dublajla, kendi sesiyle düzelttik. Son olarak ne söylemek istersiniz? Ö.U: Biz bir döneme baktık ve bu dönem, bence bu ülkenin en karanlık dönemi. Türkiye maalesef hala darbecilerini yargılayamamıştır. Şimdiki insanlar Kenan Evren’i bir ressam sanıyorlar. Bununla insanlar yüzleşmeden Türkiye’de demokrasi falan olamaz. Ben eğer bu filmi yapmasaydım gerçekten içimde ukte kalırdı. Ben o dönemle ilgili bir gönül borcu ödedim. Biz seyircinin hikayesini anlattık.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle