25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

27 Mayıs 2011 Cuma 360 13 ŞİİR BİRİNCİSİ OYA METiNER 26 Ocak 2001’de Ankara’da doğan Oya Metiner, Bilim Koleji 4. sınıf öğrencisi. İki buçuk yaşındayken Emek Aykan Yuva’da eğitim görmeye başladı. Metiner aynı zamanda, satrançta lisanslı sporcu. Okul takımında üç yıldır stranç oynuyor. Voleybol ve buz pateni ile ilgileniyor. Cimnastik kursuna gidiyor. Oya Metiner’in bir de resim dalında birinciliği var. ŞİİR DALI BİRİNCİSİ TUT ELİMİ BIRAKMA ANNE Bana masal anlat anne, Büyük devlet olsun. Kaf Dağı’na gidelim beraber, Tut elimi bırakma anne. Isınmak istiyorum, Kucağın nerde anne. Ellerin nerde, Tut elimi bırakma anne. Karanlık bir odada, Işıklar sönünce, Korkuyorum her gece, Tut elimi bırakma anne. Annelerin en güzeli, Almış beni kucağına, Bakmış büyütmüş beni, Tut elimi bırakma anne. Oya Metiner ladı. Babamla konuştuğunu düşünüyordum; bunu daha önce de yapmıştı, babamı buraya gelmesi için ikna etmeye çalışıyordu. Kardeşime baktım, babamı beklemeye devam ediyordu. İkisinin de bedenleri buradaydı; ama ruhlarından emin değildim. Tutunacak çok az dalları kalmıştı yaşam ağaçlarında. Benim de onlardan farkım yoktu aslında. Annem büyük bir hışımla telefonu kapadı. Babamın ne dediğini az çok tahmin edebiliyordum. Bizim onu affetmemizi, gelecek hafta mutlaka uğrayacağını uğrayamasa bile zaten onun bizi doyurduğunu söylüyordur. Anneme baktım. Bir sigara daha çıkarıyordu paketinden. Yorgun gözleri susmuş, gazetesini okuyordu yavaşça. Sigarasını elinden aldım, söndürdüm. Daha fazla duman daha fazla hüzün içinde boğulmak istemiyordum. Görmezden geldi annem. Nasıl olsa bunu hep yapardı. Sıkıldığında, bunaldığında, dayanamaz hale geldiğinde hep bunu yapardı. Hiçbir şey olmamış gibi davranırdı. Kaçmak için en kibar yol buydu. Kardeşime baktım. Kapının önünde bekliyordu yine. Gözlerindeki ışık biraz daha sönmüştü eskisine göre. Kapının önünde beklemek artık daha da zavallı durumuna düşürüyordu onu. Bunu biliyordu; ama beklemeseydi elinde tek kalan umudunu da yitirecekti. Canım sıkılıyordu. Bunalıyordum. Çıktım dışarıya nefes aldım. Babamı en son ne zaman gördüğümü düşündüm. Altı yıl önce üvey kardeşim doğduğunda onların yanına gitmiştik. Üç yıl önce de kardeşimin doğum gününde hediye yollamıştı. Aslında onu gerçekten unutmaya başladığımı hissediyorum. Her cumartesi “anısını” tazelemek zorunda kalsam da onun yüzünü gerçekten unutuyorum. Tek hatırladığım yeşil parlak gözleri, gür siyah saçları olduğu... Derin bir nefes alıyorum. Sonra babamı değil de babalığı düşünüyorum. Baba ve çocuk ilişkisini... Baba... Babalık... Neydi o? Baba olmak neydi? “Baba” hangi görevleri yerine getirirse baba olurdu ve çocuk kaç aşamadan sonra severdi babasını? Ben babamı hiç sevmedim. Benim onu sevmem için bir sebep yoktu. Annem sadece babam olmasının onu sevmem için baş lı başına bir sebep olduğunu söylese de ben ona inanmıyorum. Kardeşimi seviyorum; çünkü o bana inanmayı öğretti, gülmeyi, güldürmeyi öğretti. Annemi seviyorum; çünkü o bana yaşamayı öğretti. En zor günlerde bile yaşamaya devam etmeyi öğretti. Bağırmayı, kükremeyi değil fısıldamayı öğretti. Annemi ve kardeşimi ailem oldukları için sevmiyorum, onların bana öğrettiklerini seviyorum. Onları sevmeyi seviyorum. Ama babam... Babam bir katil... Katil olmak için birini mi öldürmek gerekir, sevgiyi öldürünce de katil olmaz mı insan? Umudu yaralayınca da suçlu sayılmaz mı? Katil olmak için bedenin kanının mı akması gerekir? Ruhunun kanı akınca da katil, katil sayılmaz mı? Babam benim duygularımın manevi katili. Kardeşimin çiçeklerini kendi ruhunun en tenha sayfalarında kurutan bir katil... Onu unutmaya başladığım için sevinsem mi, yoksa üzülsem mi anlamıyorum. Sevinmem için bir sebebim yok aslında. Babamın yüzünü unuttuğum için neden sevine yim? Üzülmem için de bir sebep yok. Bana babalık eden bir babanın suratını unutmuyorum nasılsa. Artık düşünmek istemiyorum. Sadece sıradan bir ailesi olan sıradan bir çocuk olmak istiyorum. Sıradan... Zeynep’in ailesi gibi... Merve’nin ailesi gibi... İşten altıda dönen bir baba istiyorum, sigara içmeyen bir anne, kapıda boşu boşuna beklemeyen bir kardeş... Duygularım ruhumu nankör bir fare gibi kemiriyorlar. Artık onlara tahammül edemiyorum... Çok mu isyankârım ya da çok mu umutsuzum? Artık bilmiyorum kim olduğumu. Sadece kim olmak istemediğimi biliyorum. Zavallı görünmek, öyle hissetmek istemiyorum. Yokluklarımla savaşmak değil, varlıklarımla nefes almak istiyorum. Kanayan tüm yaralarımın üzerini yara bantlarıyla sarmak, sardıkça unutmak, unuttukça umutlan mak istiyorum. Kurutulmuş çiçekleri kuytu sokaklarda rüzgâra teslim etme vakti geldi. Kurdeleyi bahar için kesmek, kadehleri yeniliklere kaldırmak en iyisi! Anne, sinemaya gidelim mi? Nerden çıktı bu şimdi? İyi olmaz mı sence de? Ama... Hadi hazırlan da çıkalım. Film, komedi filmiydi. Annem, kardeşim ve ben... Bir cumartesi akşamı ilk defa çıkıyorduk dışarıya. Beklemiyorduk ilk kez ve ev ilk defa içinde biz yokken sessiz kalmıştı. Evin uykusu ilk kez kâbuslarla dolu değil, pembe hayallerle süslenmiş rüyalarla doluydu. Kardeşimin çiçeği ilk kez bu cumartesi açmıştı. Annem bu cumartesinden sonra sigarayı bıraktı. Ben yüreğimdeki mezarlığıma şöyle bir dönüp baktım. Siyah kefenle örtülü duygularıma dua okudum sonra. Yüreğimdeki şeftali ağacından bir şeftali kopardım. Suyunu akıta akıta yedim bitirdim tüylü şeftaliyi. Damağımı yokladım, ellerime baktım. Bir çekirdeği kalmıştı. Etrafı şeftali kokusu sarmıştı. Çekirdeği aldım, örttüm üstünü toprakla. Zaman geçti, bahar geldi yüreğime, yeşerdi duygularım, yeniden doğdu hatıralarım. Pembe mutluluklarım yine gamzelerini açtılar bana. Sarıldım gamzelere, sarıldım mutluluğuma. Kardeşim vazgeçti kapıda beklemekten, hayatı kaçırıvermekten... Çiçekleri dallandı budaklandı. Kokuları şehri sardı. Parfüm dükkânı yaptı. Kuşlar geldi, kondu çiçeklerine, arılar beslendi bahçesiyle. Kocaman oldu hayalleri. Boyunu geçti, göklere yükseldi elma şekeri kırmızısı bir balon gibi. Annemin üzerinden sigara kokusu, alnından tiryaki etiketi kayıp gitti. Makyaj yaptı yine. Aynanın başına geçti. Kirpikleri yelpaze, kaşları dal gibi ince, gözleri kanatlı bir serçe, dudakları dalından yeni düşmüş bir vişne oldu yine. Çünkü zaman su gibi akıp gidiyordu. Ve değmezdi hiçbir şey üzülmeye. Gözyaşları tükenmezdi ağlamakla, üzüntüler bitmezdi çoğalmakla, eksiklikler kayıp gitmezdi su gibi. O halde elde sadece yaşamak kalırdı. Bir sarhoşun bardağı fondip yapması gibi dibini görene kadar yaşamak... Vişne şurubu tadındadır yaşam. Üstünüze dökmemeniz gerekir. Dökerseniz çıkmaz lekesi, bitmez çilesi. Sonuna kadar tüketirseniz kalbinizi tramboline çevirir neşesi. Komedi filmi değildir her zaman hayat. Aksine karanlıktır bir sinema salonu gibi. Yine de siz yaslanın koltuğunuza, dadanın yanınızdakinin patlamış mısırınıza. Fısıldamayı öğrenin, yaşamayı, gülmeyi öğrenin. Sarın eksikliklerinizi yara bantlarıyla. Onları görünmez yapın. Yara bandının yapışkan yüzüne sarılın. Dibini görün vişne şurubunun. Kendinize bir çiçek alın, vazonuza aspirin atın. Soldurmayın sakın. Sigarayı bırakın, yüreğinizdeki mezarlığa şöyle bir göz atın. Dua okuyun ölü duygularınıza ve yenilerini yeşertmeye bakın; çünkü hayat kısa ve yaşamak gerek her halükarda. Hüzünleri kaldırın önü işlemeli kutulara ve bırakın onları tavan arasının loş havasına. Güzel rüyalar görün kuş tüyü yastıklarınızdaki rahat uykularınızda ve yıldızları sayın. Nefes almanın keyfini çıkarın.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle